Türk Modernleşmesinde Ziya Gökalp'in Önemi
“Ziya Gökalp’in Türk Modernleşmesindeki Önemi” konulu bu çalışmada, öncelikle, II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte önem kazanan İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük akımlarından ve bu akımlar içinde Ziya Gökalp’in yerinden bahsedilecektir. Bundan sonra Ziya Gökalp ideolojisinin temel özellikleri ele alınacak, onun, Yeni Türkiye’nin oluşum aşamasına ideolojik anlamda etkileri tartışılacaktır. Üzerinde asıl olarak durulacak konu Ziya Gökalp’in “Hars ve Medeniyet” ayrımıdır.
II- ÜÇ DÜŞÜN AKIMI
1908 yılında II. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte geniş kapsamlı bir ideolojik farlılaşma dönemi başlamıştır. 1908 olayının nitelik bakımından bir “inkılap” mı, yoksa bir “ihtilal” mi olduğu konusu tartışma yaratmıştır. Yaygın görüş, ihtilal niteliğinde olduğundan yanadır, çünkü bir inkılap, gelişmenin yollarını açacak şekilde toplumun belli başlı kural ve kurullarının yeni temellere oturtulması demek olmalıydı. (BERKES, 1978? ; 404)
İnkılap niteliğinden yoksun olduğundan dolayı, bu olay yalnızca aydınlar arasında kalmış, toplumsal yapı değişikliği getirememiştir. İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük (ya da Ulusalcılık) denen üç düşünce akımının başlaması bu zamana denk düşer.
Bu üç akımın düşünürlerinin hemfikir olduğu nokta, Osmanlı’nın geri kalmış olduğuydu. Herkes bu noktada anlaşırken, bu durumun sebeplerinin neler olabileceğine verilen yanıtlar ve getirilen çözüm önerileri bağlamında önemli ayrılıklar yaşanmıştır.
Batıcılar, geriliğin sebeplerini Batı uygarlığından kopuk kalınmasında bulurlar. bu kopukluğun yaşanmasındaki temel etken de İslam dinidir. Şeriat, hayatın hemen hemen her alanına gitmiş, böylece gelişimin önündeki engel olmuştur. Örneğin Abdullah Cevdet’e göre:
“Geri kalışımızın nedeni Asyalı kafamızdır; dejenere geleneklerimizdir. Bizi yenen güç bizim görmek istemeyen gözlerimiz, düşünmek istemeyen kafalarımızdır. Bizi geride bırakan, bırakmaya devam edecek, gelecekte de bırakacak olan güç dünya işlerini hükmü altına alan bir din-devlet bileşimi sistemidir.” (BERKES, 1978? ;406)
Müslümanların yalnız maddi değil, manevi uygarlık alanında da Batı uygarlığının gerisinde olduğunu İslamcılar da kabul ediyorlardı. Ancak, onlara göre bu geri kalışın sebebi İslam dini ve şeriat değil, tam tersine, şeriatın hayatın her alanına genişletilememesiydi. Onlara göre İslam, diğer dinlerden farklı olarak, zaten bir akıl diniydi ve geçmişte en yüksek uygarlık İslam uygarlığıydı. Müslümanların ilerlemesinin önündeki asıl etken İslamlık öncesi ve İslamlık dışı inançların yaşamaya devam etmesiydi. Arap olmayan kavimler İslamlık dışı geleneklerini yaşatmaya devam ettiklerinden İslamlığı çarpıtmışlardı.
İslamcılar arasından özellikle Sadrazam Sait Halim Paşa’ya göre Müslümanların gerilemesindeki bir başka etken, Hıristiyan düşmanlığıydı. Müslümanların Hıristiyanların siyasal egemenliğine girmesiyle İslam kavimleri arasında din birliği yok olmuştu. Hıristiyan düşmanlığının etkisi altında Müslümanların kimileri geriliklerinin sebeplerini istibdatta, kimileri ulemanın bilgisizliğinde, kimileri dinin ihmalinde, kimileri din taassubunda bulmaktaydı ve bu durumda ortaya çıkan sonuç, geri kalışın gerçek nedenlerini fark etmemize engel olan şeyin kendi kafalarımızın karışıklığı olduğuydu.
Bununla birlikte Batı, ilerlemenin tek yolunun onlar gibi olmak olduğu inancını kafalara işlemekteydi. Böylelikle Batı hayranları Batı’dan gerekli şeyleri almakla Batılılaşmayı birbirine karıştırıyorlardı. Bunun sonucu olarak doğan boşluk da ilerlemenin bir başka engeliydi.
Sadrazam Sait Halim Paşa ayrıca İslamlık ile Hıristiyanlık arasında bir kıyas yapmış ve politik, ahlaki, toplumsal sorunlar gibi konuların hepsinde İslamlığın Hıristiyanlıktan üstün olduğu sonucuna varmıştır.
Meşrutiyet dönemindeki fikir tartışmalarında görüş birliğine varılan bir başka nokta, reform sorunlarının hep Batı uygarlığı ile karşılaşmanın doğurduğu sorunlar olduğudur. (BERKES, 1978? ; 409)
Batıcılar’a göre, Batı uygarlığı sadece maddi ilerlemelerde değil; yaşayışta, düşünce ve sanatta diğer uygarlıklardan açıkça üstün, mükemmel bir uygarlıktır. Bu nedenle geri kalmış bir ulusun kendi geriliğinden kurtulması ve Batı’nın ilerleyişine katılması ancak onu bütünüyle anlayıp kabul etmesi ile mümkün olabilecektir. Batı uygarlığını ayıran özellikler kişinin din ve devlet baskısından kurtulması, birey olarak değer kazanması, insan haklarının üstünlüğü; aklın, inanç ve geleneğin üzerinde tutulması ve bilimin cehalete karşı zaferiydi.
İslamcı düşünceye göre ise Batı’nın özü hümanizm değil, Hıristiyanlıktı. Bu nedenle de İslamlıkla uyuşması mümkün değildi.
İslamcılar da Batı uygarlığının maddi yanlarının alınması fikrine katılıyorlardı. Ancak İslamcılar’a göre, Batı’da bilimin ve teknolojinin ilerleyişi, bu yanlar Hıristiyanlık sayesinde değil, Hıristiyanlıktan uzaklaşıldığı için gelişmişti. Batı’da ortaya çıkan demokrasi sorunu gibi bazı sorunlar İslamlıkta ortaya çıkamazdı, çünkü zaten Batı toplumu eşitsizlikler ve sınıf ayrımı üzerine kuruluydu. Oysa İslam eşitlik ve kişi özgürlüğüne dayanırdı(!), dolayısıyla İslamlıkta ne demokrasi sorunu vardı, ne de özgürlük... “İslam toplumlarında da böyle sosyal sorunlar bulunduğunu düşünmek kör bir taklitçilikten başka bir şey değildir. Bizim toplumumuzun sorunlarına, anayasal rejim, yasama organları, parlamenterizm gibi Batı’ya özgü tedbirleri uygulamaya kalkışmak sadece anlamsız eylemler olmakla kalmaz; İslamlığın kendini geliştirmesini zararlandıracak engellemeler olur.” (BERKES, 1978? ;410)
Böylece bizim Avrupa’nın biliminden, endüstrisinden yararlanmamız gerekirken, bu uygarlığın adetlerinin ve ahlakının ülkemize girmesini önlememiz şarttı. Avrupa’nın medeni kanunlarının toplumun ahlakı üzerinde ne denli yaralayıcı olduğu ortadaydı.
Ulusçu görüşün Batı anlayışı ise bu iki görüşünkinden tamamen farklıydı. Bu görüşün asıl temsilcisi Ziya Gökalp’e göre, geri kalmışlığın sebepleri ne İslam kavimlerinin bu dini seçmeden önceki geleneklerinin yaşatılıyor olmasındaydı, ne de bugünkü Avrupa egemenliğindeydi.
“Müslümanlar geri kalmışlardır: çünkü (a) dünyanın koşullarının geliştirdiği çağdaş değişiklikleri hiçe saymışlardır; dinlerini bu yeni koşullar altında yeniden yorumlamaktan kaçınmışlardır; dinlerine çağdaş koşullar altında yeni anlamlar verememişlerdir. Batı uygarlığı, üstün bir uygarlık olarak ortaya çıktığı zaman Müslümanların gösterdiği taassubun altındaki neden de budur. (b) İslam dininin ve şeriatının, Müslümanlaşmış ulusların ulusal kültürlerini, onlar üzerine kendi ümmet uygarlığı hukukunu kurmakla yıkılması ikinci baş nedendir; bu yüzden İslam uygarlığı çağdaş uygarlık karşısında iflas edince bu halklar, ulusal kültürden yoksun yığınlar olarak ayakta duramıyorlar.” (BERKES, 1978? ; 408)
Ziya Gökalp, modern Batı uygarlığının temel gerçeğinin akıl, aydınlık, insanlık değil; içinde dinin de rol oynadığı ulus kültürleri olduğu fikrini savunmuştur. Batı uygarlığı değişik ululardan meydana gelmiştir ve o bir Avrupa ulusal birliği değildi. Avrupa’yı meydana getiren uluslar kendilerine özgü kültürleriyle birbirlerinden ayrılmaktaydı. Böylece, Batı uygarlığına katılmak demek Batıcılar’ın söylediği gibi Batı uluslarının kültürlerini almak demek değildi; çünkü bir ulus, ancak kendi kültürünü muhafaza edebildiği sürece ayakta kalabilirdi. O nedenle öncelikle ulus olmayı başarmak gerekmekteydi.
İslamcılar’ın gösterdikleri model Japonya idi. Japonlar Batı uygarlığının iyi ve kötü yanlarını ayırt edebilmişler, iyi yanları kendi dinleriyle birleştirerek ilerleme yoluna girebilmişlerdi. Fakat aslında Japonya doğru seçilmiş bir örnek değildi. Çünkü İslamcı yazarlar Japonların da İslamlık ve Hıristiyanlık türünden bir dinleri olduğunu (Budizm) ve bu dinin de İslam gibi bir din olduğunu sanıyorlardı. Oysa Japonya’nın ulusal kültürü Şinto’dur. Bu ne bir kitap dinidir, ne de bir şeriatı vardır. Bir Şinto Japon istediği herhangi bir dini seçebilir. Buna göre Japonlar, kitapsız, şeriatsız, peygambersiz olduklarından aslında İslamcılar için dinsiz bile sayılabilirlerdi. (BERKES, 1978; 414)
İslamcılar’a göre, şeriatın kapsamadığı alanlar Batı uygarlığına açılabilirdi. Fakat bunlar örf ve adetler de dahil olmak üzere yaşamın neredeyse her alanını şeriat kapsamına sokmaya başladılar. Ayrıca, bilimin gelmesiyle birlikte insanlar düşünmeye başlayabilir, bunun da şeriat üzerinde yıkıcı etkileri olabilirdi. Nitekim bilim, Batı’da dinsizliğin yayılmasına sebep olmuştu ve posta, demiryolu gibi teknolojik ilerlemeler sayesinde bu durum tehlikeli ölçüde yayılabilirdi. Fakat İslam dini bilim güneşinin karşısında eriyecek dinlerden değildi. “Bizim yapmamız gereken şey, bilimin ışınları karşısında İslam dininin bütün ışıklarını parlatmaktır.” (BERKES, 1978? ; 415)
Bu sıralarda Ziya Gökalp devrimcilerin toplandığı bir çevre olan Selanik’e gitmiş ve bu konularda yazmaya başlamıştır. Ömer Seyfettin’in başlattığı halk dili akımı bu çevrenin ele aldığı sorunlardan biri olmuştur. Burası aynı zamanda ilk toplum düşüncülüğünün başladığı, sosyalizm ilgisinden sosyoloji ilgisinin geliştiği yerdir.
Gökalp, düşüncelerinin kaynağı olarak sosyalizmi değil, Durkheim’ın sosyolojisini seçmiştir. Sosyolog Ziya Gökalp toplumda sorunun normal ile patolojik olanın ayırt edilmesi olduğunu öne sürmüştür.
III- ZİYA GÖKALP İDEOLOJİSİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ
Ziya Gökalp’e göre bir toplumun yönünü asıl etkileyen şey o toplumun değerleri ve ülküleridir. Ülküler toplumun özlemlerinin bir görüntüsüdür ve asıl sorunun çözülebilmesi için toplumun içindeki özlemlerin neler olduğunu bulmak gerekmektedir. Yoksa bu çözüm, yarar ya da akıl ölçütleriyle kararlaştırılacak ıslahat programlarıyla sağlanamaz. Toplumdaki aydınlara düşen şey, doğuş halindeki bir ulus toplumunda bilinçli olmayan bu özlemleri bilinçli ve tutarlı, bütünlü ülküler haline getirmektir.
İslamcıların temsil ettiği ülküler artık Türk toplumunun özlemlerini yansıtmıyor, bu ülküler çağdaşlaşma özlemlerinin engeli oluyordu. Bu tür ülküler ancak bir ümmet toplumunun ülküleri olabilirdi ve Türk toplumu artık bir ümmet olmaktan ulus olmaya geçiyordu. Çağdaş toplumlar ulus toplumlarıydı ve en yüksek ülküleri ulusal ülkülerdi.
Batı uygarlığından neler alınacağına karar vermek için önce şeriat dahiline alınan ve İslamlık ile bir tutulan yanların temizlenmesi gerekirdi. Çünkü bu yanlar gerçekte dinden değil, çağdaş uygarlıkla uyuşması olası olmayan yakın doğu ortaçağ uygarlığından gelmekteydi. Bir toplum aynı anda iki uygarlıklı olamazdı. Aksi takdirde tutarsızlıklar ve çatışmalar ortaya çıkardı ki patolojik olan da buydu.
Çağdaşlaşma, İslamcılar’ın Batı uygarlığının iyi buldukları yanlarının alınmasını zorunlu kılıyordu. Fakat bu uygarlıkların kültürleri alınamazdı, çünkü her ulusun kültürü kendine özgüdür.
Selanik'te açılan İttihat ve Terakki İdadisi programına ilk kez sosyoloji dersini koyduran ve bu dersi bizzat kendisi okutan Ziya Gökalp ilk Türk sosyoloğudur.
Sosyolojinin konusunu belirlerken öncelikle olayları uzvi (organik) hayati olaylar, ruhi hayati olaylar ve içtimai (toplumsal) hayati olaylar olarak üçe ayırdı. Böylece Gökalp sosyolojiyi diğer bilimlerle eşdeğer bir bilim dalı olarak Türk toplumuna sunmuştur. (KONGAR, 1985; 106)
Gökalp sosyolojiyi zümrenin incelenmesine yönelik bir bilim olarak ele alır. Zümre, ona göre “maddeten birbirinden ayrı olan bireylerin çeşitli nitelikteki, manevi, zihinsel ve ruhsal bağlarla birbirlerine bağlanması sonunda ortaya çıkan insan topluluklarıdır.” (KONGAR, 1985; 106).
Ziya Gökalp bütün toplumların üç aşamadan geçtiklerini kabul eder. Bu aşamalar da, 1) Kavim devri, 2) Ümmet devri, 3) Millet devridir. (KONGAR, 1985; 106)
Kavim devrinde, toplumda bütünlük dil ve ırk birliği ile sağlanır. Ayrıca toplumda ortak adetler ve kurumlar vardır. Bu ortak noktalar bir kavmin diğerlerinden farkını belirler. Ümmet devrinde toplumsal yapıya evrensel dinler egemen olur ve bu dinlerin etkileri altına giren kavimler kendilerine özgü nitelikleri kaybederler. Millet (ulus) devrinde toplumlar kişiliklerine yeniden kavuşurlar. Bu kişiliğin oluşabilmesi için de toplumun kendi bünyesindeki değerlerin yüksek uygarlık düzeyinde yeniden örgütlenmesi gerekmektedir. Bu aşamalara göre yaptığı tarihsel incelemelerinde Gökalp Türk toplumunu,
1) İslamdan önce Türkler (kavim devri),
2) İslamda Türkler (ümmet devri),
3) Modern Türkiye (millet devri)
şeklinde ayırır (KONGAR, 1985; 107). Gökalp’e göre Türkler henüz ikinci aşamadaydı ve onun çalışmalarının amacı Osmanlı Ümmetini Türk Milletine dönüştürmekti.
Düşüncelerinde Durkheim’dan oldukça etkilenen Gökalp, onun geliştirdiği toplumsal bilinç fikrinden yola çıkarak kendi ulusal bilinç kavramını geliştirmiştir. Buna göre bir toplumun ulus olmasının birinci koşulu ulusal bilincin gelişmesidir. Gökalp’e göre ulusal bilincin yaratılmasının bir yolu, o sırada mevcut olan fikir akımlarının uyuşturulmasıdır. Bu uyuşturma çabası Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak çalışmasında görülebilir. Aşağıdaki sözleri ayrıca bu konudaki fikrini ortaya koyar:
“O halde her birinin nüfuz dairelerini tayin ederek bu üç gayenin üçünü de kabul etmeliyiz; daha doğrusu bunları bir ihtiyacın üç muhtelif noktadan görülmüş safhaları olduğunu anlayarak ‘muasır bir İslam Türklüğü’ ibda etmeliyiz.” (KONGAR, 1993; 58)
Bir ikinci yol, Türk ulusal kültürünü (hars) geliştirmektir. Bu amacını gerçekleştirmek için de Türk dili, Türk estetiği, Türk ahlakı, Türk hukuku gibi konularda incelemeler yapmıştır. Ayrıca iktisadi Türkçülük, siyasi Türkçülük, felsefi Türkçülük gibi bir ulusun fonksiyonel bir bütün olmasını amaçlayan çalışmalar yapmış, bütün bu çalışmalar sırasında Türk toplumu ile ilgili somut öneriler getirmiştir. Bunlar arasında zengin bir burjuva sınıfının yaratılması, bankacılığın geliştirilmesi, tarımsal sendikaların kurulması gibi öneriler sayılabilir. (KONGAR, 1985; 109)
Ziya Gökalp, bir toplumun gelişmesinde endüstrinin de çok önemli bir yeri olduğunu, bir ülkede endüstrileşme başlayınca bilimin de gelişeceğini söyler. Gökalp’e göre, sadece köylü ve memur sınıflarına dayanan bir kavimde örgütlenme gücü olamaz. Çiftçiler hayatın yaratıcı kuvvetinden yararlanarak yaşadıkları için bizzat yaratıcı değildirler. Memurların ise zaten üretimle alakaları yoktur. Bu nedenle zihinsel yeteneklerin ve iradenin gelişmesi ancak, endüstri, imalat gibi işlerle, ticaret ve serbest meslek gibi konularla ortaya çıkar. (KONGAR, 1985; 108)
IV- ZİYA GÖKALP’TE HARS VE MEDENİYET AYRIMI
Ziya Gökalp’in Türk sosyolojisine en büyük katkılarından biri “hars ve medeniyet” ya da “kültür ve uygarlık” ayrımıdır. Gökalp bu ayrımı şöyle belirtir:
“Bir medeniyet, müteaddit milletlerin müşterek malıdır. Çünkü her medeniyeti sahipleri olan müteaddit milletler, müşterek bir hayat yaşayarak, vücuda getirmişlerdir. Bu sebeple, her medeniyet, mutlaka, beynelmileldir. Fakat bir medeniyetin, her millette aldığı hususi şekilleri vardır ki, bunlara ‘hars’ adı verilir.” (KONGAR, 1993; 52)
Ziya Gökalp’e göre hars ulusal kültürdür. Medeniyet ise farklı toplumların bir arada geliştirdikleri bir kültürel bütündür. Hars, bireylerde değerleri, dolayısıyla ulusal bilinci; medeniyet ise bilimsel yaklaşımı ve aklı geliştirir.
Gökalp’e göre, hars ile medeniyet arasındaki en büyük ortak nokta, hem harsın, hem de medeniyetin bütün toplumsal hayatları kapsamasıdır. Ona göre bu hayatlar, 1) Dini hayat, 2) Ahlaki hayat, 3) Hukuki hayat, 4) Muakalevi (Akli) hayat, 5) Bedii hayat (Estetik ve Güzel Sanatlar), 6) İktisadi hayat, 7) Lisani hayat ve 8) Fenni hayat (Bilim ve Teknik) olarak ayrılabilir.
(GÖKALP, 1990; 25)
Bu ortak alanlarda varlığını sürdüren hars ve medeniyet arasındaki ayrımlar da şöyle maddelenebilir (KONGAR, 1993; 54-55):
1- Hars ulusaldır, medeniyet uluslararasıdır. Hars toplumsal hayatın sekiz alanında birden bir ulusun niteliklerini belirtir. Medeniyet ise bütün ulusların bu alanlardaki özelliklerini bir arada belirtir.
2- Medeniyet yapaydır. Bireylerin iradi olarak yaptıkları davranışlar sonucunda ortaya çıkar. Hars ise doğaldır. Kendiliğinden ortaya çıkar.
3- Medeniyet, harstan doğar. Fakat bir medeniyetin fazla gelişmesi, bazen bir ulusun harsını bozar. O zaman dejenere uluslar ortaya çıkar.
4- Harsı kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir ulusla, harsı bozulmuş fakat medeniyeti yüksek olan başka bir ulus, siyasal mücadeleye girince, harsı kuvvetli olan ulus daima galip gelir.
Gökalp’e göre Osmanlı medeniyeti ile Batı medeniyeti uzlaşmaz, çünkü iki medeniyetin bir arada varolması olanaksızdır. Fakat bir medeniyet ile hars bir arada yaşayabilir, ancak bir ulusun bunu başarması için harsını güçlendirmesi gerekmektedir. Gökalp, Türk harsını Batı medeniyeti ile birleştirmek istemiştir.
Gökalp’in Türkiye için önerdiği çözüm, toplumsal yaşamın belirlenmiş sekiz alanını Batı’dan akla, bilime ve tekniğe ilişkin olan yanları alarak doldurmak; duyguya ve inanca bağlı olanları ise Türk tarihinin ve toplumunun derinliklerinden alarak geliştirmekti. Ziya Gökalp’in bütün çabası, Batı uygarlığı içinde Türk toplumunun yeni bir ulusal bilinçle ve kendi kültürünü koruyarak yer almasını sağlamaktı.
V- SONUÇ
Ziya Gökalp, Türkiye’de toplumbilimin öncülüğünü yapmış, çok önemli bir düşünce adamıdır.
Türk toplumunun çağdaşlaşması için çeşitli düşünceler elbette başkaları tarafından da ileri sürülmüştür. Ziya Gökalp’in farkı, onun önerilerine milli bir nitelik katmasıdır. Ayrıca Türk toplumunun sorunlarına ilk kez sosyolojik çözümlemeler getiren yine odur.
Ziya Gökalp hiçbir zaman yalnızca bir düşün adamı olarak kalmamış, aynı zamanda yaşamı boyunca bir eylem adamı olmuştur. Öğrencilik yıllarından itibaren kendini Türk toplumunun öncelikle özgürleşmesine, sonra da çağdaşlaşmasına adamış, erken gelen ölümüne kadar çalışmalarına aralıksız devam etmiştir. Henüz Abdülhamit istibdadının devam ettiği dönemlerde, önceleri Diyarbakır’da, sonraları İstanbul’da sürekli olarak özgürlük hareketlerinin içinde olmuş, birkaç kez yakalanıp ceza almasına rağmen bu eylemselliğinden vazgeçmemiştir.
Çağdaşlaşmanın nasıl olması gerektiği yolunda ortaya koyduğu formül ve getirdiği öneriler, Türk inkılabının ideolojisiyle önemli ölçüde paralellik göstermiş; onun düşünceleriyle Atatürk ilkeleri arasındaki tutarlılık, kimilerinde inkılabın Ziya Gökalp’ten etkilenmiş olabileceği düşüncesinin doğmasına yol açmıştır. Hatta Gökalp’in “Türk inkılabının ideoloğu” olduğunu söyleyenler vardır. Yalnız Ziya Gökalp’in Turancılık ile ilgili görüşleri Mustafa Kemal’in ideolojisine ve inkılabın niteliğine ters düşmektedir.
Emre Kongar, Türk Toplum Bilimcileri adlı çalışmasında Ziya Gökalp ile ilgili yaptığı değerlendirmesinde, onun kültür ve uygarlık ayrımı konusunda aslında zayıf kaldığını iddia ediyor. Kongar’a göre, bir toplum bir başka toplumdan yalnızca din ya da yalnızca teknik alamaz; maddi ve manevi öğeler mutlaka birlikte etkileşime gireceklerdir. (KONGAR, 1993; 65)
Kongar’a bu konuda hak verdiğimi söyleyebilirim. Bence Ziya Gökalp’in önerisi teorik olarak kulağa hoş gelmekle birlikte, pratikte onun öngördüğü şekilde yaşanması zordur. Yine onun yaptığı ayrımdan yola çıkarak konuşursak, hem kültür hem de uygarlık belli maddi araçlardan ve manevi değerlerden oluşur. Gökalp’in maddi ve manevi diye ayırdığı alanlar aslında bence birbirleriyle tamamen etkileşim içinde, hatta birbirlerini yaratır niteliktedir. Bir toplumun içinde bulunduğu maddi koşullar (maddeye dayalı herşeyi kastediyorum), o toplumun değerlerinden ve inançlarından oluşan bütün bir manevi değerler düzleminin belirleyicisidir bence. Aynı şekilde, maddi şartların oluşturulmasının da manevi değerlerden kopuk bir şekilde gerçekleştirilemeyeceğini düşünüyorum. “Bir toplumun maddi araçlarının ve manevi değerlerinin toplamı o toplumun kültürünü ya da uygarlığını oluşturur.” (KONGAR, 1993; 65). Dolayısıyla, iki farklı toplumun etkileşimi yalnız maddi değerlerin alışverişi ile olamaz. Nitekim, konu bu olduğunda sürekli gösterilen Japonya örneği de fiyasko ile sonuçlanmıştır; Japonlar’ın günlük yaşamı artık kısmen Batı standardındadır. Yeri gelmişken Kongar’dan bir alıntı daha yapmak uygun olur sanırım:
“Gökalp’in batı uygarlığının bilimini, tekniğini, aklını alıp, öteki hars alanlarını ulusal kültürün özgün ögeleriyle doldurma önerisi olanaklı değildir. Olanaklı olan, tüm yaşam alanlarında etkileşimin gerçekleştirilmesi ve böylece yeni bireşimlere varılmasıdır. Nitekim, tam bir taklitçilikle alınan karayolu taşımacılığı bugün Türkiye’yi ekonomik yok oluşun eşiğine getiren en önemli ögelerden biridir. Oysa, ülkemizin üç-bir tarafının denizlerle çevrili olduğu bilinerek, özgün bir bireşim yaratılması çok daha ‘akla’, ‘bilime’ ve ‘tekniğe’ uygun olurdu.” (KONGAR, 1993; 66)
|