İki adam var karşımda;
Biri ‘öylece duran’…
Çıkarıp sırtından memleketini portmantoya asmış. “Bir gün tekrar giyebilirim aman leke değmesin” diye dönebileceği bir bayram sabahına saklamış. Unutmuş büyüyeceğini, memleketinin ona bir gün küçük gelebileceğini ve çıkartıp koyunca köşeye bir daha asla geri giyinemeyeceğini. Hatırladıkları ile yetinmeye çalışırken unutmaya başladığı hikâyesi için her gün gördüğü her şeyi yeniden yazmış. Dilini bile bilmediği bir ülkede kör-sağır-dilsiz kalmış. Herkes onu fark etsin diye cafcaflı giyinmeye çalışmış, fakat giyindikleri üzerinde hep iğreti durmuş.
İki adam var karşımda;
Biri bir şeye değil bir şeyden kaçan, kaçmaktan bir gün dönebileceğini unutan. ‘duran’ı durmadan harekete geçmesi için dürtükleyen, acıtan, kanatan, kızan. Konuşan konuşan hep çok konuşan…
İki adam var karşımda;
Biri daha fazlasını isterken diğerinin bildikleri canını yakan.
İki adam var karşımda;
Hayatın son derece gerçek olduğunu feci halde öğrenen, mutlu sonla biten masalların sadece çocuklara anlatıldığını bilen, ama yine de kanmaya ihtiyacı olan. Nasıl biteceğini kestiremedikleri hikâyelerine; biri sürekli mutlu sonlar yazarken, birinin sonu diğerinin cebinde olan.
***
Birbirlerine hiçbir zaman herhangi bir şey için söz vermemiş olsalar da gördükleri hikâyeyi hiçbir zaman olduğu gibi anlat(a)masalar da bu iki adam birbirlerinin içini görüyor. Birbirlerinin her anında, her hareketinde ne yaptıklarını biliyorlar. Hem içsel yolculuklara çıkıyor, hem de birbirleriyle özdeşleşmeler yaşıyorlar; bazen farkında olmadan bazen tamamen kasıtlı. Ama sınırlarını biliyor, birbirlerinin canlarını yaktıklarını anladıkları anda susuyorlar ve konu profesyonel bir şekilde değiştirilse de aslında hep aynı noktada takılıp duruyorlar. Çünkü gitme haklarını bir defa kullandıkları için, ne kendilerinden ne birbirlerinden çekip gidemiyorlar. Aslında birbirleriyle hesaplaşıyormuş gibi yapsalar da çoğu zaman gördükleri hesap birbirleriyle değil kendileriyle.
Biri’nin son şansı Diğeri, Diğeri dönecek bir yeri olduğuna inandığından hep ertelemiş dönüşünü, kazandıkça daha çok kazanmak istediğinden Biri’nin içine yerleşmiş. Diğeri ufak tefek şeyleri hatırlayıp Biri’ne anlatıyor, dönecek bir yeri olmadığından hatırlayacak bir şeyi de yok sanki Biri’nin. Diğeri, Biri’nin içinde yaşasa da, Biri bir cenin yalnızlığına gömülmüş dünya adlı kalabalık rahimde.
Biri’nin ‘iktidar olmayı isteyişi ve ideal köle arayışı’ Diğeri’nin Biri’ni Tanrı gibi görmesine yol açıyor, Biri bile şaşıyor sebep olduğu görme biçimine, sonra gülüveriyorlar tekrardan olana bitene.
Çocuktan daha çocuk iki kocaman adam, Biri’nin kimliği kalmamış, Diğeri’nin zaten bir benliği hiç olmamış. Ne kadar birbirlerine benzer olsalar da korkularında bile aidiyet duygusundan yoksunlar ya da belki korkularının sebebi aidiyet duygusundan yoksun oluşları. Ama ortak bir şey var, ikisi de ‘kandırılmaya’ muhtaçlar ve bu ihtiyaç doğma ihtiyacı kadar acı.
“niye ölmemeli öyleyse yaşamak mutlu bir devinimse”
İlker Ayrık ve Aykut Taşkın’ın 2005 yılında kurdukları Pervasız Tiyatro adıyla, bir buçuk iki sene önce Buğra Kolcu anısına oynadıkları “Sığıntılar”ı bu sezon tekrar sahneye taşıdı. Sahnede beraber izlemeye aşina olduğum bu iki yüz, aslında çok sık karşılaşmadığımız, penceresi bile olmayan bir odada yaşayan, birbirini tesadüfen tanıyan, biri zenci diğeri beyaz ikiz kardeşlerin hikâyesini anlatıyor. Oyun her Cuma saat 20.30’da Müjdat Gezen Tiyatrosu’nda oynanıyor.
Oyundaki kimliksizlik, aynı zamanda bir savunmasızlık duygusunu da oluşturuyor. Kimliklerini bir yerlerde unutan insanlar birbirlerine kendilerini ne kadar çok savunurlarsa savunsunlar sadece insani korkularla dünyadan korunmak için çoğu zaman yine birbirlerine sığınıyorlar.
Oyun son derece kışkırtıcı aslına bakarsanız, hesaplaşma isteğiniz ve baş kaldırma arzunuz artıyor bazı sahnelerde, bazı sahnelerde ise koca bir boşluğa sürükleniveriyorsunuz. Çok fazla göze sokmadan, daha ziyade göz çıkarılarak anlatılıyor çoğu şey, dikkatinizi gerçekten verdiğinizde duyduğunuz replikler yutkunmanızı zorlaştırıyor.
Kimlik duygusuyla birlikte gelişen ego iktidar olma hevesini arttırırken insanlarda kimliksizlik ise doyumsuzlukla eş değer bir tanım halini alıyor gitgide. İlker Ayrık ve Aykut Taşkın “Sığıntılar” adlı oyunlarında kendilerinden soyunabildiklerinde insanların gerçekleri daha iyi görülebileceğini düşündürüyorlar. Ansızın kafanızın üzerinde bir baloncuk ‘acaba?’ diyor. Sanırım savunmasızlık duygusu ya da korkusu insan olduğumuzu anımsatıyor bizlere. Bir an için bile olsa başkasının yerine düşünmemizi sağlıyor.
Pervasızlar manifestolarında çalışmalarını şimdiki zamanla alakası olmayan başka bir zamanda, bugünkü ülkeyle alakası olmayan bambaşka bir coğrafyada sürdürdüklerini sanmakta olduklarını dile getiriyorlar. O yüzden sanırım Biri’nin ve Diğeri’nin bir dilek hakkı olsaydı bu dünyayı bir daha hiç dilek dilemeye gerek kalmayacak bir yer yapmak isterlerdi.
Ve belki de kim bilir çocukça bir bilmeceden çıkmıştır belki de her şey…
Peki, sizce nedir hem var hem yok olan şey