Küreselleşme ve Ulus Devlet
Dünya tarihinde , 1980’lerden itibaren dünya ekonomisine damgasını vuran , onu şekillendiren bir kavram var; adı da “Küreselleşme”.Gelişmiş ülkeler güçlerine güç katmaya devam edip zenginleşirken , gelişmekte olan ülkeler masalıyla kandırılan ülkelerin daha da fakirleştiği, ülkelerarası gelir farklarının iyice arttığı bu dönemde , merkez konumunda olan ülkelerin savunduğu kavram ”Küreselleşme”. Başta büyük sermaye , merkez ülkeleri bundan karlı çıkıyor. “Çevre” olarak adlandırılan grup ise, gelişmekte olan , az gelişmiş ülkeler, kaybetmeye mahkum kılınıyor. Çevre’ de duraklama artan istikrarsızlığın nedeni olarak da ulus devletin ekonomi alanındaki işlevlerini yok eden, serbest piyasa ekonomisi adına çokuluslu şirketlerin egemenliğini kurmayı hedefleyen politikalar karşımıza çıkmaktadır.
Küreselleşme aslında yeni bir kavram değil. Ortaçağın sona ermesi , Rönesans’la başlayan coğrafi keşiflerle yeni deniz yolları ve hammadde dolu toprakların bulunmasına kadar giden bir geçmişi var.Bundan sonraki aşamalar , buhar gücünün üretime sokulmasıyla başlayan Birinci Sanayi Devrimi ve içten patlamalı motorların bulunmasıyla İkinci Sanayi Devrimini oluşturuyor.Sermayenin küreselleşmesi anlamında küreselleşme ise , Birinci Sanayi Devrimi’nin ürünü ; yeni keşifler ve icatlarla ulaştırma-haberleşmeye yeni boyutlar katan İkinci Sanayi Devrimindeyse sermayenin küreselleşmesi olgusu sona eriyor.Finans kapital diye adlandırılan akışkan fonların sermaye piyasalarına serbestçe girip çıkmaları ve sermayenin her biçimiyle ülke sınırlarından içeri ve dışarı serbest hareketleri de 1970’li yılların ikinci yarısında sermayenin kar haddindeki düşüşünü izleyerek ortaya çıktı.
Bu sözde yeni düzen aslında bir asrı aşkın bir süre boyunca denenmiş ve acılı sonuçları, tekrar tekrar görülmüş olan 19.yüzyıl liberalizminin, bir başka deyişle vahşi kapitalizmin yeniden diriltilmesinden başka bir şey değildir. Şu farkla ki 19.yüzyıl liberalizmi, sosyal devlet olgusuyla henüz tanışmamış olan Batı dünyasında uygulama alanı bulmuştu; neoliberalizm ise sosyal devletin nimetlerini tatmış olan ve yine Batı dünyası merkezli bir oluşum niteliğiyle ve küresel ölçekte uygulama alanı kazanmak iddiasıyla varlık kazanmaktadır.Liberalizmin acılı sonuçları, 1929-30 bunalımıyla ve dünya savaşlarıyla doruğa ulaşmıştı. Sosyal devlet, bu duruma çözüm olmak üzere ve adeta bir cankurtaran simidi gibi işlev görmek üzere Batı ve Kuzey Avrupa toplumlarında geçerlik kazanmıştı. Şimdi ise 70’li yıllardan bu yana hüküm süren yeni bir bunalım karşısında, sosyal devletin tahribi, en önce akla gelmekte ve sanki geçerli bir çözümmüş gibi gündeme getirilmiş bulunmaktadır. Neoliberalizm, yıkımla ve felaketle sonuçlanmış bir tecrübenin tekrarından ibaret olmasına karşın, sanki görülmemiş bir yenilikmişçesine sunulabilmekte; bu konuda estirilen “değişim rüzgârları”na direnenler, “dinozor” durumuna düşmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadırlar.
Sanayi Devrimi’nin öncüsü İngiltere , sömürgeleri ve hammadde gücüyle I. Dünya Savaşı’na kadar tartışmasız bir dünya gücüydü.Kendisine tek rakip olan Fransa’yla da her zaman çatıştı.İngiltere serbest ticaretin , malların ve sermayenin dünya çapında serbestçe dolaşımının savunmasının yapıp pazarları kendisine açmak için her türlü yöntemi ve siyaseti uygulamayı meşru sayarken, dönemin daha güçsüz sayılan ABD ve Almanya gibi ülkeleri buna karşı çıkmaktaydı.Dünyayı paylaşma mücadelesinde rakip olduğu Fransa’yla da işbirliğine girdi.20. yüzyılın başlarında ise birçok yeni icat ortaya çıktı.En önemlisi olan içten patlamalı motorlar sanayide daha güçlü makinelerin kullanılmasının mümkün kıldığı gibi , birçok tüketim malı da ortaya çıkardı.Toplu üretim , toplu tüketim dönemi artık başlamıştı.İki dünya savaşı arasında “Depresyon Yılları” adı verilen dönemde bundan sonra oldu.Bu dönemde hiçbir ülke serbest piyasa ekonomisine geçişi talep etmedi.Tersine , bu dönemde güdümlü ekonomi,sosyal devlet , işçi haklarının gelişmesi gibi kurumsal dönüşümler , kapitalizmin öncüsü olan ülkelerde olağan sayıldı. II. Dünya Savaşı sonrasında ise artık tartışmasız bir ABD üstünlüğü hakim oldu. Savaş yüzünden de aldığı beyin göçüyle iyice güçlenen ABD, savaşın baskısıyla da ortaya çıkan yeni buluşlarla birçok yeniliğe imza attı.Aynı zamanda , savaş sonrası kurulan uluslararası örgütlenmelere de öncülük etti.Merkez’ in ortak alanlarda karar alması için 1940’lı yıllarda , Dünya Bankası , IMF , Birleşmiş Milletler ve GATT örgütlenmeleri başladı.ABD savaş sonrası tek güç merkezi haline gelmişti. Dolar Bretton Woods para sistemiyle altına dayalı tek anahtar para olarak yükseldi; dolaysız yatırımlarla sermayesi ve markaları dünyaya yayıldı.Soğuk Savaş’ın başlamasıyla merkezi planlı sosyalist ülkelerin ekonomide büyük başarılar sağladığı görülmeye başlandı.İki kutuplu bir dünya düzeni oluşmuştu.
Soğuk Savaş koşulları bu kez serbest piyasanın önündeki başlıca engel oldu. 1930’larda serbest piyasa ekonomisinin çökmesi , yüksek oranlı işsizlik ve yoksulluğun ABD , Avrupa ve denizaşırı topraklarda başlattığı “sosyal devlet” anlayışı 1970’li yılların ortasına kadar güçlenerek devam etti.Serbest piyasa-sınırsız sermaye hareketleriyle yürüyen vahşi kapitalizm, sosyal devlet tarafından dizginlenebiliyor, böylece Batı’da SSCB yanlısı olabilecek komünist faaliyetler sınırlanıyordu.Ekonomik sistemlerin, kapitalizm ile sosyalizmin, giderek birbirine yaklaştığı yolundaki kuramlar da bu dönemde üretilmeye başlandı ve kabul gördü.
SSCB’ye bağlı milletlerin ve Doğu Avrupa’nın bağımsızlaşma talepleriyle birlikte , Sovyetlerin elektronik devriminde geri kalmasıyla Doğu Bloğu’ndaki parçalanma başlamış oldu. Eğitimli halk daha çok özgürlük istedikçe , üzerlerindeki siyasal baskı arttı.Bunda Batı’ nın ve özellikle ABD’nin , SSCB ‘yi parçalama planları da çok etkili oldu.Sonunda dünya cift kutuptan tekrar tek kutuplu olma yoluna girdi.
ABD’nin öncülüğünde Merkez artık Çevre ülkelerine de serbest piyasa,özelleştirme gibi ekonomik kavramlarını dayatmakla meşgul.Günümüzde sayısı iki yüz civarındaki devletin sadece yirmi beş kadarı Merkez’de yer alıyor , gerisi de farklı gelişme seviyelerindeki ülkelerden Çevre’ yi oluşturmakta. 21. yüzyıl başlarken Çevre’nin başlatılan küreselleşme sürecine katılmasındaki en önemli engel ulus devlet olmakta ; çünkü yeni yeni uluslalan bu ülkelerde devletin ekonomideki işlevleri çok olduğu gibi piyasa ekonomisine müdahalesi de çok yoğundu.Bu bakımdan ulus devlete en büyük saldırı , ulus devletin daha yeni oluşmaya başladığı Çevre’de oluyor.AB’nin üyeleri ve Japonya ile birlikte Uzakdoğu ise , kendi sermayelerinin yararlandığı noktalarda ABD ile anlaşsalar da , kendi toplum değerlerine ve kurumlarına ters geldiği noktalarda da AD ile çekişiyorlar.Ancak Çevre’de ulus devleti yok etmede hepsi işbirliği içindeler.
ULUS DEVLETİN AŞILMASI
Ulus devlet , ekonomi alanındaki yetkilerini giderek ulus üstü kurumlara devretme durumuyla karşı karşıya kaldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilen Dünya Bankası ,IMF, OECD ve son yıllarda Dünya Ticaret örgütüne dönüşen GATT (1994) gibi örgütler , denetim ve yargılama gücüne de kavuştular.Ulus devletin karar alma , uygulama ve denetleme gücünü aşındıran ulus üstü bir yapı ortaya çıkmakta böylece.
Bir diğer etken de , merkezi yetkilerin gittikçe yerel yönetimlere devredilmesi , sorumluluklarının ve karar mekanizmalarının kendi içindeki alt birimlere devredilmesi oluyor.Yani yerel yönetimlerin giderek ekonomik düzeyde özerkleşmesi , merkezi devlete bağlılığın azaltılması amaçlanıyor.Yerel yönetimlerin özerkleşmesi yolundaki baskının gerekçesiyse ‘doğrudan demokrasi’ yi gerçekleştirme ; yerel halkın alınan kararlara katılımının ve denetiminin artması , etnik çeşitliliğe uygun biçimde yerel kültürel çeşitliğinin sağlanmasıdır.Ulus devletin demokrasi , insan hakları , ticaret hukuku ve doğal çevreyi koruma gibi alanlardaki yetkileri ve sorumluluklarının da giderek ulus üstü kurumlarca denetlenmesi söz konusudur artık.
Bu yeni yapılanmanın amacı ise yerel yönetimlerin doğrudan doğruya küresel pazarla ilişki kurması ve böylece ulus devletin ulusal sermaye ve pazar ve emeğe ilişkin sorumlulukları ve işlevleri açısından yetkileri en aza indirilmiş bir örgüte dönüşecek.Ulus devletin emeği koruma , yerel girişimciye öncelik verme , ekonomiyi yerel ihtiyaçları karşılama yolunda güçlendirme gibi işlevleri sona erecek.Uluslararası sermaye , ulus devletten kaynaklanan hiçbir dirençle karşılaşmadan küresel pazarını yaratacak ve istediği gibi kontrol edebilecek.
Bu yeni düzende artık sermayedar ve işçi çatışması da ortadan kaldırılmıştır.Güçsüz kalan işçi sınıfı zamanla sistemin kendi içinde örgütlenme ve sosyal devlet yaklaşımıyla korumaya alındı.İşçiler hiçbir zaman o özlenen “birleşmeyi” gerçekleştirmedi.İşçi sınıfının ilk ortaya çıktığı İngiltere’de bile sistem kendi kültürünü yayarak , bireyselleştirerek proleterya’nın devrimini durdurmadı mı? Sonuçta toplumun temel öğesi olarak yerini aldı.Sınıf esasına dayalı örgütlerin ya da dengeleyici roldeki sosyal devletin çözülme yoluna sokulmasıdır.Bu arada siyasal partilerin neredeyse tümünün , artık birbirleriyle farklılaşmayan ekonomi programları ortaya çıkmıştır.Yeni ekonomik düzenin serbestleştirmeci , özelleştirmeci , uluslar arası sermayeye sınırsız açılmacı temel ilkelere dayalı programı tamamen benimsenmektedir.
Ulus devleti ekonomi alanındaki işlevlerinden soyutlamanın gerisinde yatan amaç ise açıktır: Kar kıstasının egemen olduğu , piyasa ekonomisinin kendi kendisini ayarlayıcı mekanizmalarının istikrarsızlığa ve işsizliğe karşı tek güvence sayıldığı , uluslararası sermayenin dünya ekonomi düzeninin baş aktörüne dönüştüğü , rekabetin her alanda yüceltildiği bir anlayış dünyada hakim olurken , en güçlülerin sermayesinin daha da güçlenmesidir.
Son iki yüzyıllık dünya tarihinde yaratılan yeni teknoloji devrimlerinin ise neredeyse tümünün kaynağı Merkez olarak karşımıza çıkmakta.Yeni buluşları bilimsel düzeyde yaratmakla kalmıyor , aynı zamanda bunları sanayiye uygulayıp satılabilir mallar , hizmetler durumuna dönüştürerek pazarlıyor.Zamanı gelince teknolojiyi satıyor.Teknolojinin değişmesi üretim ve tüketim biçimlerini sürekli değiştiriyor.Hem üretim aşamasını tamamlayarak , hem iletişim kanallarının etkenliğinden yararlanarak önce tüketim kalıplarının küreselleştiriyor ; bunu bir gecikmeyle üretim biçimleri izliyor.
Bunun en çarpıcı örneklerinden biri de ülkemizde yaşandı.Türkiye 70’li yıllarda siyah beyaz televizyonla tanıştığında , ABD ve Avrupa renkli televizyona geçişin altyapısını tamamlayıp , yayınlarına çoktan başlamıştı. O dönemde Alman şirketleri bunu fırsat bilmiş ve eski teknoloji televizyonları Türkiye’ye pazarlamıştı.Televizyonla tanıştığımız dönemde , renkli televizyon teknolojisi ve altyapısı mevcut iken bu hatalı politika yüzünden Alman şirketleri haksız bir kazanç sağladı.Olan yine “çevre”nin vatandaşlarına oldu.
1800’lerden gelen ve Kapitalizmde aşırıya kaçan üretim ve sanayi yanında yeni bir problem de getirdi ; çevre kirliliği.Atıklar ve zararlı gazlar küresel ısınmadan , kimyasal zehirlenmelere kadar birçok soruna da neden olmaktaydı.Gelişen Merkez , üretimde standartlar getirerek , atıkların işleneceği tesisler yaparak kirliliğin , en azından kendi topraklarında önüne geçmeye çalışmaktadır.Fakat yeni teknolojiler , yüksek standartlar ve gelişmiş ülkelerdeki işçi hakları , çok uluslu şirketlerin global arenada rekabet güçlerinin zayıflamasına neden oldu.Bunun da çok basit bir çözümünü buldular.Gelişmemiş ülkelerde yatırım yaparak , üretimlerinin büyük bir kısmını buralara kaydırdılar.Ülkelerdeki çevre kirliliğiyle ilgili yasal boşluklardan istifade ederek , gelişmiş ülkelerde bulamadıkları rahatlığı burada buldular.Zaten yokluk çeken ülkeler de hem çevreyi ,hem işçi haklarını , hem de vergi oranlarını kurban ederek , o büyük sermaye pastasından bir şeyler kapmaya çalışmaktalar. Ayakkabı denilince akla gelen Nike firmasının çocukları çalıştırdığı haberinin ortaya çıkışı , bu örneklerden biriydi. Ülkemizde de “Türkiye’yi üs yapacağız” masallarıyla ardı ardına açılan otomotiv fabrikalarının başka ne açıklaması olabilir.Konum itibariyle ticaretin kolay yapılabilmesi dışında asıl faktörler , çevre standartlarının yetersizliği ve ucuz işgücüdür. Sabancı ortaklığıyla açılan ToyotaSA fabrikasının kurulduğu alan ,Türkiye’nin en verimli topraklarından birine sahip olan Adapazarı’nda 1.sınıf toprak statüsündeydi.Çevre kanunu ve anayasaya göre üzerinde herhangi bir şekilde tarım dışında hiçbir faaliyetin yapılması yasaktı.Ama bu sermaye uğruna bir şekilde delindi.
Kapitalist doktrinlerde rekabetin şart olduğu ve bunun her zaman tüketiciye yarar sağladığı söylenir. Küçük ve iç pazarlarda bu söylem doğrudur. Fakat küreselleşmeyle birlikte yeni bir rekabet kavramı doğdu. Çok uluslu şirketler ulus devlet engelini aştıktan sonra piyasanın nihai hakimi olmak istemekteler. Neden son yıllarda küreselleşmenin zirve noktasına varmasıyla birlikte , “şirket evlilikleri” bu kadar arttı? Büyük şirketler neden rakiplerinin zayıf anını bulup hisselerini ele geçirme konusunda hevesli? Medyada bu şirket evlilikleri hep olması gereken şeyler , olağan ortaklıklar gibi gösterilmekte.Fakat bunun asıl nedeni piyasalarda rekabete artık tahammülün kalmamasıdır.Çevre piyasaları yıllardır sömürüldüğünden ve şirket sayıları katlandığından , çok uluslu şirketlerde kar marjları gittikçe azalmaya başladı.Bu sorunu ya üretimde makineleşerek ya da konjonktüre bağlı olarak işten çıkarmalarla çözmeye çalıştılar.Sistem tıkandığında ise yeni çözüm şirket evlilikleri oldu.Böylece güçlü olan , zayıflayana sahip olarak gücüne güç kattı ve rekabeti azaltmış oldu. Dünya piyasaları süreç içinde bu şirket birleşmeleriyle birlikte tekelleşmeye başladı.Böylece yeni düzen , devletten oluşumuna izin vermemesini istediği monopol piyasayı yavaş yavaş kendi yaratmaya başlamıştır.
YABANCI SERMAYE AKIŞI ve KRİZLER
Gelişmekte olan ülkelerde , sıkı para politikası uygulamak adına , bu ülkelerde kamu kesiminin merkez bankasından borçlanması 1980’li yıllardan itibaren kısıtlandı; kamu açıkları iç borçlanmayla karşılanmaya başlandı , bu da faiz oranlarını arttırdı. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesiyle faizler daha da yükseldi.Giren fonların yerli paraya çevrilerek yarattığı harcama genişlemesiyle dış açıkların büyümesi , dışardan sermaye çekme gereğini arttırır.Bu kez döviz fiyatı , sermaye girişlerinin beslediği döviz rezerviyle reel anlamda düşerken , artış oranının içerideki yüksek nominal faizlerin altında kalması sağlanır.Çevre’nin hem devleti hem özel sektörü borçlanmaya başlar.İthalat artarken , ihracat duraklar.Çünkü aşırı değerlenen yerli para üzerinden ithaşat ucuz gelir , oysa dış pazarda ihraç malları dolar üzerinden rekabet gücünü yitirir..Kısa vadeli borçlar artarken , ödeme gücünün azalması , devalüasyon beklentisi “uluslararası rating kurumları”nın kredi notunu düşünmesine yol açar.
Aşağıya doğru kaçınılmaz düşüş başlayacaktır artık.Yerli paradan dövize hızlı dönüş , sermaye kaçışıyla birlikte devalüasyonları reel boyuta ulaştırır ; bunu durdurmanın tek yolu faizleri yukarı çekmektir.Döviz fiyatında artış beklentisi , içeride spekülatörleri döviz piyasasına ve faiz haddi artışı bonolara yöneldikçe , hisse fiyatları borsada inişe geçer. Hisse senetleri düşerken yabancı sermaye yaptığı portfolyo yatırımlarını tasfiye eder.Sermaye kaçışı peşinden devalüasyonu getirir.
Ancak kriz mali piyasalardan reel kesime de etki eder , GSMH düşer , işsizlik ve enflasyon patlar, arkasından IMF istikrar programı devreye girer.Yüksek faiz ve devalüasyon üretim maliyetini arttırınca , mal fiyatları artıncaya kadar üretim karlı olmadığı için girişimci üretimi durdurup işçi çıkarma yoluna gider ; bir yandan da artan reel faizlerden yararlanmak için parayı üretimden çekip mali piyasada kamu kağıtlarına yatırır , rant ekonomisine yatırır.Çevre’de mali piyasalar çok dar olduğu için , birkaç milyar dolar tutarındaki fonların mali piyasaları ve reel ekonomiyi girişte de çıkışta da altüst etme olasılığı vardır.Merkez de bunun olması için milyarlarca dolarlık fonların hareket etmesi gerekir , çünkü piyasaların işlem hacmi çok büyüktür.Bu tabloda GSMH artışı çok istikrarsızdır; dışarıdan fon girerken ekonomi büyür , kaçarken duraklar.Girişimciler için sabit yatırım yapıp GSMH artışına katkı yapmak yerine faiz arbitrajı yapmak , borsada oynamak daha cazip olur.Ayrıca borsa çöktüğünde , bir de hızlı devalüasyon olduğunda , dış sermaye tabana vuran fiyatlarda şirketleri ele geçirir; bu da yerli girişimciyi caydırır.
KÜRESELLEŞME KİMİN TARAFINDA?
Dünyanın siyasî ve ekonomik sahnesinde küreselleşmeyle birlikte özellikle iki güç büyük bir gerileme hâlindedir. Bunlar ulus devletler ve yoksul Güney ülkeleridir. Küreselleşme ve ulus devletlerin geleceğiyle ilgili yoğun tartışmalar yapılmasına rağmen, küreselleşme süreciyle birlikte olarak millî devletlerin ve özel olarak sosyal refah devleti anlayışının kan kaybettiği tartışılmayacak bir gerçektir. Ülkemizde Turgut Özal döneminden beri olup biten “büyük değişim”i dikkatle izleyenler, aslında en büyük değişimin millî devletin ve sosyal refah devleti anlayışının giderek zayıflaması olduğunun canlı tanığıdırlar.
Millî devletin gerilemesi, elbette yalnızca millî kimlikleri ve millî onuru zedelemek gibi psiko sosyal bir zarara yol açmamakta; millî devletin kendi sınırları içindeki birliği, dirliği ve düzeni sağlayan tüm fonksiyonları da tahribe uğramaktadır. Millî devletlerin gerilemesi, millî devletin yerine gücün uluslararası malî örgütlere devrine neden olmakta, her şeyi bağlı bulunduğu odakların malî gücünün artmasına göre ayarlayan bu örgütlerin ekonomik programları uygulandıkları ülkeleri, sosyal politikaları terke zorlayarak işsizlik ve sefalete neden olmaktadır. Küreselleşme, göründüğü kadarıyla tarafsız bir süreç değil ve sonuçları şimdilik yalnızca “Kuzey” insanlarına, daha doğru bir deyimle ABD’ye yarıyor ve Merkez’in dışında yaşayan birçok insanı rahatsız ediyor. Yerel kültürleri giderek yok olan ve artan eşitsizlikleri her gün daha çok yaşamlarında hisseden Çevre’nin yoksul halkları, küreselleşmeyi “Batılılaştırma” ve “Amerikanlaştırma” olarak algılıyorlar.
Küreselleşme sürecinde geleneklerin de çökmesinin sonucunda ciddî bir fundamentalizm tehlikesi ortaya çıkmıştır.Fundamentalizm en genel anlamda, geçmişe geri dönüş arzusu demektir, kuşatılmış gelenektir. Fundamentalizm, küreselleşmeye duyulan tepkidir; ona gözlerini kapama ve içe kapanma hâlidir; dolayısıyla çok sesliliğe tahammül edemez ve diyalogu reddeder. Ancak fundamentalizmi yalnızca dinî anlamıyla değil, her türlü siyasî anlamıyla değerlendirmek gerektiğini hatırdan çıkarmamalı; dünyanın her yerinde fundamentalist tepkiler çıkabileceği (örneğin kışkırtılmış azınlıkların vahşî ve abartılı ırkçı talepleri, Batı’daki yabancı düşmanlığı, marjinal akımlara karşı muhafazakâr tepkiler gibi) bilinmelidir.
358 küresel milyarderin toplam servetinin dünya nüfusunun %45’inin toplam gelirlerine eşit hâle geldiği bu dünyadaki manzarayı yeni bir “yol kesip soyma” yöntemi olarak nitelemek de mümkündür.Üstelik eski zenginler, zengin olmak ve zengin kalmak için yoksullara ihtiyaç duyuyorlardı; bugün ise “çalışma”nın nitelik değişimlerinden sonra, zenginlerin yoksullara ihtiyacı kalmadı. Küreselleşme sürecindeki gelir dağılımı, yalnızca Kuzey-Güney arasında eşitsizlik yaratmıyor; tüm gelişme ibreleri ABD’yi gösteriyor. Günümüzde uluslararası sistemi ayakta tutan ABD, son iki yılda dünyadaki gelir artışının yarısını elde etmiştir.Bu açılardan bakıldığında küreselleşme sürecine “dünyanın Amerikanlaşması” da denilebilir.
Yalnızca gelir dağılımdaki uçurumlar değil, toplumun tüketim merkezli oluşu da şiddetli eleştirilere neden olmaktadır. Ve geleneğin, ailenin, ulus devletin, sosyal politikaların geriletildiği, ama gelir dağılımındaki adaletsizliğin arttığı bir dünyada liberal öneriler, hiçbir işe yaramıyor. Küreselleşmenin yol açtığı sorunlar için gündeme getirilen “sosyal sorumlu küreselleşme” önerileri ile küreselleşme ve içe kapanma arasında sıkışıp kalmaktan dünyayı kurtaracak olan üçüncü yol arayışlarına acilen ihtiyaç var.
|