|
Sponsor |
|
||||
Nermi UYGUR
(1925, İstanbul) İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde görüngübilim ve çözümleyici felsefe yaklaşımlarını kendine özgü niteliklerle temsil eden, aynı zamanda önde gelen denemecilerimizden biri olan felsefecimiz. 1944 yılında Galatasaray Lisesi'nin Latince Bölümü'nü, 1948 yılında İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nü bitiren Nermi Uygur, 1950 yılında da aynı bölüme asistan olarak girdi. Aynı yıl Almanya'dan gelen Heirız Heimsoeth'ün derslerini ve seminerlerini Türkçe'ye çeviren Uygur, özellikle Kant araştırmalarıyla ünlü olan, görüngübilim alanında da tanınmış bu Alman filozofun yönetiminde hazırladığı "Withelm Dilthey'a Göre Konuca Temellenmesi Bakımından Manevi Bilimler Öbeğinin Meydana Getirdiği Bilim Bağlamı" konulu teziyle 1952' de doktorasını tamamladı. Türkiye'de felsefe doktorası yapan ilk felsefecilerden biri olan Nermi Uygur, 1952-54 yıllarında Almanya, Fransa ve Belçika'da görüngübilim üzerine araştırmalar yaptı. 1954'te "Edmund Husserl'de Başkasının Ben'i Sorunu" adli tezle doçent; 1964'te ise profesör oldu. 1954 Brüksel, 1958 Venedik, 1968 Viyana ve 1978 Düsseldorf Uluslararası Felsefe Kongreleri'ne, 1983'te ise Würıburg'ta toplanan Uluslararası Çok-Kültürlülük Konferansı'na katıldı. 1979-81 yıllarında Almanya'nın Wuppertal Üniversitesi'nde Mantık, Dil, Kültür ve Bilim Felsefesi dersleri verdi; seminerlere ve görüngübilim kolokyumlarına katkıda bulundu. 1981- 1990 yıllan arasında İ. Ü. Felsefe Tarihi Anabilim Dali başkanlığı yapan Uygur, bölümde Antik ve Çağdaş Felsefe Tarihi, Dil ve Küttür Felsefesi, Bilim Felsefesi, Felsefe Metinleri Semineri, Analitik Felsefe Semineri gibi dersler verdi. PEN (Dünya Yazarlar Birliğı, Türk Dil Kurumu ve Türk Fizik Demeği'nin üyeliklerinde de bulunmuş olan Nermi Uygur, 1992'de emekli olduğundan beri Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü'nde düşünce-sanat ilişkileri üzerine yüksek lisans ve doktora seminerleri ile dersler vermektedir. Takiyettin Mengüşoğlu'ndan sonra görüngübilim, İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde Nermi Uygur’la önemli bir açılım kazanmıştır. 1933 Üniversite Reformu sonrasında tllman geleneğindeki felsefe kavrayışının yapıt bazında ilk örneğini veren Takiyettin Mengüşoğlu'nun Felsefeye Girişinden (1958) sonra, Nermi Uygur Felsefe Arkivi nde yayınlanan `Bir Felsefe Sorusu Nedir?" (1960) adli makalesiyle felsefeyi sorularından hareketle "aydınlatma" çabasına girer. Onun bu makalesinin Türk Eelsefe düşüncesi için önemli diğer bir yönü de uluslararası saygın bir dergide bir Türk felsefeci tarafından kaleme alinıp yayımlanmış (Mind 1964) ilk makalelerden biri olmasıdır. Dilthey'ın anlama yöntemini dil çözümlemesi ile kaynaştıran Uygur, bu makalenin de ilk bölüm olarak yer aldığı Felsefe’nin Çağrısı'nda kendi felsefe kavrayışı yönünde, yani "çözümlemeci" bir felsefe çağnsı yapar. Bu çağrının en önemli niteliği de felsefeyi önceden belirlenmiş bir *philosophia perennis olarak değil, aksine bir "arayış" olarak kavramaya çalişmaktır. Çünkü ona göre felsefede tek tek sorular önceden belirlenip belirtilemez, bir "araştırma" olarak felsefe, "Nedir'in soru konusu yaptığı kavramların ya da kavram öbeğinin açıklanmasıdır." Uygur'un araştırma, sorgulama ve anlama üzerindeki vurgusuna dayanan bu felsefe kavrayışının hocası Heimsoeth'ün felsefe anlayışı ite oldukça benzer yönleri vardır. Heimsoeth'e göre de felsefe "soru sorma, araştırma ve anlamaya dayanan özel bir yaşama biçimi"dir. Nermi Uygur'ıın bu felsefe kavrayışı, Mengüşoğlu'nun başlattığı felsefe tarihi araştırmalarından aynlarak felsefe sorunlarını temele alan, ancak felsefe tarihini de bütünüyle yadsımayan sistematik felsefeye yönelişin önemli bir aşamasıdır. Bu aşamada, Uygur'un felsefenin yöntemi olarak kavram çözümlemesini ternele alan yaklaşımında, dil felsefesi eğilimi öne çıkmaktadır. Dilin Gücü nü felsefe denemelerle betimlemeye çalışan, Kuram-Eylem Bağlamında Çözümleyici Bir Felsefe Denemesi iIe Dil Yönünden Fizik Felsefesinde doğrudan doğruya kavram çözümlemeleri yaparak dil felsefesi yöntemini kullanan Uygur, 1980'li yıllarla birlikte kültür felsefesine yönelmiştir. Türk felsefe dünyası bağlamında, Nermi Uygur'un etkisi en çok öğrencisi ve asistanı Betül Çotuksöken üzerinde görülmektedir.Çotuksöken,esas alan ortaçağ felsefesi olmakla birlikte, hocasının felsefenin neliğine ilişkin görüşlerinin etkisiyle Felsefe Tartışmalarında (1989) "felsefi söylem"in niteliği üzerine kavram çözümlemeleri yapmıştır.
Eserleri: Edmund Huserl’de Başkasının Ben'i Sorunu (1958), Dilin Gücü (1962), Felsefenin Çağrısı (1962), Dünyagörüşü (1963), İnsan Açısından Edehiyat (1969), Güneşle (1969), 100 Soruda Türk Felsefesinin Boyutları (1974), Kuram-Eylem Bağlamında Çözümleyici Bir Felsefe Denemesi (1975), Dil Yönününden Fizık Felsefesi (1979), Philosophie der Türkischen Sprache (1980), Yaşama Felsefesi -Denemeler- (1981), Kültür Kuramı (1984), Bunalımdan Yaşama Kültürü -Denemeler- (1989), Çağdaş Ortamda Teknik (1989), İçi Dışıyla Batı’nın Kültür Dünyası Bir Deneme- Bir Tutam Deyiş (1992), Tadı Damağımda: Bir Okur Yazarın Kitap Okuma Serüvenleri (1995) Başka Sevgisi(199G), Salkımlar (1998), Dipten Gelen (1999), Denemeli-Denemesiz~ (1999). Çevirileri: Tarihte Gelişme ve Krizler (Erich Rothacker'den, 1955), Ahlak Denen Bilmece (H. Heimsoeth'den, 1957). |
|
||||
Numenios
(M.S. II. yüzyıl) Yunan filozofu. Platoncu idealizmden Hellen, Pers ve Yahudi düşünce sistemlerinin Yeni Platoncu sentezine geçişte önemli rol oynamış, özellikle sonul varlık ya da Tanrı kavramı ve onun maddi dünya ile ilişkileri üzerinde durmuştur. Platoncu düşüncenin kökenini Doğu düşüncesinde aradı; Hinduizm'deki ruh göçü, Yahudilikteki mutlak tek tanrı ve tanrısal işlevlerin üçlü yapısı, gnostik ve hermetik kültürlerdeki içkin dualizm öğretileriyle bağlantı kurdu. Eski Sami dinlerinin Yunan düşüncesini etkilediğini gözlemleyerek Platon'u "Musa'yı Atinalılaştıran" biri olarak andı.
İlkel ilahiyat biçimleri üzerindeki araştırmaları, sonraları Rönesans hümanistlerinin ilgisini çekti. Numenios'un düşüncesinin temelinde dualistik bir sonsuz tanrı ile sonsuz madde karşıtlığı yer alır. Numenios'un görüşlerinin M.S. III. yüzyılda başlıca temsilcisi Plotinos olan Yeni Platonculuğun gelişimini etkilediği kabul edilir. Peri tes ton Akademaikon pros Platona diastaseos (Platon ile Akademiacılar Arasındaki Farklılıklar Üzerine), Peri ton para Platoni aporrheton (Platon'un Gizli Öğretileri Üzerine), Peri tagathou (İyi Üzerine) ve Peri aphtharsia psykhes (Ruhun Yok Edilemezliği Üzerine) adlı incelemelerinden günümüze bazı bölümler kalmıştır. |
|
||||
Isaac NEWTON
(1642 - 1727)
Newton, tarihin yetiştirdiği en büyük bilim adamlarından biridir ve matematik, astronomi ve fizik alanlarındaki buluşları göz kamaştırıcı niteliktedir; klasik fizik onunla doruğa erişmiştir. Bilime yaptığı temel katkılar, diferansiyel ve entegral hesap, evrensel çekim kanunu ve Güneş ışığının yapısı olarak sıralanabilir. Çalışmalarını, Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri (Principia) ve Optik adlı eserlerinde toplamıştır. Newton, diferansiyel integral hesabı bulmuştur ve bu buluşu 17. yüzyılda ortaya çıkan ve çözümlenmek istenen bazı problemlerden kaynaklanmaktadır. Bu problemlerden ilki, bir cismin yol formülünden, herhangi bir andaki hız ve ivmesini, hız ve ivmesinden ise aldığı yolu bulmaktı. Bu problem ivmeli hareketin incelenmesi sırasında ortaya çıkmıştı; buradaki güçlük, 17. yüzyılda ilgi odağı haline gelen ansal hız, ansal ivmenin hesaplanması (hızın veya ivmenin bir andan diğer bir ana değişmesini belirlemek) idi. Örneğin, ansal hız bulunurken, ortalama hız durumunda olduğu gibi, alınan yol geçen süreye bölünerek hesaplanamaz, çünkü verilen bir an içinde alınan yol ve süre sıfırdır; sıfırın sıfıra oranı ise anlamsızdır. Bu biçim hız ve ivme değişimleri diferansiyel hesap ile bulunabilir. İkinci problem, bir eğrinin teğetini bulmaktı. Bu problem hem bir geometri problemiydi, hem de çeşitli alanlardaki uygulamalarda çok önemliydi. Bu problemlerin çözümü için diferansiyel hesabı uygulamak gerekir. Üçüncü problem de, bir fonksiyonun maksimum veya minimum değerlerinin bulunması sorunuydu. Örneğin, gezegen hareketlerinin incelenmesinde, bir gezegenin Güneş'ten en büyük ve en küçük mesafelerinin bulunması gibi maksimum ve minimum problemleri ile karşılaşılmaktaydı. Dördüncü problem ise, bir gezegenin verilen bir süre içinde aldığı yol, eğrilerin sınırladığı alanlar, yüzeylerin sınırladığı hacimler gibi problemlerdi. Bunların çözümleri integral hesap yardımıyla bulunur. Newton 1665 yılında uzunluklar, alanlar, hacimler, sıcaklıklar gibi sürekli değişen niceliklerin değişme oranlarının nasıl bulunacağı üzerinde düşünmeye başlamıştı. Bir niceliğin diğer birine göre ansal değişme oranını (dx/dy) diferansiyel hesap ile bulmuş ve bu işlemin tersiyle de (integral hesap) sonsuz küçük alanların toplamı olarak eğri alanların bulunabileceğini göstermiştir. Newton, iki mekanik problemin çözümünü bulmaya çalışırken diferansiyel entegral hesabı geliştirmiştir. Bu problemler: 1) Gezegenin hareketi sırasında yörüngesi üzerinde katettiği yoldan, herhangi bir andaki hızını bulmak, 2) Gezegenin hızından, herhangi bir anda yörüngesinin neresinde bulunacağını hesap etmekti. Bu problemlerin çözümüne hazırlık olarak Newton, y = x2 denkleminde herhangi bir andaki yolu y, ve düzgün bir dx hızı ile alınan başka bir andaki yolu da x ile göstererek, 2xdx'in aynı anda y yolunu alan hızı temsil edeceğini söylemiştir. Newton, diferansiyel-integral hesabı bulduğunu 1669 yılına kadar kimseye haber vermemiş ve ancak 42 yıl sonra yayınlamıştır. Bundan dolayı da Leibniz ile aralarında öncelik problemi söz konusu olmuştur. Leibniz, Newton'dan daha iyi bir notasyon kullanmış, x ve y gibi iki değişkenin mümkün olan en küçük değişimlerini dx ve dy olarak göstermiştir. 1684 yılında yayımladığı kitabında dxy= xdy+ ydx, dxn= nxn-1, ve d(x/y)=(ydx-xdy)/y2 formüllerini vermiştir. Newton matematiğin başka alanlarına da katkıda bulunmuştur. Binom ifadelerinin tam sayılı kuvvetlerinin açılımı çok uzun zamandan beri biliniyordu. Pascal, katsayıların birbirini izleme kuralını bulmuştu; ancak kesirli kuvvetler için binom açılımı henüz yapılmamıştı. Newton (x-x2)1/2 ve (1-x2)1/2 açılımlarını sonsuz diziler yardımıyla vermiştir. Principia'da Newton, Galilei ile önemli değişime uğrayan hareket problemini yeniden ele alır. Uzun yıllar Aristoteles'in görüşlerinin etkisinde kalmış olan bu problemi Galilei, eylemsizlik ilkesiyle kökten değiştirmiş ve artık cisimlerin hareketinin açıklanması problem olmaktan çıkmıştı. Ancak, problemin gök mekaniğini ilgilendiren boyutu hâlâ tam olarak açıklanamamıştı. Galilei'nin getirdiği eylemsizlik problemine göre dışarıdan bir etki olmadığı sürece cisim durumunu koruyacak ve eğer hareket halindeyse düzgün hızla bir doğru boyunca hareketini sürdürecektir. Aynı kural gezegenler için de geçerlidir. Ancak gezegenler doğrusal değil, dairesel hareket yapmaktadırlar. O zaman bir problem ortaya çıkmaktadır. Niçin gezegenler Güneş'in çevresinde dolanırlar da uzaklaşıp gitmezler? Newton bu sorunun yanıtını, Platon'dan beri bilinmekte olan ve miktarını Galilei'nin ölçtüğü gravitasyonda bulur. Ona göre, Yer'in çevresinde dolanan Ay'ı yörüngesinde tutan kuvvet yeryüzünde bir taşın düşmesine neden olan kuvvettir. Daha sonra Ay'ın hareketini mermi yoluna benzeterek bu olayı açıklamaya çalışan Newton, şöyle bir varsayım oluşturur: Bir dağın tepesinden atılan mermi yer çekimi nedeniyle A noktasına düşecektir. Daha hızlı fırlatılırsa, daha uzağa örneğin A' noktasına düşer. Eğer ilk atıldığı yere ulaşacak bir hızla fırlatılırsa, yere düşmeyecek, kazandığı merkez kaç kuvvetle, yer çekim kuvveti dengeleneceği için, tıpkı doğal bir uydu gibi Yer'in çevresinde dolanıp duracaktır Böylece yapay uydu kuramının temel prensibini de ilk kez açıklamış olan Newton, çekimin matematiksel ifadesini vermeye girişir. Kepler kanunlarını göz önüne alarak gravitasyonu "F= M.m/r2" olarak formüle eder. Daha sonra gözlemsel olarak da bunu kanıtlayan Newton, böylece bütün evreni yöneten tek bir kanun olduğunu kanıtlamıştır. Bundan dolayı da bu kanuna evrensel çekim kanunu denmiştir. Newton'un diğer bir katkısı da fizikte kuramsal evreyi gerçekleştirmiş olmasıdır. Kendi zamanına kadar bilimde gözlem ve deney aşamasında bir takım kanunların elde edilmesiyle yetinilmişti. Newton ise bu kanunlar ışığında, o bilimin bütününde geçerli olan prensiplerin oluşturulduğu kuramsal evreye ulaşmayı başarmış ve fiziği, tıpkı Eukleides'in geometride yaptığına benzer şekilde, aksiyomatik hale getirmiştir. Dayandığı temel prensipler şunlardır: 1. Eylemsizlik prensibi: Bir cisme hiçbir kuvvet etki etmiyorsa, o cisim hareket halinde ise hareketine düzgün hızla doğru boyunca devam eder, sükûnet halindeyse durumunu korur. 2. Bir cisme bir kuvvet uygulanırsa o cisimde bir ivme meydana gelir ve ivme kuvvetle orantılıdır (F=m.a) 3. Etki tepki prensibi: Bir A cismi bir B cismine bir F kuvveti uyguluyorsa, B cismi de A cismine zıt yönde ama ona eşit bir F kuvveti uygular. Newton'un ağırlıkla ilgilendiği bir diğer bilim dalı da optiktir. Optik adlı eserinde ışığın niteliğini ve renklerin oluşumunu ayrıntılı olarak incelemiştir ve ilk kez güneş ışığının gerçekte pek çok rengin karışımından veya bileşiminden oluştuğunu, deneysel olarak kanıtlamıştır. Bunun için karanlık bir odaya yerleştirdiği prizmaya güneş ışığı göndererek renklere ayrılmasını ve daha sonra prizmadan çıkan ışığı ince kenarlı bir mercekle bir noktaya toplamak suretiyle de tekrar beyaz ışığı elde edebilmiştir. Ayrıca her rengin belirli bir kırılma indisi olduğunu da ilk bulan Newton'dur. Mekanikçi doğa anlayışını doruğa çıkarttı denilebilir. Doğa felsefesinin matematiksel ilkesi, kendisinin ve bilim dünyasının en önemli eseri sayılır. Eserin ilk bölümünde devinimden bahsedilir. Galileo'nun eylemsizlik ve serbest düşme yasasını Newton kapsamlı bir teoriyle incelemekteydi. Galileo'nun eylemsizlik ilkesine Newton "kütle" yasasıyla daha net bir bakış kazandırır: Değişik kütleye sahip iki nesne, sıkışık bir yayın karşıt uçlarına bastırılıp bırakıldığında kütlesi büyük olanın kayma ivmesi daha azdır. Bu mekanikçi kuramın başka bir yasası da "kuvvet"tir. Kuvvet, hız veya yön değiştirmenin nedeni olarak tanımlanmakta ve bunun kütle ile ivmenin çarpımından oluştuğu belirtilmektedir. Son olarak her etkiye karşı, eşit bir "tepki" vardır. "Kütle" ve "kuvvet"ten sonra mekaniğin üçüncü yasası budur. Gelileo ile Newton mekaniğinde yalnızca aynı doğrultuda tekdüze devinim doğaldır. Denenmenin yön-hız değiştirmesi ancak bir dış kuvvetin etkisiyle olanaklıdır. Newton yerçekimi ile ilgili hipotezini yasaya dönüştürür. Evrende var olan herhangi iki cisim (kütlelerin çarpımıyla doğru, aralarındaki mesafenin karesiyle ters orantılı olarak) birbirine çeker. İşte, elmanın yere düşmesiyle, Dünyanın Güneş etrafından dolaşması gibi birbirinden uzak olguları bir tek kategoride açıklama olanağı bu ilke ili mümkün kılınmıştır (Evrensel yerçekimi yasası). Newton'un ulaştığı sonuçlar şunlardır: * 1. Hareketin üç temel yasaya indirgenmesi, * 2. Bu yasaların dayandığı kavramların tanımlanışı (kütle, kuvvet), * 3. Copernicuz ve Kepler'in ilk adımlarını attıkları sistemin bilimsel bir teori olarak kuruluşu (Evrensel yerçekimi yasası). |
|
||||
Origenes
(185 - 254) Yunan dünyasının Doğu bölümünde yetişmiş olan Origenes İskenderiye'de Clemens'in okulunda görev almıştır. Hıristiyanlığın ilk dönemi için çok önemli ve karakteristik bir düşünürdür. Ammonios Sakkas'ın öğrencisi olan Origenes'in karakteristik yanı, Hıristiyanlık ile Yeni Eflâtunculuk arasında sallanmasıdır. Nitekim bu "kararsızlığı" kendisini Kilise ile anlaşmazlığa düşürmüş ve sonunda Hıristiyan cemaatinden kovulmasına neden olmuştur.
Yeni Eflâtunculuk ile Hıristiyanlık arasında başlıca farklardan birini, "Allah anlayışı" oluşturur. Hıristiyanlık Allah anlayışını Yahudilikten almıştır, yani Allah, Hıristiyanlığa göre de, evreni yoktan yaratmış olan bir "Yaratıcı "dır. Oysa Yeni Eflâtunculuk evreni Allah'ın bir görüntüsü olarak düşünür. Evren, ışığın güneşten çıkıp yayılması gibi, "kutsal anlamın bir yayılması"dır. Origenes de Allah anlayışında daha çok Yeni Eflâtunculuğa yakındır. Hıristiyanlık ile Yeni Eflâtunculuk bir de "Allah ve insan" ilişkisi konusunda farklı düşünürler. Hıristiyanlığa göre insan Allah'ın "yarattığı" bir yaratıktır ve bundan dolayı Allah ile insan arasında yaratan ve yaratılan ilişkisi geçerlidir. Bu nedenle ikisinin arasında "aşılamaz bir uçurum" bulunur. Oysa Yeni Eflâtunculuk için insan, Allah'ın bir görünüşüdür. İnsan kendinden geçme (cezbe) durumunda yeniden Allah ile "birleşme" imkanına sahip olur, ancak bu kendinden geçmenin (cezbenin) kutsal anlamda olması şarttır. Sonuç olarak Hıristiyanlık evrenin "belli bir zaman içinde", yani, zamanın başlangıcında yaratılmış olduğuna inanır. Ayrıca Hıristiyanlığa göre Allah'ın insan biçimine girmesi, "bir kez" olmuştur ve bu belli bir tarihte olmuştur, bir daha yinelenmeyecektir. Origenes ise Hıristiyanlığın bir kez olan olayını, "zamanın üstünde" olan olay olarak ve de sonsuz olay olarak anlama eğilimindedir. Bu eğilim onu, evreni "yinelenen bir gelişim" olarak anlamaya götürmüştür. Origenes'e göre Allah'ın yarattığı bir yaratık olan insan, yalnızca zayıf olduğu için günah işleyip Allah'tan ayrılmıştır. O halde "günah" Allah'a başkaldırmanın bir sonucu olmayıp, yalnızca insanın zayıf olması yüzünden meydana gelir. Ancak Allah bu düşkün yaratığına yardım edecek, ona şefaat (bağışlama) ederek onu düştüğü günah çukurundan çıkaracaktır. Nitekim insan yalnızca ceza olarak, daha doğrusu, günahtan "arınsın" diye bir bedenle yaratılmıştır. Ceza bir düzelme (ıslâh) aracı olduğu için, günahkârların tümü sonunda günahlarından temizlenerek Allah'a dönmek olanağına sahiptir. Nitekim tüm yaratıklar (şeytan da dahil) sonunda kurtulacak ve yeniden Allah ile birleşecektir. Ancak yaratılanların zayıf olmaları devam edeceğinden, bunlar Allah'tan yeniden ayrılacaklar ve bu hareket bu şekilde sayısız kez yinelenerek sürecektir. Origenes'in, evrenin sürekli bir döngü içinde olduğu görüşü, Hıristiyanlığa hiç uymayan, daha çok Gnosis'e uyan bir düşünüştür. Bu ve bunun gibi Hıristiyanlığa aykırı fikirleri, Origenes'in Kilise ile arasının açılmasına neden olmuştur. |
|
||||
Maurice Merleau-Ponty
(1908-1961) Sartre ile birlikte varoluşçu felsefe ile görüngübilimsel felsefenin önemli kurucuları arasında gösterilen Fransız felsefeci. Varoluşçuluk ile görüngübilim arasında kesin çizgilerle bir ayrım yapmak güç olmakla birlikte, Maurice Merleau-Ponty çoğunluk "varoluşçu görüngübilim" adıyla anılan felsefesini çok büyük ölçüde Husserl'in düşünceleri ışığı alanda geliştirmiştir. Maurice Merleau-Ponty'nin hemen bütün düşünsel yaşamı boyunca kendisine hedef olarak belirlediği temel sorun, Sartre'ın varoluşçuluğuna da yer ettiğini düşündüğü Descartesçı felsefenin doğal içerimi olan özne-nesne ikiliğidir. Husserl 'in "öndeyileyici yönelmişlik" tasarımı ile Heidegger'in "dünyada bulunmak " olarak insan varlığına getirdiği yorumun ışığı alanda Merleau-Ponty, kendimizi içinde bulduğumuz bir deneyim alanı olarak dünya betimlemesini geliştirmiştir. Sartre'ın "özgürlüğe mahkûmuz" görüşüne karşı Maurice Merleau-Ponty , bütün insanların birer "anlam avcısı" olduğunu dile getirerek hepimiz de "anlama mahkumuz" düşüncesini öne çıkarmıştır. Ortaya atağı düşüncelerle kişinin kendisini ancak başkaları üzerinden bilebileceğini, bu anlamda düşüncelerimizin de eylemlerimizin de bizi tanıladığını, bunun da önemli tarihsel içerimleri bulunduğunu savunmuştur. Gerçek insan doğasının asla değişime dur demeyeceğini belirten Maurice Merleau-Ponty , felsefeyi doğruluğu varlığa getiren bir sanat olarak görmüştür. Maurice Merleau-Ponty'nin çıkış noktasının özünü Husserl'in *epokhe” düşüncesi oluşturmaktadır. Ancak ona göre amaç Husserl'de görüldüğü üzere Descartes 'ın kuşku felsefesinin yapısı içine sıkışıp kalmak değil, tam tersine yaşananın can damarını oluşturan algıya ilişkin bir açıklama sunmak olmalıdır. Nitekim Maurice Merleau-Ponty yaşamı boyunca Fransız bilinç felsefecisi olarak bilinmesine karşın düşünceleriyle kendi konumunu aşama aşama Sartre ile Husserl'in görüngübilimsel konumlarından ayırmıştır. Bu anlamda Merleau-Ponty 'e göre görüngübilimsel epokhe, yaşanan yaşantının bilincinin içkin özleriyle ilişkiye geçme olanağı sunmaktadır. Epokhelerin burada oynadığı başlıca rol, bütün nesnelliğiyle birlikte verili doğal dünyadan bir kopmayı sağlıyor olmalarıdır. Düşüncelerini her zaman için Descartesçı "Cogito"nun ("Düşünüyorum, demek ki varım”) soyutluk ile boşluğundan olabildiğince ayrı tutmaya özen göstermiş olan Merleau-Ponty, bedenli olmanın belli bir dünyaya bağli olmak olduğunu göstermeyi erek edinerek geleneksel anlamda ruh ya da zihin karşısında ikinci plana itilen bedene saygınliğını yeniden kazandırmaya çalışmıştır. Bu anlamda Merleau-Ponty 'e göre bedenimiz baştan beri hep dünyada olagelmiştir; dolayısıyla "kendinde beden" diye bir şeyin varlığından söz etmek olanakli değildir. Algı bu anlamda hep belli bir bağlamda ya da durumda gövdelenmiş bir algıdır; yoksa "kendinde algı" diye bir şey söz konusu değildir. Özelde "algıliyorum" demek kesinlikle Descartes'ın "düşünüyorum" una karşılık gelen bir şey değildir; ne de "algılamak" nesnel bir biçimde görülerek evrenselleştirilebilir bir eylemdir. Algılayan öznenin gövdelenmiş olma değergesi bu anlamda yaşanan anın görüngübilimsel betimlemesinin yapılabilmesinin önünü açmaktadır. Bu noktada Merleau-Ponty 'e göre böyle bir betimleme içinde, yani görüngübilimsel epokhe içindeyken algılanan şey, kendisi hakkında söylenen şeye eşittir. Merleau-Ponty Merleau-Ponty 1942 yılında yayımladığı daha ilk kitabı Davranışın Yapısı 'nda (La Sttucture de comportement) döneminin ruhbilimi ile fızyolojisindeki egemen anlayışların kapsamlı bir eleştirisini sunduktan sonra algının varolan bütün her şey karşısındaki önceliğini temellendirmeye çalışmıştır. Bu arada geleneksel felsefenin algıya salt halüsinasyonlardan (varsayımlardan) ayrılığını tanıtlamak amacıyla yaklaşmasının altında yatan nedenleri sorgulayarak, kuşkuculuktan kurtulmak adına algıya yaklaşılmış olmasının, algının edimsel anlamıyla araştırılmayışının başlıca nedeni olduğunu ileri sürmüştür. Algı görüngüsüne geleneksel yaklaşımın ne denli yetersiz olduğuna kanıt olarak da "yalnızca yeni bir algı adına bir önceki algıdan kuşku duyma" alışkanlığı" ya da gerçeğini göstermiştir. Bir yanılsamanın ya da varsamın kurbanı olunduğunun bulgulanması bu anlamda algının bütün bütün yoksayılması için yeter neden değildir. Merleau-Ponty tam bu noktada düşünüm ile düşünümün olmadığı yaşantıda "verili olan" arasında bir ayrıma gitmiş; bu ayrım doğrudan doğruya Merleau-Ponty 'nin sürekli eleştirdiği çözümleme anlayışına karşı seçenek olarak önerdiği "köktenci düşünüm" tasarımını doğurmuştur. Buna göre çözümleyici düşünce yaşantıyı (deneyimi) duyumlar, özellilder ve bunlar arasındaki ilişkiler olmak üzere önce parçalarına yırmakta, sonra da bunları kendi içinde tutarlı bir bireşime ulaşasacak, yaşantılar dünyasının birliğini ve bütünlüğünü yeniden kuracak özel bir güç arayışına girişmektedir. Bu eleştiriye karşın Maurice Merleau-Ponty 'nin yapıtlarının çözümleyici felsefeciler arasında öteki görüngübilimcilere göre çok daha büyük bir okuyucu kitlesi bulmuş olması ilginçtir. Merleau-Ponty'e göre beden ne öznedir ne de nesne; ama buna karşın bütün bilme etkinliklerimizi derinden etkileyen anlaması son derece güç bir varoluş kipidir. Hemen bütün yazılarında bedenin dünya ile girdiği ilişki açılimlarını araştıran Merleau-Ponty, bu araştırmaları boyunca deneysel koşullar altında özerk bilgi istemiyle yola koyulan bilimsel ve Eelsefı düşüncelere karşı çıkmıştır. Daha geç tarihli bir yazısı olan "Göz ile Tin" de ise ("L'Oeil et 1'esprit", 1961) bedenin dünya ile olan ilişkisinin niteliğini resmetmeye çalışmıştır. Benzeri bir çabayı, dil üstüne düşüncelerini Saussurecü dilbilim görüngübilime sokarak derinleştirdiği ve algoritmik bir dilin olanaklilığını savunduğu çeşidi yazılarının toplandığı Göstergeler 'de de (Signes, 1960) görmek olanaklıdır. Merleau-Ponty 'e göre bir yanda bilim öbür yanda aşırı soyut düşünme alışkanlığı, felsefenin her nesneyi, her kişiyi, düşünülebilecek her görürıgüyü bir veriler toplamı olarak düşünmeye başlamasına yol açmıştır. Felsefecilerin başlıca ödevinin şeylerle düşünsel ilişkiye geçerken onları bilimin betimlediği gibi değil de oldukları gibi görüp öyle de göstermeleri olduğuna inanan Merleau-Ponty, bu bağlamda hergünkü dolaysız deneyimlerimizde karşılaştığımız yaşam dünyasına (Leben.nı.el~ geri dönmemiz gerektiğini savunmuş tur. Çoğunluk Merleau-Ponty'nin Saussure'ün Genel Dilbilim Dersleri nde sunulu dil kuramını kendi görüngübilimini sağlamlaştırmak amacıyla kullandığı bilinse de burada Merleau-Ponty için yapısalcı dilbilim ve göstergebilim kuramlarının odağında bulunan iki Saussurecü ilke özellikle önemlidir. Bunlardan ilki anlamın dilde göstergeler arasındaki "sesçiller" aracılığıyla oluştuğuyken, ikincisi dilin sesçilliğinin araştırılmasıyla varolan kullanımlann doğasının açıklanamayacağıdır. Nitekim Merleau-Ponty , Dünya Yazısı (La Prose du monde, 1969) başlikli çatışmasında, "Saussure'ün kuşkuya yer bırakmayacak bir açıklikta...sözcüğün ya da dilin tarihinin şu anki anlamım belirlemediğini" dile getirmektedir. Merleau-Ponty ’nin bir göstergebilimci olarak yapısalcı dilbilimde bulduğu, hiç kuşkusuz öznenin dünya ile yaşadığı deneyim üstüne yapılan önemli vurgudur. Bu bağlamda Descartes'ın "Cogito"sunu "dünyaya ait iken kendime de aidim" biçiminde dönüştüren Merleau-Ponty, dünyayı bir bilgi nesnesi olarak kurma uğraşı içinde olan her türden çabanın, bedenin dünyaya katılışım kavrama çabası önünde ancak ikincil değerde bir felsefe olarak görülmesi gerektiğini savunmuştur. Nitekim Merleau-Ponty başyapıtı sayılan –Algının Görüngübilimi (Phenomenologie de la perception, 1945) başlıkli kitabında geliştirdiği özgün düşüncelerle seçkin bir beden felsefecisi olarak değerlendirilir olmuştur.
|
|
||||
Pythagora
Bildiğimize göre, Pythagoras ( 580-500 aralarında) Samoslu ( Sisam adasından) imiş, genç yaşında Güney İtalya’ya göçmüş. Burada Kroton şehrinde yerleşip gizli bir din tarikatı kurmuş..6. yüzyılın ortalarında Yunanistan’da yayılmaya başlayan bir dinin, efsanevi şarkıcı Orpheus’un kurduğu Orphik kültün çok etkisinde kalmış. Ruhun göçtüğüne, doğuşların dönümlü (periodik) olduğuna, bedenden ayrılan bir ruhun insan ve hayvan bedenlerine girdiğine inanma, Trakya Dionysos’una tapan Orphiklerin başlıca inançlarıdır. Pythagorasçılar aslında bir din topluluğu ama matematik ve musiki ile çok uğraşmışlardır. Matematik ile musiki arasında bir bağlantı da kurmuşlardır. Pythagora’ın kendisi, ses perdesi ile tel uzunluğu arasında bir ilişkinin olduğunu bulmuş. Ondan sonrakiler sayı oranlarında seslerin gizli bağlantılarını aramaya girişip bir sesin niteliği ile ses dizisindeki yerini bu sese karşılık olan sayının niteliği ve sayılar dizisindeki yeri ile bir tutmuşlar. Matematik ile böylesine yakından uğraşan Pythagorasçılar, sayılardan edindikleri bilgileri genelleştirerek sayıları bütün varlığın ilkeleri (arkhe) yapmışlardır. Örneğin, belli bir sayı belli nitelikleriyle adalettir, bir başka sayı ruhtur, bir başkası akıldır vb. Böylece her şey için sayılarda bir karşılık bulmuşlardır. Onlara göre, nesnelerin özü, gerçeği, varlığın anamaddesi ( arkhe) sayıdır. İlk Pythagorasçılar sayının ideal yapısını henüz bilmezler, onlar da sayıyı cisimsel bir şey diye tasarlarlar. Nitekim kosmoloji sorusuna, “ sayılardan nesneler nasıl meydana geliyor?” sorusuna verilen yanıtta, sayıların cisimsel birer etken olduklarını görüyoruz.Sayıların kendisi, tek ile çiftten ya da “sınırsız” ile “sınırlayan” dan kurulmuşlardır. Tek – çift, bir – çok, sağ – sol, erkek – dişi, duran – kımıldayan, doğru – eğri, aydınlık – karanlık, iyi – kötü, kare – dikdörtgen. Pythagorasçıların dünya görüşü dualist: sınırlının, tekin, yetkin ile iyinin karşısında sınırsız, çift, yetkin olmayan ile kötü var. Pythagorasçıların bilim alanında en büyük başarıları astronomidedir. İlk defa olarak yeri, evrenin merkezi olmaktan çıkarmışlar, onu küre şeklinde düşünmüşler, yerin, evrenin ortasındaki görünmeyen merkezi ateşin etrafında dolandığını söylemişlerdir. Başlıca Pythagorasçılar: Karşıtlar öğretisinin temsilcisi bir hekim ve anatom olan Alkmaion ile Pythagoras tarikatı dağıldıktan sonra öğretiyi Attika’ya götüren Sokrates’in çağdaşı Philolaos’tur.
|
|
||||
Panaitios
(M.Ö. 180 - 109) Yunan filozofu. Rodos'da Lindos kentinde doğan Panaitios, orta dönem Stoa felsefesinin kurucusudur. Atina'da Seleukeialı Diogenes'in ve Tarsuslu Antipatros'un öğrencisi oldu. Platon ve Aristoteles'in felsefelerini inceledi. Uzun yıllar Roma'da kaldı ve Scipio ile birlikte M.Ö. 140 yılında Doğu gezisine çıktı. Antipatros'dan sonra okulun başına geçti ve yaşamının son yirmi yılını Atina'da geçirdi. Stoa öğretisinin temel ilkelerine bağlı kalmakla birlikte, eski Stoacılığın katı yanlarını yumuşatarak hümanist bir içerik kazandırdı.
Öteki önde gelen Stoacılara göre daha az yazdığı sanılan Panaitios'a verilen beş incelemeden hiç biri günümüze kadar ulaşmamıştır. Etikle ilgili konuları ele aldığı Peri tou Kathekontos (Ödev Üzerine) adlı yapıtı Cicero'nun De Officiis'inin (Ödevler Üzerine) esin kaynağıdır. Öteki yapıtları arasında Peri Apatheias (Duygusuzluk Üzerine) ve Peri Ekpyroseos tou Kosmou (Dünyanın Ateşle Son Bulması Üzerine) sayılabilir. Panaitios'un en önemli öğrencisi Apameia'lı Poseidonios'tur. |
|
||||
Karl Raimund POPPER
Bilim ve siyaset felsefesiyle uğraşmış olan, 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri.
Temel eserleri: The Logic ot Scientific Discovery [Bilimsel Keşfin Mantığı], Conjectures and Refutati*ons [Sınama ve Yanılmalar], Objective Knowledge [Nesnel Bilgi], The Poverty of Historicism [Tarihçiliğin Sefaleti] ve The Open Society and its Enemies [Açık Top*lum ve Düşmanları]. Bilim Felsefesi: Popper’ın felsefeye yaptığı ilk büyük ve önemli katkı, bilime bir sınır çekme problemine getirdiği yeni çözümden oluşur. Onun zamanına dek kabul edilmiş olan görüşe göre, bilim tümevarım yöntemiyle seçkinleşir, yani bilim sonuçlarına, mantıksal analiz yerine, gözlem ve deney yöntemiyle ulaşır. Buradaki büyük güçlük ise, şudur: Ne kadar çok ve uzun süreli gözlem yapılmış olursa olsun, eldeki veriler s*nırlanmamış bir genellemenin, tümel bir önermenin doğruluğunu saptamak için hiç*bir zaman yeterli olmayacaktır. Örneğin, ‘Tüm kargalar siyahtır’ şeklindeki sınırlanmamış bir genellemenin doğruluğu, bu dünyada şimdi varolan ve gelecekte varolacak olan tüm kargaları hiçbir zaman gözlemleyemeyeceğimiz için, kanıtlanamaz. Bu ise, bizi şu endişe verici, kaçınılmaz sonuca götürün: Bilim, yalnızca doğanın düzenlili*ğine duyduğumuz inançla varolabilir ki, bunu da tanımlamak ve kanıtlamak, görü*nüşte imkansızdır. Popper, işte bu durumun bir sonucu olarak, sınırlanmamış genellemelerin, deneyime dayanan tümel önermelerin doğrulanamayacaklarını savunur, ancak bir yandan da bunların yanlışlanabileceklerine işaret eder. ‘Tüm kargalar siyahtır’ genellemesi hiçbir zaman doğrulanamasa bile, beyaz tek bir karga, onu yanlışlamaya yeter. Popper’a göre bilimde belirleyici olan yanlışlamadır. O, bilimin, belirli özel koşullar altında gözlemlenen ya da gözlemlenecek olan açısından, her zaman tehlike içinde olduğunu savunur. Bilimsel teoriler, Popper’a göre, gözlemler beklentilerle uyuşmadığı takdirde, terk edilmeye ya da değiştirilmeye mahkumdur. Buradan, hiçbir bilimsel teorinin, ne kadar çok test ve sınamadan başarıyla geçmiş olursa olsun, asla kesin sonuçlu olarak doğrulanamayacağı sonucu çıkar. Bu sonuç, Popper’a göre, bilim tarihi tarafından da doğrulanmaktadır: Newton fiziği gibi, doğruluğu test edilmiş ve geniş bir biçimde kabul görmüş olan bir teori bile, revizyondan kurtulamamıştır. Bilim, hiç kuşku yok ki, teorilerini geliştirebilir, onları tüm testlerden başarıyla geçmiş olan yeni kuramlarla değiştirebilir. Ancak bilim, hiçbir zaman doğayla ilgili olarak kesin, değişmez ve mutlak doğrulara ulaşmış olduğunu iddia edemez. Popper’a göre, bilimsel bilgilerimiz, tarihte şimdiye kadar, yanlışlamaya yönelik tüm sistematik girişimlere karşın ayakta kalabilmiş teoriler yığınından ibarettir. Siyaset Felsefesi: Popper, toplum ve siyaset felsefesi alanında tarihsiciliğe ve holizme yönelik sert eleştirileriyle ün kazanmıştır. Tarihsel gelişmenin yasaları ya da ilkeleri bulunduğunu, bu yasa ya da ilkeleri bildiğimiz takdirde, insanlık tarihinde gelecekte olup bitecek olayları, tıpkı bir astronomun ay ya da güneş tutulmasını önceden doğru tahmin etmesi gibi, önceden doğru tahmin edebileceğimizi savunan görüş olarak tarihsiciliğe şiddetle karşı çıkan Popper’a göre, insan toplumunu oluşturan sistemde öndeyiye yer yoktur; çünkü, burada gelişmeyi belirleyen temel etkenlerin başında, çevremize ve içinde bulunduğumuz koşullara nasıl karşılık vereceğimizle ilgili kararlar gelir. Buna göre, örneğin teknolojinin çağdaş toplum üzerinde bu kadar büyük bir etki yapacak güç haline gelebileceği, bir yüzyıl önce hiçbir şekilde tahmin edilemezdi. Popper için, seçim ve sorumluluk bireylerindir, bundan dolayı, üyeleri ister istesin, ister istemesin, toplum bu şekilde gelişmek zorundadır’ demek için yeterli dayanağımız asla olamaz. Siyaset felsefesiyle toplum görüşleri, bilimin doğasına ilişkin araştırmalarına sıkı sıkıya bağlı olan ve özellikle Açık Toplum ve Düşmanları adlı eserinin ikinci cildinde Marx’ı yoğun bir biçimde eleştiren Popper’a göre, Marx’ın görüşleri bilimin doğasıyla ilgili yanlış bir kabul ya da önyargıya dayanmaktadır. Marx kendisini, toplumu konu alan bir bilim adamı, topluma, onun nasıl işlediği*ni ve geliştiğini anlamak amacıyla, yansız ve önyargısız olarak yaklaşan bir araştırmacı olarak görmüştü. Marx’a göre, toplumlar değişmez, statik varlıklar değildirler; toplumlar değişmektedir ve toplumlardaki bu değişme, yasasız olmayıp, değişmenin yavaş olan hızından dolayı, tarihe ilişkin araştırmalarla ortaya çıkarılabilecek yasalara uygun olarak gerçekleşir. Bu çerçeve içinde, Marx, tarihi konu alan araştırmalar sayesinde, feodalizmin nasıl kapitalizmi doğurduğunu, insanlık tarihindeki bir evre olarak kapitalizmin nasıl gelişip, daha sonra yıkılacağını anlayabileceğimizi savunur. Buna göre, bilimsel sosyalizmle tarihsel yöntem örtüşmektedir. Popper, işte bu noktada, Marx’ın bilimin nihai ve değişmez doğruları keşfettiğine, bilimin doğrularının zorunlu ve kaçınılmaz olduğuna büyük bir güçle inanmış olduğunu belirtir. Popper için böyle bir analiz, kendi içinde iki temel yanlışı barındırmaktadır. Ona göre, bilimsel bilginin artışı ve gelişmesinin insanlık tarihinde çok güçlü bir etkisi olduğu, ve bilgideki büyük birikim ve ilerleme, Newton ve Einstein gibi dahilerin kavrayış ve yaratıcılığına bağlı olduğu için, ne bilgideki artış ve ilerleme, ne de bu gelişmenin tarih içindeki sonuçları önceden kestirilebilir. Başka bir deyişle, bilimsel bilgideki birikim ve ilerleme insanlık tarihinin akışını büyük bir güçle etkilediğinden, fakat bilim*sel bilginin gelecekteki durumu ya da geliş*me seyri, mantıksal ya da bilimsel yöntemlerle önceden kestirilemeyeceğinden dolayı, insanlık tarihinin gelecekte nasıl bir gelişme seyri içinde olacağına ilişkin olarak öndeyide bulunmak olanaklı değildir. Bu ise, teorik bir tarih, yani teorik fiziğe karşılık gelen ya da eşdeğer olan tarihsel bir toplum bilimi imkanının yadsınması anlamına gelmektedir. İşte bu, Popper’a göre, Marks’ın bilimsel araştırmanın doğasını yanlış anlamaktan oluşan birinci yanlışıdır. Marx gibi, Popper da bilimsel yöntemin toplumu konu alan araştırmalara uygulanabileceğini düşünür. Bununla birlikte, onun yöntemi ve bilim anlayışı, Marx’ın savunuculuğunu yaptığı bilim ve yöntem anlayışından farklılık gösterir. Tarihsel araştırmayla bilimsel sosyalizmi özdeşleştiren Marx’tan farklı olarak, Popper’ın gözünde bilim, tarihsel araştırmayla, hatta tümevarımsal süreçlerle bile aynı değildir. Bilim, imgelemin, ilke olarak yanlışlanabilir olması durumunda, ‘bilimsel’ olan hipotez oluşturma faaliyetini içerir. Oysa, Marx’ın, tarihsel değişmeyle ilgili değişmez diyalektik yasaların keşfine dayanan iddiaları, yanlışlanabilir olmadıkları için, bilimsel değildir. Ve Karl Popper, bu bağlamda, bilimin kesin olmadığını ve olamayacağını, yeni veriler ışığında sürekli olarak revizyona tabi olduğunu belirtir. Karl Marx’ın ikinci yanlışı, bilimin toplumun bütününe uygulanabileceğini, bütün bir sistemle ilgili olan yasalar bulunduğunu düşünmesinden oluşur. Popper, buna holistik görüş ya da ütopik bir toplumsal planlama adını verir. Ona göre, kaçınılmaz ve zorunlu olup, toplumun bütününe uygulanan tarihsel yasalara duyulan inanç, toplumun bütününün belirli bir plana göre yeniden biçimlendirilmesi ya da yapılandırılması gerektiği görüşüne götürür. Bütünü göz önüne aldığında, insan faktörünü zorunlu olarak gözden kaçıran bu yaklaşım, toplumun yeni baştan kurulması ve yapılandırılmasının mümkün ve zorunlu olduğuna önceden karar verir ve toplumun varolan yapısını kökten bir biçimde değiştirir. Karl Popper’a göre, Marx’ın ikinci yanlışı da bundan, yani onun bilimin deneme ve yanılma yöntemine dayandığını bir türlü görememesinden kay*naklanmaktadır. O, bunun tam tersine, özel problemler için özel yaklaşımların söz konusu olduğunu belirtir, kurumların kötü yönetici tehlikesini en aza indirgeyecek şekilde düzeltilmesi ve geliştirilmesini ister. Popper, yaşamayı her şeyden önce ve her şeyin üstünde bir sorun çözme faaliyeti olarak gördüğü için, sorun çözmeye elverişli olan toplumlar ister. Sorun çözme ise, çözüm denemelerinin cesaretle ortaya atıl*masını, sonra da bunların eleştiriye ve hatta eleme işlemine tabi tutulmasını gerektirdiği için, Popper karşı önerilerin engellenmeden ortaya atılmasına, bunların eleştirilmesine, sonra da eleştirilerin ışığında, bunlarda gerçek değişiklikler yapılmasına izin veren toplum biçimleri istemektedir. Popper, her çeşit ahlâk düşüncesi bir yana, bu gibi çizgiler boyunca örgütlenmiş bir toplumun, başka türlü örgütlenmiş bir topluma oranla, sorunlarını çözmekte daha etkili ve dolayısıyla daha başarılı olduğuna inanır. Popper’a göre, teorik konularda olduğu gibi, pratik alanda da doğru yanıtlara sahip olabileceğimizden asla emin olamayız. Bundan dolayı da, o, yönetim biçimi olarak demokrasiyi, açık toplumu savunur, çünkü eleştirme ve tecrübe etme özgürlüğü en fazla demokraside vardır. Onun anladığı biçimiyle demokrasi, yöneticilerin toplum problemlerine önerdikleri çözümün umut verir gibi görünmediği zaman, değiştirildikleri bir sistemdir. Popper’ın gözünde, iktidarın kimlerin elinde olduğundan çok, iktidarın kişisel çıkar için olduğu kadar, toplumsal ya da siyasal dogmalar adına kötüye kullanılmasının önüne geçilmesi büyük önem taşır. |
|
||||
Poseidonios
(M.Ö. 135 - 51) Yunan filozofu. Döneminin ve bir olasılıkla tüm Stoacı okulun en bilgili üyesi olarak kabul edilir. "Atlet" lakabıyla anılan Poseidonios Suriye'de Apameia kentinde doğdu. Yunanlı Stoacı filozof Panaitios'un öğrencisi oldu ve bir çok yere gittikten sonra Rodos'a yerleşip ders vermeye başladı. Onun ünü pek çok bilgini buraya çekmeye başladı. Yazıları ve kişisel ilişkileriyle Stoacılığın Roma dünyasında yaygınlaşmasında Panaitios'dan sonra en etkili kişi oldu. Hiç biri günümüze ulaşmayan 20'yi aşkın yapıtının yalnızca başlıkları ve konuları bilinmektedir.
Orta dönemin öteki Stoacıları gibi Poseidonios da daha eski Stoacılar'ın görüşleriyle Platon ve Aristoteles'in görüşlerini birleştiren eklektik bir düşünürdür. Ama insan tutkularının yalnız yanlış yargılar değil, içsel nitelikler olduğunu savunan etik öğretisiyle çağdaşı Stoacılar'dan ayrılır. Doğa bilimi, coğrafya, astronomi ve matematikle de ilgilenen Poseidonios, Yer'in çapını, Ay'ın gel-git üzerindeki etkisini, Güneş'in uzaklığını ve büyüklüğünü hesaplamaya çalışmıştır. M.Ö. 146-88 arasını kapsayan 52 ciltlik tarih çalışması ilkçağ yazarları için güvenilir bir bilgi kaynağı olmuştur. |