Post Yapısalcılık Nedir?
Ferdinand de Saussure 'ün temellerini attığı yapısalcı dilbilime karşı tepki olarak doğmuş, özellikle YX. yüzyılın ikinci yansında Kıta Felsefesi bağlamında çok büyük ölçüde çağdaş Fransız felsefecilerinin özgün düşünceleriyle büyük bir ivme kazanmış felsefe konumu, anlayışı ya da tutumu. 1970'li yıllarla birlikte önceki dönem yapısalcılığın her bakımdan sorunsallaştırılmasına dayalı olarak toplum bilimlerinin hemen her alanında büyük bir uygulama alanı ile geniş bir yandaş kitlesi bulmuş toplumbilimsel düşünce okulu, akımı ya da öğretisi.
En genel anlamda post-yapısalcılığa, pek çok düşünürün de belirttiği üzere, bütün algıların, kavramların, doğruluk savlarının dil içinde yine dil yoluyla oluşturulduğunu söyleyen "dilsel dönemeç"in Fransız felsefe çerçevesindeki izdüşümü olarak yaklaşmak olanaklıdır. Post-yapısalcılık, yapısalcı dilbilimin kurucusu Saussure 'den içkin ilişkiler ile ayrımlar dizgesi olarak dil düşüncesi, Nietzsche'den değerlerin göreceliğinin sonuna dek götürüldüğü perspektivizm ("bakışaçısıcılik”) anlayışı, Foucault 'dan ussallık ya da doğruluk adına yapıldığı söylenen her türden konuşmama ardında yatanın gerçekte iktidar ile bilgi retoriği olmaktan öte bir değeri bulunmadığı düşüncesi alınarak bina edilmiş çok katlı bir felsefe yapısıdır. Bununla birlikte, 1950'li yıllarda insanbilimde Levi-Strauss , ruhbilimde Jacques Lacan , yazın kuramındaysa Roland Barthes 'ın ortaya koydukları post- yapısalcı düşünceler yalnızca bu alanlarda değil, post-yapısalcıliğın genel anlam çerçevesine de son derece önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Yine Derrida ' nın post-yapısalcılık içersine yerleştirilen özgün yapısökümcülüğü yalnızca felsefede değil, başta yazın kuramı ile yazın eleştirisi olmak üzere, toplum ve kültür bilimlerinin hemen her alanında önemli açılımlar doğurmuştur. Öte yanda, Richard Rorty 'nin bir yanda çözümleyici felsefe tartışmalarından öbür yanda kıta felsefesindeki post-yapısalcı düşüncelerden beslenerek geliştirdiği yeni pragmatik anlayışı da post-yapısalcılığın Amerika'daki uzantısı olarak değerlendirilmektedir. Post-yapısalcılığın yapısalcılik ile çok yakından bağlantılı olması, kimi yorumcuların bu ikilinin aralarındaki ilişkiyi kimileyin birbirleriyle tutarsız biçimlerde açıklamalar gibi bir sonuç doğurmuştur. Sözgelimi, yapısalcılık ile post- yapısalcılık arasında çok temel bir ayrılık bulunmadığını düşündüklerinden, Saussure 'den başlayıp Derrida ya uzanan düşünsel çizgiyi anlatmak için yalnızca yapısalcılık terimini kullanmaktadırlar. Yine de post-yapısalcılığın yapısalcılıktan ayrı bir çerçeve olduğu büyük ölçüde benimsenmiş olmakla birlikte, yapısalcılığın bütünüyle karşısında mı olduğu yoksa onun doğal bir uzanası mı olduğu bir hayli tartışmalı bir konudur.
Nitekim Manfred Frank ile diğer Alman kökenli felsefeciler post-yapısalcılik demek yerine, çoğunluk "Yeni Yapısalcılik" terimini kullanmayı yeğlemektedirler. Post-yapısalcılığın nasıl tanımlanacağına yönelik daha terim düzeyinde baş gösteren anlaşmazliklar yanında, Barthes, Lacan, Foucault . gibi önemli düşünürlerin yapısalcı mı oldukları yoksa yapısalcılığı bir yerden sonra bırakarak post-yapısalcı bir düşünsel konuma mı geçtikleri konusu üzerinde herkesçe olurlanan bir görüşbirliği de yoktur.
Yapısalcılık ile post-yapısalcılık arasındaki sınırın belirsizliği bağlamında, Michel Foucault 'nun Sözcükler ile Şeyler başlıklı çalışması öğretici değeri yüksek oldukça güzel bir örnektir. Kitap bir açıdan bakıldığında, tartışmaya yer bırakmayacak bir açıklıkta baştan sona yapısalcı bir çalışmadır. Foucaıılt, kitapta öncelikle belli başli bir-takım alanlardaki öznel düşünceye hem dayanak olan hem de bir yerden sonra onu sınırlayan, "episteme" adını verdiği temel bilme dizgelerini ortaya sermektedir. Daha sonra, öznelliğin kendisinin görünürdeki zorunluluğunun gerçekte, günümüzde o ünlü "insanın ölümü" olayı nedeniyle giderek kaybolmaya yüz tutmuş olumsal bir "episteme"nin yani modernliğin bir ürünü olduğunu göstermektedir. Ne var ki Foucault 'nun kitabın bütününe egemen özünde tarihsel olan bakış açısı, bir düşünce dizgesinden bir başkasına geçişin nasıl gerçekleştiğini açıklayamıyor olduğundan yapısalcılığın sınırlılığını da açıkça tanıtlamaktadır. Nitekim tam bu noktada Foucault, daha en başından beri yapısalcıliğın tarihsel olamayacağını görmüş olduğu için, yapısalcı yöntem ile kavramları açık açık kullanıyor olmasına karşın yapısalcı olmadığım özellikle belirtme gereği duymuştur. Dolayısıyla, Sözcükler ile Şeyler bir yandan yapısalcı bir kitapken, öbür yandan yapılsalcılığın sınırlarını açıkça gösteren bir kitap olması nedeniyle yapısalcı değildir. Öte yanda, Foucault 'nun iktidar ile etik üstüne daha sonra yaptığı çalışmalar için böyle bir belirsizliğin söz konusu olmadığını, dolayısıyla da rahatlıkla post-yapısalcılık çerçevesi içine yerleştirilebildiklerini belirtmekte yarar var. Bu ve bunun gibi belirsizlikler nedeniyle, post-yapısalcılık teriminin her durumda enson anlamda bir açıklama sunacak ölçüde özsel bir terim olmamasına karşın, XX. yüzyılın ikinci bölümünde özellikle Fransa'da yapılan felsefenin birtakım olmazsa olmazlarım anlamak bakımından son derece yararlı olduğu da kuşku götürmez. Kuşkusuz post-yapısalcılık terimini tam olarak kavrayabilmek için öncelikle yapılması gereken, yapısalcılıktan sonra ona karşı çıkarak geldiğini bildiren "post" öntakısında nelerin içerimlendiğini açıklığa kavuşturmaktır. Yapısalcılık, kurucusu Saussure ' ün düşünceleri de dahil olmak üzere, hiçbir zaman kendi içinde bütünlüklü ve tutarlı başlı başına bir felsefe yaklaşımı olarak ortaya konmamıştır.Öznelliği bütün bütün bırakmaya yönelik genel savunusu bir yana bırakılacak olursa, üstü örtük olmakla birlikte yapısalcılığın kuramsal temellerinin bir tür Descartesçı yaklaşım sergilediği kuşku götürmez. Sözgelimi aynı Descartes gibi yapısalcılık da şaşmaz kesinlikler üstüne kurulu, başvurulan temel kavramların açıkça tanımlandığı, aralarında keskin ayrımların yapıldığı, mantıksal bakımdan çelişki içermeyen bir bilgi dizgesine ulaşmayı amaçlamaktadır.~ Aralarındaki tek ayrılık, yapısalcılıkta kurulan dizgenin kendisi zaten saltık olarak kavrandığı için ayrıca öznelliği temellendirme gereğinin duyulmayışıdır post yapısalcı yapısalcılık eleştirileri, bır yandan belirgin bir biçimde dizgelerin kendilerine yeter yapılar oldukları sayıltısına karşı çıkarlarken, öbür yandan bilgi dizgelerinin üzerine kurulmak zorunda oldukları kesinliklerin tanımlanabilirliklerini sorgulamaktadırlar~
Sözgelimi önde gelen post-yapısalcı felsefecilerden Derrida , yapısalcı dizgelerin eleştirisini kendi bulup geliştirdiği yapısökümcü okuma tekniğiyle gerçekleştirmektedir. Nitekim Derrida 'nın yapısökümcü yapısalcılık eleştirisinde yapılmak istenen, ayrıntılı bir metinsel ve kavramsal çözümleme aracılığıyla, birtakım temel kavramların (örneğin, varlık ile yokluk, doğru ile yanlış gibi) hem tanımlan yapılırken hem yapılmış tanımları kullanılırken aslında kendi temellerinin altını,oyuyor olduklarını, dolayısıyla da kendilerine karşı işlemekte oluşlarını göstermektir.
Genel Dilbilim Üstüne Dersler başlığıyla ölümünden sonra öğrencilerince derlenerek yayımlanan yapıtında Saussure , dizgesel öğeler arasındaki ayrımlar yoluyla tanımlanan biçimsel bir yapı olarak anlatılabilecek bir dil (langue) görüşü geliştirmiştir. Saussure 'e göre, söz konusu yapı ilki düşüncelerden ikincisi sözcüklerden oluşan iki alanı aynı anda yani eşzamanlı olarak hem bulundurmaktadır hem de bunları birbirleriyle bütünleştirmektedir. Belli bir dilsel terim (yani "gösterge'~, bir düşünce ya da kavram (yani "gösterilen'~ ile sözcüğün fıziksel varlığının. (yani "gösteren"in) biraraya gelmesiyle oluşmaktadır. Her dil, buna göre, ayrı varlıkları olmaksızın hem gösterenlerin (Fiziksel sözcüklerin) hem gösterilenlerin (düşüncelerin) özgül yapısını tanımlayan bir ayrıca etme biçimi olarak bu türden göstergelerin birarada bulunduğu kendi içinde bütünlüklü bir dizgedir. Açıkça görüleceği üzere Saussure 'ün görüşü, gerek gösterenlerin gerek gösterilenlerin dilde bağımsız olarak verili olduklarının düşünüldüğü, yani gösterilenlerin kendi anlamlarını kendilerinin belirlediği, buna karşı gösterenlerinse anlamla bütünüyle karşılık geldikleri gösterilenlerle eşlenmeleri aralığıyla kazandıkları düşüncesi üstüne kurulu geleneksel anlayışın doğruluğunu yadsımaktadır. Bu gösterenler ile gösterilenlerin bağımsız olarak işledikleri savının dilin olmaktalığını hiçbir biçimde açıklamadığını düşünen Saussure, bunun yerine gerek gösterenlerin gerekse gösterilenlerin, yalnızca öğeler arasındaki ayrımlar yoluyla tanımlanan biçimsel yapının ortaklaşa paylaştıkları varlığından ötürü bir anlam taşıdıklarını ileri sürmektedir. Jakobson ile Troubetzkoy gibi öteki önemli dilbilimcilerce geliştirilip kapsamı genişleten Saussure 'ün bu yapısalcı yaklaşımı, dilbilimde oldukça başarılı olmuştur.
1950’lere gelinene değin, yaklaşım insanbilimden ruhbilime, toplumbilimden felsefeye hemen her alanda büyük gelişmelerin hazırlayıcısı olmuştur. özetle Saussure 'ün yapısalcılık çerçevesinin en genel anlamda üç temel sonucu olduğu söylenebilir:
(ı)bütün anlamlar ile kavramların bilinç yaşantısından, zihin durumlarından ya da duygulardan türetildiği bütün idealist anlayışların çürütülmüş olması;
(ıı) anlamlar ile kavramların anlaşılmasının her durumda soyut dizgelerin öğeleri arasındaki yapısal ilişkilerde temellendiğinin kesinlenmiş olması;
(ıiı) yapısal ilişkilerin gerçek/gerçekdışı, zamansal/zamandışı, eril/dişil gibi yalnızca karşıtlıklar üstüne kurulu ayrımlarla açıklanabilir olması.
Bu bağlamda post-yapısalcığın ileri sürdüğü temel savını, yapısalcılığa karşı yaptığı iki çok temel eleştiri üstüne bina ettiği söylenebilir. Bunlardan ilki, yapısalcılığın savunduğunun tersine hiçbir dizgenin özerk ya da kendine yeter olamayacağının gösterilmesine odaklanır. 6re yanda ikinci eleştiriyse, yapısalcı dizgelerin üstüne yapılandıkları tanımlama amaçlı ikiliklerde dile gelen karşıtlıkların geçerliliklerinin incelikli bir araştırmadan geçirilerek sınanmamışliğı üzerinedir. Kuşkusuz bu eleştirilerden ilkinde ortaya konan sav, dizgeli yapıların her durumda öznelerin "oluşturucu-yapıcı- kurucu" etkinliklerine bağımlı olduklarını öne süren geleneksel idealist görüşü desteklemek amacıyla geliştirilmiş değildir. Bu noktada post-yapısalcılık, yapısalcılığın her koşulda gerçekliğin temelini ya da gerçekliğin bilgisini kavrama sürecinden özneyi bütünüyle çıkarmış olduğunun ayırdındadır. Ancak bununla yetinmeyen post-yapısalcılık, öznenin olumsuzlanmasına ek olarak, hiçbir türden düşünce dizgesinin kendi iç tutarlılığı uyarınca mantıksal temeller üstüne kurulamayacağını dile getirerek yapısalcılığa da karşı çıkmaktadır. Buna karşı, post-yapısalcılığın ikinci eleştirisinde dile getirdiği sav, kendi içinde tutarli dizgelerin bütün bütün yadsınmaları bağlamında kilit değerde bir önem taşımaktadır. Nitekim yapısalcılığa göre, bir dizgenin mantıksal yapısı belirsiz bir biçimde tanımlanmış kavramların kullanılmalarını kaçınılmaz olarak zorunlu kılmaktadır. (Örneğin, temel sayılar kuramındaki biçimcilikte, verilen bir sayının tek mi yoksa çift mi olduğu hiçbir biçimde önemli olmadığı düşünüldüğünden belli değildir.) Bu zorunluluğa bağlı olarak dizgesel bir yapının dizgesel bir yapı olma olanağı, dil/dünya, canli/cansız, içerisi/dışarısı gibi biri olmadan diğeri düşünülemeyen keskin ayrımların yapılmaları olanağına bağımlidır. O nedenle, post-yapısalcı felsefecilerin hemen bütünü, toplum bilimlerinde yapısalcı kuram ile yaklaşımların altında yatan temel kavramsal karşıtlıklara ya da mantıksal ikiliklere karşı son derece büyük bir duyarlılık göstermektedirler. Sözgelimi yapısalcılığın bu çok belirleyici özelliği, Saussure'ün dilbiliminin "gösteren ile gösterilen" ayrımı üstüne, öte yanda Levi-Strauss 'un söylenler insanbiliminde "güneş/ay" ya da "çig/pişmiş" gibi karşıtliklar üstüne kurulmuş olduğuna bakılarak açıklıkla görülebilmektedir. Post-yapısalcılar yapılmış ayrımların saltık anlamda bir değeri olmadığını ileri sürerek, bu ayrımların kendilerine karşıörnek bulmanın olanaksız olduğu bir biçimde tek tek bütün örneklerin hepsi için doğru olamayacakları gibi, bütün her şeyi açıklayacak denli de kapsayıcı olmadıklarına dikkat çekmektedirler. Kuşkusuz post-yapısalcıliğın bu ana eleştiri damarını en iyi işleyenlerin başında, Batı felsefesi düşüncesinin Platon 'a dek geri götürülebilecek tarihinin ta en başından beri görünüş/gerçeklik, sanı/bilgi, kuram/pratik, zihin/beden, idealar dünyası/duyular dünyası gibi bir dolu karşıtlıktan örülmüş bir ağa benzediğini düşünen Derrida gelmektedir. Derrida , bu kavram karşıtlıklarını, değergelerini daha iyi kavramak açısından karşıtlığın kaynağında yatan "sözmerkezcilik", "sesmerkezcilik", "fallusmerkezcilik" gibi birtakım temel varsayımlara ya da düşünme ilmeklerine bağlı olarak kendi içlerinde ayrıca öbeklemektedir. Bütün Batı felsefesinin en temelinde, başka bir deyişle varolan kavram karşıtlıklarının en kökeninde söz (logos) ile yazı ayrımının yer aldığı saptamasında bulunarak yola koyulan Derrida, sözün ya da konuşmanın dolaysız, içtenlikli, hep bu anda olduğunun düşünülmesi nedeniyle gerçek ile doğruluğun tek kaynağı, olası tek taşıyıcısı olarak görüldüğünü söylemektedir. Buna karşı yazının ise konuşmanıcı yakışıksız bir öyküntüsü, bu anda olmayan bir konuşma kalıntısı ya da artığı, saymacaların, yapıntıların, görünüşlerin, yanılgıların, belirsizliklerin beşiği olarak görüldüğüne dikkat çekmektedir.
Yazının yaşayan canli konuşma karşısındaki değersizliği düşüncesine dayanarak yapılmış konuşma ile yazma arasındaki geleneksel ayrımın en iyi görülebileceği yer Platon'un Phaidmr diyalogudur. Söz konusu diyalogda Platon , insanların belleklerinin tembelleştireceği düşüncesiyle imparatorun yazının derhal yasaklanmasını buyurduğu ünlü bir Mısır söylemine yaptığı göndermeden hareketle köküne dek sözmerkezci düşünceler ortaya koymaktadır. Derrida yapılan bu temel ayrıma yalnızca bir iletişim biçiminin bir başkasına yeğlenişi olarak bakılamayacağına, tam tersine söz konusu ayrımın felsefece düşünce üzerinde iki bin yıli aşkın bir süredir belirleyici olmuş bütün sıradüzensel karşıtlıkların temelini oluşturduğuna parmak basmaktadır. Buna göre, konuşma kendisiyle birlikte buradalığı, doğruluğu, gerçekliği, sahiciliği olanaklı kılarken, yazıysa konuşmadan türetilmiş kurmaca yapısıyla hem canlı konuşmanın varlığını bozmakta hem de birtakım yanılsamaları benimseyerek sanıların tutsağı olmamıza yol açmaktadır. Derrida ’nın konuşma/yazma karşılığına yönelik eleştirilerinin, kavramsal ikiliklerin maskelerini düşürmek amacıyla yaptığı yapısökümcü okumaların "post- yapısalcı eleştiri"nin yeni açılımlar kazanmasında son derece büyük bir değeri vardır. Bu bağlamda Derrida 'nın yaptığı yapısökümcü okumalardan en çok göze çarpanlardan biri, Husserl 'in görüngübiliminde (ayrıca pek çok başka öğretide de) temel bir rol oynayan "varlık ile yokluk" arasındaki karşıtlık ilişkisine yoğunlaşmaktadır.
Husserl görüngübilime dayalı düşüncelerini ortaya koyarken, dolaysız bir biçimde burada olan yani bilincimde bulunan ile burada olmayan yani bilincimin dışında olan arasında keskin bir ayrım yapma gereği duymuştur. Ancak Husserl dolaysız bir biçimde burada olanın ayrıntılı bir çözümlemesini yapınca, dolaysız bilinç alanının buradaliğını yaşanan anda olmadığını görerek, her türden bilinç yaşantısının buradalığını zamansallık içerdiğini söylemek durumunda kalmıştır. Somut bir deneysel varlığı bulunan "an", bu anlamda hem dolaysız bir biçimde geçmişte yaşanmış ama belleğini hem de dolaysız gelecekte yaşanacak bir an beklentisini içermektedir. Oysa gerek geçmiş gerekse gelecek burada olmayan anlar olmaları bir yana yaşanmakta olan anın da vazgeçilmez bileşenleridir. Derrida 'nın Husserl in varlık ile yokluk ayrımı üstüne kurulu görüngübilimine yönelik okumasının açıklıkla gösterdiği gibi, varlık ile yokluk ayrımı son çözümlemede kendi ayrım olmaktalığını sorun haline getirecek bir biçimde kendi üzerine dönmektedir. Kimi araştırmacıların gözünde post- yapısalcılığın en uç biçimi olarak görünen yapısökümcülük, düşüncenin temel ayrımlarının hiçbirinin de değişmez, saam ya da dayanıklı olmadıklarını ileri sürmektedir. Bu anlamda ussal bir dizgenin kavranabilirliği ile böyle bir diıgenin kavramaya çalıştığı gerçeklik arasında kapatılması olanaksız bir uçurum söz konusudur. Derrida bu uçunımu farkli terimlerle adlandırıyor olmakla birlikte, çoğunluk Fransızca'daki dı~'eıerııe (ayrım) sözcüğünden bozularak yapmış * diffirance "ayrım” terimini kullanmavı yeğlediği görülmektedir. Terim, bir yandan dizgesel yapılar ile bu yapıların kavramaya çalıştığı deneyimler, olaylar, metinler gibi kendilikler arasındaki ayrımın altını çizerken, öbür yandan Fransızca'da "ertelemek" anlamına gelen differer sözcüğünün sunduğu anlam olanağından yararlanarak, karşıt kavramlardan birinin üstünlüğünü, daha değerli oluşunu ya da karşın önündeki olumlu herhangi bir özelliğini öne çıkarmaya bağlı olarak saltık ayrımlar kurma çabaları olanağının şimdilik olanaksız oluşu nedeniyle her zaman için ertelenmek zorunda olduğuna dikkat çekmektedir. Bu ikinci gerçeği Derrida, karşıtlık ilişkisi içinde bulunan terimlerini karşıtlıklarının zamanla yavaş yavaş kaybolduklarını göstermek amacıyla "iz" tasarımıı doğrultusunda enine boyuna ayrıca tartışmaktadır. Derrida ' nın bu bağlamda yine sıkça sözünü ettiği bir başka terim "yayılma" ya da "saçılma" (dissemination) ise çözümlemeye konu nesnelerin kavramsal ağdan kayarak, kullandığımız verili kavrama dizgesinin dışına taşarak dağılmaktalıklarını anlatmaktadır. Yakın dönemin yazın eleştirisi literatürüne bakıldığında, kimi yazın kuramcılarının Derrida'nın felsefe metinlerine uyguladığı yapısökümcü okuma yöntemini yazın metinlerine başarıyla uyguladıkları görülmektedir. Bu bağlamda yazın yapıtlarının da aynı felsefe dizgeleri gibi birtakım dünyalar yaratıyor olmaları gerçeğine odaklanan yazın araştırmacıları şiirlerin, öykülerin ve öteki yazın metinlerinin aynı felsefe metinlerinde olduğu gibi kendi içinde tutarlı ve bütünlüklü anlam dizgeleri üstüne kuruldukları düşüncesinden yola koyulmaktadırlar. Hatta bu noktada birtakım post- yapısalcı yazın kuramcıları, yazın metinlerinde sıklıkla karşılaşılan söz konusu anlam dizgelerinin her birinin yapısoküme alınmasının günümüz yazın eleştirisinin başlıca ödevi olduğunu ileri sürmektedirler.
Derrida 'nın kendisi yöntemini hemen hep felsefe metinleri üstünde uygulamış olsa da, yazın çözümlemelerinin söz konusu yöntemi çok çabuk benimsedikleri gözlenmektedir. Kuşkusuz hem Derrida 'nın hem de postyapısalcılığın önde gelen öteki düşünürlerinin, felsefe ile yazın arasında keskin bir sınır olduğu yönündeki geleneksel ayrımı bütün bütün yadsıdıklarını bu noktada ayrıca belirtmekte yarar var. Geleneksel yazın çözümlemesi anlayışı bir metnin anlamını yazarın zihnindeki dile getirmesi olarak görmektedir, bu anlamda her yazar yazıya aldığı metninde kafasında bulunanları, içinden geçenleri, söylemek istediklerini anlamlı bir biçimde dile getirmektedir. Yapısökümcü yazın eleştirisinin ilk aşaması bir anlamda yapısalcı bir eleştiri üstüne bina edilmiştir. Buna göre, öncelikle yapılması gereken anlamı yazarın egemenliğinden kurtarmak, yazarı da metnin anlamı belirlenirken başvurulacak enson yetke konumunda olmaktan çıkarmaktır. Çoğunluk "yazarın ölümü" deyişiyle anlatılan yazar-egemen metin okuma yordamının sona erişinin yapısökümcü metin çözümleme etkinliğindeki somut karşılığı, yazara metnin karşısında hiçbir öncelikli ya da ayrıcalıklı konum tanımadan, onu metnin içine yalnızca dilsel bir kendilik olarak yerleştirmektir. Sözgelimi post- yapısalcı yazın anlayışının önde gelen adlarından Roland Barthes , Balzac tararafından yazılmış bir metne odaklanarak, Balzac'ın ne demek istemiş olabileceği sorusuna hiçbir duyarlılık göstermeden, salt metinde gövdelenen biçimsel kodlar üzerinden bir metnin en iyi nasıl çözümlenebileceğini başarıyla göstermiştir. Bu yapısalcı adım açıklıkla görülebileceği gibi, Tanrı konumundaki geleneksel yazarın ölümü düşüncesi ile Descartesçı ben'in ya da öznenin ölümü düşüncesi arasında üstünden atlanamayacak bir koşutluğu su yüzüne çıkarmaktadır. Ancak post-yapısalcılar bu adımla da yetinmeyerek, özerk bir konumda bulunan metnin kendisinde dahi ne olduğu açıkça belli her okumada olduğu gibi aynı kalan değişmez bir anlam bulunmadığını ileri sürerek bir adım daha ileri gitmektedirler. Burada söz konusu olan metni belli bir anlamdan yoksun oluşu değil, birbirleriyle çelişip çatışan her yeni okumada giderek daha da çoğalan bir anlamlar alanı oluşudur. Nitekim yapısökümcü yönelimli yazın eleştirmenleri, ötekiler önünde kendi önceliğini dayatan her anlamın, metnin gerçek ya da biricik anlamı olduğu savıyla ortaya çıkan her anlamın ilkece metnin uçlarına gidilerek ya da metnin asıl anlamlarına başvurularak çürütülebileceğini söylemektedirler. Örneğin Milton'un Yitik Cennet başlıklı yapıtının, ortodoks Hıristiyan yönelimli bir okumanın bakış açısıyla, özellikle yapıtta Şeytan'a nasıl yaklaşıldığının belli ayrıntıları üstüne yoğunlaşmak yoluyla yapısının sökülmesi olanaklıdır. Bütün metinlerin yazarlarının ne düşündüklerini ya da ne duyduklarını dile getirmeye çalışmalarıyla yaratıldıkları kuşku götürmez, ancak burada yapısökümcülerin asıl parmak bastıkları önemli nokta, metnin her durumda yazarın niyetlerinin çok ötesine uzanan bir anlam ufku bulunduğu; çok anlamlılığıyla dikkat çeken bu ufkun a1a kendi içinde tutarlı tek bir anlam yaırsı içine kapatılamayacak denli açık uçlu ( Eco 'nun deyişiyle "açık yapıt'~ bir nitelik sergiliyor olmasıdır. Bu noktada ,yapısökümcülüğün daha yüksek bir sesle dile getirdiği post-yapısalcılık anlayışınla, birincil değerde metin ile ikincil değerde metin, başyapıt ile açımlama amacıyla yazılmış yapıt, özgün savlı yazı ile yorumlama yazısı arasında öteden beri yapılan ayrımlara da bütün bütün karşı çıkılmaktadır. Geleneksel yaklaşımlardı, yorumlama özgün metindeki anlamı yı da düşünceleri olabildiğince eksiksiz bir biçimde yeniden dile getirme çabasına karşılık gelmektedir. Bu bağlamda bu yorumun başarılı olmasının en temel ölçütü, yorumladığı metinden ne daha eksik ne de daha fazla söylemeyip metindeki anlamı olduğu gibi yeniden dile getirerek aktarmaktır. Bir başka deyişle, geleneksel metin tasarımında, yorumun, dolayısıyla da yorumcunun kendi dilediğine seçerek aldığı izlekleri özgür bir biçimde işleyip değerlendirmesine, başka sorun, konu ya da alanlarla ilişkilendirilmesine izin yoktur; çünkü bu tasarıma gör• tüm bunları gerçek, özgün, başyapıt olan metnin kendisi, dolayısıyla da büyük, gerçek, tanrısal esinle dolu olan metnin yazarı, olabilecek en iyi ölçülerde zaten başarıyla yapmıştır.
Bütün bu geleneksel ayrımların üstüne kurulduğu "yaratma" ile "yeniden üretme'. ayrımı post-yapısalcılık çerçevesinde çözüştürülmüş, yeniden üretmelerle yapılmış metinlerin en az özgün metinlerin kendileri denli, hatta kimileyin onlardan bile daha büyük bir yaratıcılık örneği sergiledikleri öne sürülmüştür. Böylelikle de yorulama etkinliğinin baştan beri yaratma etkinliği karşısında ikincil konumda olduğunu tek bir ödün vermeden savunan geleneksel anlayış yıkılarak yaratama ile yorumlama arasındaki ayrım bütünüyle çökertilmiş olmaktadır.
|