KeLBaYKuŞ Forum

Geri git   KeLBaYKuŞ Forum > Eğitim > Dersler > Felsefe


Felsefe


Cevapla
 
Seçenekler
  #1 (permalink)  
Alt 06.10.06, 14:20
kestelli_ceza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Profesör Baykuş
 
Kaydolma: 30.08.06
Erkek - 36
Mesajlar: 2.166
Teşekkürler: 1
Üyeye 110 kez teşekkür edildi
Yeni Çatışma Teorisi Bağlamında Depresyonun Sınıfsal Karakteri

Depresyon, sosyal yaşamı sarsan ciddi bir sosyal problemdir. İncinebilirlik ve yaşanan stresler, ruhsal hastalıkta önemli bir rol oynadığından, sosyo-ekonomik faktörlerin ve yaşam tarzının depresyon üzerinde belirleyici bir etkisi vardır. Sosyal yapının üretim tarzı ve iktisadi ilişkiler tarafından belirlendiğini ileri süren çatışma teorileri sınıf ilişkilerinin sosyal yaşamın niteliğini ve toplumdaki ruhsal sağlığı karakterize ettiğini ileri sürer. Bu makalede eşitsiz bir tabakalaşmanın ve düşük sınıf pozisyonun bireylerin incinebilirliği ve yaşam zorluklarını arttırarak depresyona neden olabileceği, çatışma perspektifi açısından sunulmaktadır.

Giriş

Depresyon, kişinin yaşamını, sosyal ilişkilerini ve ekonomik işlevlerini sarsan ciddi bir sosyal problemdir. Depresyonun oluşmasında, bireyin sosyo-ekonomik imkânlarının, yaşantı tarzının, ve sahip olduğu değerlerin belirleyici bir etkisi vardır. Sosyoloji, yapısal sosyal şartların bireylerin hayat şanslarını etkilemede oldukça önemli olduğunu belirterek bununla ilgili teorik görüşler sunduğundan depresyonun anlaşılmasında sosyolojik bir perspektifin faydalı olacağına inanıyoruz. Durkheim, orta sınıf insanlarının, alt sınıftaki insanlardan daha mutlu olduğunu söylediğinde, bir açıdan orta sınıfın hayat koşullarının, alt sınıftan daha iyi olduğunu kastederek, insanların ruhsal sağlıklarıyla sınıfsal pozisyonları arasındaki ilişkiyi formüle etmiş oluyordu (Durkheim,1992:245-250). Gerçekten de eğitimsizlik, işsizlik, gelir düşüklüğü ve adaletsiz gelir dağılımı gibi, birbirleriyle yakından ilgili sorunlar, hem yaşam koşullarındaki sorunların ve hem de sağlık hizmetlerine ulaşmadaki engellerin başını çeken ve ruhsal anlamda gerilimler yaratan ciddi sorunlar olarak değerlendirilebilir. Bu anlamda, bireylerin hayat şanslarının oluşmasında, onların ait oldukları sınıfsal konumun ve genel anlamıyla içinde yaşadıkları tabakalaşma tarzının önemli bir etkisi olduğunu düşünerek, analizlerinde sınıfsal çelişkileri temel alan çatışmacı teorinin, depresyonun anlaşılmasında önemli açılımlar sunabileceği söylenebilir.

Depresyon Kavramı

Türkçe’de ruhsal çöküntü olarak kullanılan depresyon kelimesi, üzüntülü ve umutsuz bir ruh halini ifade eder. Depresyon sözcüğü, aşağı doğru bastırmak, çekmek, bitkin, gamlı, kederli, cesaretini kırmak, donuklaştırmak ve durgunlaştırmak anlamına gelen, lâtince kökenli “depressus” kelimesinden türetilmiştir (Köknel,1989a:14). Depresyonlu hastalar, depresyonu, “kendileri ve diğerleri arasındaki bir duvar olarak nitelemektedirler" (Littauer,1997:10). Bu açıdan, depresyonun, toplumsal hayatı ve insanlar arası ilişkileri olumsuz etkileyerek sosyal çözülme yaratan ciddi bir sosyal problem olduğu söylenebilir. Çünkü, insanları hayata ve diğerlerine bağlayan temelde duygusal yapı olduğundan, depresif duygulanımın anormal etkisi, bilişsel ve duygusal tutarlılığı sarsarak, sosyal yaşamın normal sürekliliğini tehlikeye sokabilir.

Depresyon durumunda, hayattan zevk alamama, yaşama olan ilginin azalması, elemli duygulanım ve düşünceler, umutsuzluk, kötümserlik, suçluluk, ilgi kaybı, enerji kaybıyla gelen aşırı yorgunluk, tükenmişlik, uykusuzluk veya aşırı uyku hali, çok seyrek de olsa, ses duyma, hayal görme, sanrılar, intihar düşünce ve girişimleri, kendine ve başkalarına olan güvensizlik, kendini küçük görme gibi haller görülebilir (Öztürk,1997:237). İnsan yaşamının herhangi bir diliminde, yukarıda sayılan bazı belirtilerin bulunması mümkündür. Herkes, her zaman, bir yakının kaybını yaşayıp, maddi ve manevi olumsuzluklarla, beklenmedik bir anda karşılaşıp düş kırıklıkları içine düşebilir. Ancak, depresyonlu sayılmak için bu özelliklerin hepsinin bulunması gerekmez. Birkaç özelliğin birlikte bulunması, bu konuda yeterli sayılmaktadır. Bu anlamda, depresyonu ayırıcı kılan nitelik, ona ait bir takım belirtilerin, marazi denilebilecek sıklık, süre ve şiddette olmasıdır.

En ağır psikotik hastalıktan nörotik, normal sınırlar içinde ılımlı bir mizaç bozulmasına kadar, geniş bir klinik bozukluklar yelpazesini kapsayan depresyon, normal, geçici, anlık bir emosyondan (duygulanım), bir hastalığın herhangi bir belirtisine ya da tam anlamıyla bir psikiyatrik bozukluğa kadar, bir çok durumu kapsayabilen bir kavram olarak kullanılabilmektedir (Alper, 1997: 10-15). Bilişsel ve duygusal olmak üzere, iki boyutta değerlendirebileceğimiz depresyon, hangi anlamda kullanılmış olursa olsun, elem ve ümitsizlik doğrultusunda artmış olan, duygulanımı ifade eder. Beck’e göre depresyon, temelde bir duygulanım bozukluğu değil, bilişsel bir bozukluktur. Bu durumdaki biri, geleceğe, kendisine ve dış dünyaya karşı, olumsuz bir tutum geliştirir ve bu olumsuz bilişsel şemalar, giderek, olumsuz yargı ve düşüncelerin temelini oluşturarak onun sosyal yaşamını alt üst eder (Öztürk, 1997: 233).

Çatışma Teorisi ve Depresyon

Sosyal çatışma teorisi birbirinden farklı birçok görüşü bünyesinde barındıran en önemli makro teorilerden biridir. Sosyal yapının iktisadi ilişkilerle şekillendiğini ileri süren bu teori, çatışmanın sosyal değişmenin motoru olarak sınıflar arası ilişkilerce belirlendiğini ileri sürer. Çatışma teorisinin temeli, üretim araçlarının paylaşımına bağlı olarak, sınıfsal yapının, sosyal ilişkilerle birlikte, sınıfsal bilinci ve tarihsel gelişimi belirlediği fikrine dayanır (Arslantürk,2000:487-491). Çatışma teorileri, analizlerinde, tahakküm ve yabancılaşma kavramlarını temel aldıklarından sosyal yapının, bireylerin, üretim ilişkilerindeki sahiplik pozisyonlarına bağlı olarak, içerisinde barındırdığı çatışmanın yoğunluğuyla, insanlar arası ilişkilerin niteliğini ve kalitesini belirlediği varsayımını temel alırlar (Aron,1989:109-110). Sınıf bilinci, çatışma teorisinin ana teması olarak, bireylerin gerçeği algılamalarını ve onların yaşadıkları olaylar karşısındaki davranışlarını ve ruhsal tutumlarını etkiler. Üretim ilişkilerinin, ekonomik ve politik gücü belirlediği varsayımına dayanan bu teori, güç dağılımının kaynakların, sosyal imkânların, kimler arasında, nasıl paylaştırılacağını belirlediği düşüncesinden hareketle, sosyal ilişkilerin kalitesini ve ruhsal hastalıkları, sosyal yapıdaki güç ilişkilerinin bir yansıması, sonucu olarak değerlendirir. Ancak, ruhsal hastalıklarla ilgili bu perspektif, çatışma olgusunu, sadece, büyük gruplar arası ilişkilerde ve makro sorunların analizinde değil aynı zamanda, küçük gruplar arasındaki ilişkilerin ve onlarla ilgili sorunların analizinde kullanır (Alcock,1997:123). Gerçekten de çeşitli büyüklüklerdeki gruplar, aileler kişiler arası çatışmanın bir sonucu olarak ciddi sıkıntılar yaşarlar. Tedavi arayan çeşitli kişilerin de, genelde, güç paylaşımı, eşit olmayan güç paylaşımı nedeniyle yaşanan çatışmalardan dolayı psikiyatra geldikleri ileri sürülmektedir.

Bu teori, kapitalist ekonominin, çalışma koşullarıyla birlikte, belirli bir sınıfın çıkarına hizmet eden sürekli kâr arayışı ve esnek olmayan üretim yapısı nedeniyle, çalışan sınıfların sırtındaki yükü arttırarak, onlarda stres ve ruhsal hastalıklara yol açtığını ileri sürmektedir. Bunun yanı sıra çatışma teorisyenleri, teknolojik gelişmelere rağmen toplumun yoksulluğu azalmak yerine, sınıflar arasında artan bir farklılığın, yabancılaşmanın, ruhsal yapıyı sarsan bir çözülmeye yol açabileceğini dile getirmişlerdir (Cockerham,1992:101). Çünkü, sosyal çözülmenin en önemli faktörlerinden biri, sınıfsal farklılıkların, yarılan kolektif bilincin sosyal dokuyu bozabilecek boyutlarıdır. Kapitalist ekonomideki çeşitli kurumların işleyiş tarzının, para politikaları ve krizleriyle sınıfsal uçurumları arttırarak ruhsal sorunlara neden olacağı tahmin edilebilir. Bununla birlikte, gecekondu, düşük gelir, işsizlik gibi kötü yaşam koşullarını hazırlayan birtakım sosyo-ekonomik sorunların zihinsel bir rahatsızlığa yönelik etkilerini, teorik bir bağlamdan kopuk bir şekilde açıklamanın yeterli olamayacağı ifade edilebilir. Çünkü, toplumsal beklentileri içeren birtakım sosyal ve ekonomik ihtiyaçların elde edilememesini ifade eden yoksunluk, ancak, kapitalizm bağlamında ve bu sistemin kültürel, sosyal ve ekonomik bütünlüğü çerçevesinde değerlendirilebilir. Nitekim, ruhsal rahatsızlıkları çatışmacı teori bağlamında yorumlayan Fransız sosyolog Roger Bastide, bütün olguların ve bu arada, zihinsel rahatsızlıkların, çatışmacı teorinin temelini oluşturan marksist diyalektiğin, toplumsal çelişkileri ve sınıfsal farklılıkları formüle ettiği kendi bütünsel ve çevresel bağlamı içerisinde değerlendirilerek anlaşılabileceğini ifade etmiştir (Bastide,1972:18-20). Çünkü, toplum hayatındaki büyük çaplı olaylardan, fiyat dalgalanmaları ve devalüasyon gibi, daha küçük çaptaki olaylara kadar yaşanan birtakım maddi-teknolojik, kültürel değişimler, rastlantısal değildir. Bunlar, belirli bir sosyal yapının, bu yapıya yönelik tepkilerin ve belirli bir toplumsal sürecin yarattığı sonuçlar olup bireylerin duygusal, düşünsel ve davranışsal yapılarında belirleyici etkiler bırakır.

Öz bilinci, birey olmanın temeli olarak değerlendiren Marx, bunun, ancak, bir bütün olarak toplumla ilgili olduğunu ve toplumda işgal edilen konuma bağlı olarak şekillendiğini belirttir. Kapitalist kültür, insanları bireyci olarak tasarladığı için, Marx, bu yapının kültürel ve maddi sonuçlarının, insanları birbirlerinden soyutladığını ve böylece sınıfsal bilinci doğuran toplumsal çelişkilerin toplumda huzursuzluklar doğurduğunu belirtir (Lichtman,1982:121). Kapitalizmde, çalışma ve üretme tarzı, bireylerin sadece, kendilerini düşünerek diğerlerinden izole olmalarına, böylece, kendilerine ve topluma yabancılaşmalarına neden olduğundan bu sistemde, bireylerin ruhsal yaşamları şeyleşmenin girdabı içerisinde doğasından uzaklaşır.

Bilindiği gibi, iş ilişkileri ve çalışma, bireylerin diğerleriyle olan ilişkilerini belirleyen önemli bir faktördür. Çalışma ethosu, kapitalizmde, üst sınıf tarafından kontrol edildiğinden, sosyo-ekonomik avantajlar, alt sınıfların aleyhine gelişir. Bu sosyal durum, bilişsel ve duygusal olarak emeklerinden ayrılan ve böylece yabancılaşan çalışanların, kendilerini, diğerlerinin kendilerini düşündüklerinden daha az düşünürler. Bu anlamda, çatışma teorisi açısından ruhsal bozuklukların temelinde yatan faktör, insanların birbirlerine bağımlı olmalarından ziyade, onların birbirlerine “yabancılaşmaları” duygusudur. Navarro, bugün, tüketici kültürünün egemen olduğu bir sosyal yapının, bireylerin “sahip olma” beklentilerini ve davranışlarını etkilediğini söyleyerek, bu beklentilerinin ve sahip olma durumlarının, hem kendi ruhsal yapılarını ve hem de diğerleriyle olan ilişkilerini belirlediğini söyleyerek yabancılaşmanın bu bencil tüketim alışkanlığıyla ilgili olduğunu söyler (Navarro,1986:32-34). Ona göre, bu yabancılaşma duygusu, kişilerin çalışma dünyasında, istismar edilmiş olmalarının yarattığı avantajsız pozisyonlarına ve umutsuzluk duygularına dayanır.

Üretim araçlarının, belirli sınıfların elinde olduğu dengesiz bir sosyal yapıda, ekonomik ve sosyal durumları zayıf olan alt sınıfların, kötü koşullarda yaşamak zorunda kalmaları, daha avantajsız pozisyonlarının bir sonucu olarak, sosyal düzene yabancılaşmalarına ve buna paralel olarak belirli bir şekilde davranmalarına neden olur (Cockerham,1992:101). Sınıfsal çatışmalar esnasında yaşanan sorunların, yabancılaşmanın ve sömürülmenin bir sonucu olarak değerlendirilen zihinsel rahatsızlıklar bir anlamda sosyal tabakalaşma ve örgütlenme tarzının bir ürünü olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşımda, emeklerinin sonuçlarını kontrol edemeyen alt sınıf çalışanlarının, diğerlerine yabancılaşarak zihinsel sağlıklarını yitirmeye daha yatkın olacakları ifade edilmektedir.

Bireyler, birbirleriyle kurdukları ilişkilerde, sosyal normların yanı sıra, aralarındaki sosyal mesafeye dikkat ederler. Aşırı mesafe, bireyler arası güvensizlikleri besleyen önemli bir zemin sağlar; çünkü, keskin ayrılıklarla beslendikçe sosyal tabaklaşmanın, dengeleyici bir din veya ideolojik anlayışın da yokluğuyla bireylerin karşılıklı ilişkilerinde, birbirlerine yabancılaşarak yalnızlaşmalarını, sınırlar çekmelerini ve düşmanca duygular hissetmelerini sağlayan bir çit olduğu söylenmektedir. Bir yanda, oldukça yüksek gelire sahip olanların, diğer yanda, asgari ücretlilerin ve işsizlerin olduğu, yani neredeyse, orta sınıfın çöktüğü bir sosyal yapıda, gerçekten de insanların birbirleriyle ve kendi kendileriyle olan ilişkileri bozulacağından ruhsal yapıları da sağlıklı olamaz.
Kovel, sınıf farklılıklarının, başlangıçta, bireylerin birbirlerine yabancılaşmalarına, daha sonra da içselleştirilerek, kendi kendilerinden kopmalarına neden olduğunu belirtir. Ona göre, benlik, bir kez, ötekilerden koptuğunda, kendi bedeninden ve doğadan da uzaklaşır (Kovel,2000:89-90). Birey, bu tabakalaşma tarzı içerisinde, nerede olursa olsun, kişisel anlamda derin bir bölünmeyi yaşar. Nesnel yaşamın doğrudan uzantısı olan bu bölünme, kapitalist üretimi beslediği oranda, bireyin nevrozunu da besler. Sınıfsal çatışmaları düzenlemeye çalışan bürokrasinin, aşırı büyümesi gibi, ruhsal hastalık da, bölünmüş benliğin, aşırı büyüyen içsel çatışmalarını düzenleme çalışmalarının bir sonucu olarak artmaktadır.

Kendine özgü bir sosyo-ekonomik yapıya sahip olan kapitalizm, özel teşebbüse dayalı olarak, kârı maksimum düzeye çıkarmayı hedeflediğinden, bu sistemde rekabet, üretim sürecinin temel bir faktörü olarak değerlendirilir. Bu nedenle, kapitalist toplumdaki sosyal hareketliliğin yüksek olduğu hiyerarşik örgütlenme, bireyleri başarı, statü ve prestij mücadelesine yöneltir. Ancak, rekabet sadece iş ilişkilerinde değil, insanlar arasındaki ilişkilerde de önemli bir davranış kalıbı haline geldiğinden, prestij, statü, kâr kaybı veya böylesi bir kayıp ihtimali, bireylerde psikolojik sorunlar yaratır.

Çatışma perspektifini, psikiyatrik kurumlar üzerinde kullanarak psikiyatrinin, yaşamı bir sorun haline getirdiğini belirten T. Szasz ise, çok farklı bir yaklaşımla zihinsel hastalığın bir mit olduğunu ve güç yapısı tarafından belirlendiğini ifade etmiştir. Gerçekten de, homoseksüelliğin bir hastalık olarak kabul edilmekten çıkarılması, politik güç mücadelesinin, psikiyatrik tanı konusunda bile, ne kadar etkili olabileceğini göstermesi açısından ilginçtir (Navarro, 1986: 32-34). Szasz, insanları zihinsel hasta olarak yargılayan standartların, sosyal, psikolojik, ahlaki ve yasal standartları içeren konular olduğunu ve psikiyatrinin de, sosyal düzeni temsil ederek yapısal bozuklukların devamında önemli bir rol oynadığını ifade etmiştir (Ehrenreıch,1978:32). Bu durumda, tedavi sürecinin, statükoyu sürdürmede uygun bir manüplasyon imkânı sunduğunu savunan bu yaklaşım, psikiyatri tarafından senaryosu yazılan hasta rolünün cemiyet içindeki zorlayıcı sosyal yapıları dengeleyerek, bireylerin ve grupların, sosyal yapıdaki asıl gerilim kaynaklarını hedef almalarına engel olduğunu ve böylece, bu rolün tatminsizlik ve çatışma odağı olabilecek gerginlikleri hafiflettiği ölçüde, sosyal değişimin önünü alan muhafazakâr bir mekanizma olduğunu ifade etmektedir. Buna bağlı olarak, toplumsal ilişkilerden soğutan ve izole eden yönüyle bu sapma davranışı, köklü sosyal değişim zeminini oluşturan sınıf bilincini önleyerek, muhalefet oluşumunu kıran bir özellik taşımaktadır. Bu bağlamda, psikiyatrinin, çatışan gruplar arasında bir taraf olarak, statükoyu sürdürmeye yaradığı ve onun, kurumların bir temsilcisi olarak bir sosyal kontrol işlevini üstlendiği ifade edilmektedir.

Depresyonun Sınıfsal Görünümü

Sosyal sınıf kavramıyla ilgili farklı görüşler vardır. Ancak genel olarak, sınıf kavramını, üretim süreci içerisinde, belli bir yeri işgal eden, aşağı yukarı aynı geliri, sosyal şartları, hayat tarzını, değer yargılarını ve sınıf bilincini paylaşan, benzer eğitim, statü ve kültür düzeyine sahip bireyler topluluğu olarak tanımlayabiliriz (Marshall,1999:653-656). Genel anlamda sağlık tanımının, sınıfsal konumla ruhsal hastalıklar ve depresyon arasındaki ilişkilerin mahiyetini anlamada önemli olduğunu ifade edebiliriz. WHO, sağlığı, kişinin bedensel, ruhsal ve toplumsal yönden, tam iyilik hali olarak tanımlarken, toplumsal-ekonomik yapıyla sağlık arasındaki karşılıklı ilişkiye dikkat çekerek 1996'daki raporunda, sosyo-ekonomik dengesizliklerin ve eşitsizliklerin, sağlıkta görülen eşitsizliklerin en önemli kaynaklarından biri olduğunu belirtmiştir (WHO,1996:170-171). Görüldüğü üzere, WHO da genel anlamda, hastalıkları toplumsal tabakalaşma tarzının bir fonksiyonu olan güç ilişkileri bağlamında değerlendirmektedir.

Bireyin incinebilirliğini etkileyen sosyal-ekonomik özelliklerin etkisini de unutmamakla birlikte genel anlamda, ruhsal hastalıkların ve depresyonun oluşmasında, sosyal yaşantıların, özellikle de eşitsizliklerin provoke ettiği zorlanmaların önemli bir yeri vardır (De Beurs,2001:427-428). Bu anlamda, toplumsal tabakalaşma tarzının, yaşanan zorlanmaların seviyesiyle olan ilgisinden dolayı, ruhsal hastalıkların ve depresyonun yapısal bağlamını anlamada oldukça önem taşıdığını düşünüyoruz. Çünkü, ait olunan sosyal sınıf, sadece, bireyin yaşam standartlarını belirlemekle kalmaz aynı zamanda, bireyin egosunun bir parçasını oluşturarak onun psikolojik dünyası üzerinde derin etkiler bırakır ve böylece, yaşanan zorlanmaların algılanışını etkiler. Gerçekten de, kaygı verici durumların algılanma eşiğinde görülen kişiler arası farklılık, onların toplumsal konumlarının etkisiyle belirlenir. Bazı araştırmacılar, kişinin toplum içindeki konumunun, stres verici olayları algılamasında, onlardan etkilenmesinde ve onlarla mücadele edebilme potansiyelinin, özgüven duygusunun oluşmasında belirleyici bir unsur olduğunu ifade etmişlerdir (Stora,1992:41). Stresin, stresli yaşantıların, ruhsal hastalıkların ve özellikle de depresyonun ciddi bir bileşeni olduğunu belirten Srole da, alt sınıftakilerin, diğer sosyal sınıflara kıyasla, daha fazla stresli olduklarını ve stresli yaşam olaylarına aracılık eden bu sosyal sınıf konumunun, zorluklarla mücadele etme kapasitesini düşürerek, hastaların rahatsızlıklarında önemli bir yer tuttuğunu ifade etmiştir (Srole,1975:499-500).

Belirli bir sosyal pozisyona sahip olup olmamanın dışında, yukarı veya aşağı doğru hareketlilik durumunda da bireylerin, farklı ruhsal durumlara sahip oldukları ifade edilmektedir. Artan farklılaşmayla özetlenen modernleşmenin bir sonucu olarak değerlendirilen sosyal hareketlilik, ruhsal sorunlar bağlamında değerlendirildiğinde, hem aşağı hem de yukarı doğru yönelen aşırı hareketliliğin, bireylerin, toplumsal adaptasyonunu güçleştiren bir risk etmeni olduğu söylenebilir. Örneğin, sanayileşmiş büyük kentlerde yapılan bazı araştırmalarda, statüsü yükselen bireylerin bile, bu hızlı değişim nedeniyle, stres, depresyon ve koroner hastalıklara yakalanma risklerinin yüksek olduğu tespit edilmiştir (Stora,1992:28). Srole’un çalışmasında ise, yukarı doğru sosyal hareketlilik gösterenlerin, daha az ruhsal bozukluk yaşadıklarını, buna mukabil, aşağı doğru sosyal hareketlilik gösterenlerin ise, daha yaygın bir şekilde, ruhsal bozukluk ve karmaşa yaşadıklarını göstermiştir (Srole,1975:499-500). Ayrıca, sürekli başkalarınca belirlenen öznel değerin sosyal hareketlilikle sarsılan bu değişken niteliği, duygusal tutarlılığımızı bozma riski taşır.

Depresyonla, sosyo-ekonomik faktörler arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmalarda, son zamanlara kadar birbirleriyle çelişen bulgular ileri sürülmüştür. Bazı çalışmalarda (1970), depresyonun, yüksek statülü meslek çalışanlarında daha çok görüldüğü ve yoksul ülkelerde, depresyonun pek görülmediği ifade edilmiştir. Örneğin, 1978’de yaptığı çalışmasında, Bebbington, sosyo-demografik etmenlerle, depresyon arasında önemli bir ilişki olmadığını ifade etmiştir. Ancak, bu tür çalışmalar, kültüre özgü farklılıkları dikkate almadığı için bilim çevrelerince ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. (Belek,1993:20). Yakın zamanlarda yapılan çalışmalarda, meslek, gelir, eğitim, statü gibi sosyal sınıfa ait sosyo-ekonomik değişkenlerle depresyon arasında ciddi ilişkilerin olduğu ve yüksek statülü mesleklerde çalışanların, ruhsal açıdan daha sağlıklı olduğu fikri ağır basmaktadır. 1950 yılında, A.B.D.’nin New Haven bölgesinde, sosyolog Hollingshead ve Redlich gelir, aile geçmişi, etnik köken faktörlerini, birbirleriyle karşılıklı ilişkileri bağlamında değerlendirerek yaptıkları bir araştırmada, alt sınıftaki kişilerin, yaşamlarında, ekonomik ve sosyal açıdan olduğu kadar, hukuksal açıdan da oldukça fazla zorlandıklarını ortaya koymuşlardır. Bu iki sosyolog, sonuç olarak, ruhsal hastalık oranlarına bakarak, belirli ruhsal hastalık tiplerinin, belirli sosyal sınıflarda görüldüğünü ileri sürmüşlerdir (Hollingshead,1953:163-169). Benzer şekilde, Karp adlı araştırmacı, yine A.B.D' deki çalışmasında (1996), depresyonun yoksulluk, işsizlik ve düşük eğitim düzeyiyle korelasyon içerisinde olduğunu tespit etmiştir (Cimilli,1997:293). Yine bir başka çalışmada ise, sınıfsal konumun önemli bir parçası olarak değerlendirilen ikamet yerleriyle ruhsal hastalıklar arasındaki ilişkiler araştırılmış ve şehrin yoksul bölgelerinde yaşayan insanların depresyon oranlarının yüksek olduğu tespit edilmiştir (K.Ostler,2001:12).

Bununla birlikte, üst sınıf bireylerinin daha fazla nevrotik olsalar da, alt sınıftaki bireylerden daha az hastaneye yatırıldıkları düşüncesinden hareketle, ruhsal hastalığa ilişkin olarak gözlenen ilişkilerin hastalığın ortaya çıkışından ziyade, hastaneye yatırılma ve tedavi süreciyle ilgili olduğu iddia edilmiş ve bu konuda hastane dışında araştırmalar yapılması gerektiği üzerinde durulmuştur. Ruhsal hastalıkların anlaşılmasında birbirinden farklı bu araştırma sonuçlarının sonucunda sosyal sınıfla, ruhsal hastalıklar arasında üç genel teorik perspektifin ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlardan biri, genetik faktörlerin; diğer bazıları ise, sosyal stres görüşünün, ruhsal rahatsızlıklarla sosyal sınıflar arasındaki ilişkilerde, baz alınması gerektiğini ifade etmişlerdir. Bazı düşünürler, bireylerin, genetik yatkınlıkları nedeniyle, ruhsal hastalıklarından ve kişisel özelliklerinden ötürü, alt sosyal sınıfta kaldıklarını ifade ederek, biyolojik paradigmayı ön plana çıkarmaya çalışmışlardır (Cockerham,1992:164-165).

Dohrenwend, genetik seleksiyon ve sosyal sınıf modeli olmak üzere iki alternatif model geliştirerek, bunlardan hangisinin ruhsal hastalıkların nedensel açıklamasında etkili olduğunu tespit etmeye çalışmıştır. Bu modelden ilki, sosyal sınıfların, ruhsal hastalıkların açıklanmasında, belirleyici bir faktör olmadığını ancak, diğer nedenlerle hasta oldukları için alt sınıfta kaldıklarını, bu açıdan bireylerin sosyal hiyerarşide nerede bulunduklarının pek de önemli olmadığını ifade etmektedir (Dressler,1985:11-13). Diğer model ise, düşük sosyal sınıfların, ruh sağlığını olumsuz etkileyecek riskli bir hayatı barındırdığını vurgulamaktadır. Dohrenwend, bu hipotezleri sınamak için farklı etnik gruplarda karşılaştırma metodunu kullanarak yaptığı araştırmasında, psikopatoloji ve sosyal sınıf söylemi arasında nedensel ilişkileri içeren hipotezini destekleyen bulgulara ulaşmıştır. Bu konuda yapılan son incelemelerin de, Dohrenwend’in hipotezini destekleyen sonuçlarla uyumlu olduğu ifade edilmektedir (Link,1993:1352-1356).

Alt sınıftaki ruhsal hastalık risklerinin diğer sosyal sınıflardan çok daha fazla olacağı varsayımının test edilmesi amacıyla kriz dönemlerinin sosyal sınıflar üzerindeki etkilerini değerlendiren çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Bununla ilgili olarak, A.B.D.‘de, ruhsal hastaların hastanelere başvuru oranlarıyla, kötü seyreden ekonomik göstergeler arasındaki ilişkileri ele alan Brenner, yaptığı çalışmalarda, ekonomik düşüşlerin, stres ve ruhsal hastalık riskini arttırdığını ileri sürmüştür. Brenner, ekonomik düşüşlerin, bireylerin sosyal rollerini yerine getirmelerine engel olduğunu ve bu nedenle, A.B.D. gibi ekonomik ağırlıklı bir toplumda, parasal sorunların stres ve ruhsal rahatsızlıklara yol açtığını ileri sürmüştür (Brenner,1973:113-114).
Yaşanan zorlukların, ekonomik sorunların, alt sınıfları daha fazla etkilediği düşüncesinden hareketle ekonomik sorunlarla bu gruplardaki ruhsal hastalıklar arasındaki ilişkileri irdeleyen bir diğer araştırma da, A.B.D.’de “büyük depresyon” adı verilen, 1929 yılı ekonomik krizinden hemen sonra, Chicago’da, Faris ve Dunham tarafından yapılmıştır. Faris ve Dunham bu çalışmalarının soncunda, slum bölgelerinde yaşayan alt sosyal sınıflarda, daha çok şizofrenik hasta olduğunu ortaya koymuşlardır. Bu iki araştırmacı, inceledikleri kişilerin, bu düşük konumlarının ve yoksulluklarının, onların sosyal ilişkilerden izole olmalarına ve böylece, şizofreninin münzeviliğini andıran temel kişiliğinin ve ruhsal pozisyonunun oluşmasına neden olduğunu ifade etmişlerdir (Dunham,1977:151). Ekonomik göstergelerle, ruhsal sorunlar arasındaki ilişkileri konu edinen bu tür çalışmalar, özellikle, 1960’lı yıllardan itibaren, çeşitli istatistiksel çalışmalar kullanılarak, yapılmaya çalışılmıştır. Bu konuda, beyaz erkekler arasındaki intihar oranlarıyla, birtakım ekonomik göstergeler arasındaki ilişkileri göstermeye çalışan Pierce, borsa göstergelerindeki değişmelerin, intihar oranları üzerindeki etkilerini ele aldığı araştırmasında, yukarı veya aşağı doğru ekonomik dalgalanmaların, insanların birbirleriyle olan ilişkilerini ve bağlılıklarını azaltarak, intihar oranlarını arttırdığını bulgulamıştır (Cockerham,1992:114).

Yine, sosyolog Ralph Catalano ve David Dooley gibi, ekonomik değişmelerle, zihinsel rahatsızlıklar arasındaki ilişkileri araştırmakla meşgul olan M.Harvey Brenner de, 127 yıl gibi uzun bir zaman dilimini inceleyerek, bu süreç içerisindeki istihdam oranlarıyla, akıl hastanesi kayıtlarını karşılaştırmıştır. Brenner, bununla ilgili olarak ileri sürdüğü iki hipotezinden birinde, bazı bireylerin, ruhsal anlamda, hassas olduklarını varsayarak, ekonomik krizlerin, bu bireylerin sahip oldukları ruhsal yatkınlıkları üzerinde, tetikleyici bir etki yaptığını, bir anlamda, onların ruhsal hastalıkları üzerindeki örtüyü kaldırdığını belirtir. Diğer hipotezinde ise, Brenner, daha önceki yaşamlarında, hastalığa bir yatkınlıkları olmadıkları halde, bireylerin, ekonomik krizlerin etkisiyle, aşağı doğru bir sosyal hareketlilik sonucunda, incinebilir, bir noktaya gelerek, ruhsal hasta haline geldiklerini belirtir. Çünkü, ona göre, sınıfsal pozisyonlarını kaybederek, aşağı doğru bir sosyal sınıfa kayanlar, diğer insanlara kıyasla, daha fazla stresli olaylarla karşılaşırlar. Nitekim, Brenner, yapmış olduğu araştırmasında, ruhsal sağlık merkezine başvuran alt sınıf insanlarının, sosyo-ekonomik durumları iyi olanlardan, iki kat daha fazla olduğunu göstermiştir (Brenner,1973:117). Sonuçta, bu araştırmada ekonomik krizlerin, bireylerin ruhsal hastalıklarında, provokatif bir etken olduğu varsayımı araştırılmasına rağmen, ulaşılan bulguların, depresyonda, ekonomik krizlerin, nedensel bir etken olduğu ortaya çıkmıştır.

Ekonomik krizler anında, insanların daha hoşgörüsüz olduklarını, bunun da ruhsal sıkıntıların ortaya çıkmasında etkili olduğunu belirten Brenner, bu tür anlarda, ruhsal sıkıntı çekenlere karşı, daha toleranssız davranıldığını ileri sürerek, hoş görüsüz davranışlarla, ekonomik krizlerin birbirleriyle karşılıklı etkileşim içerisinde ve birlikte artarak ruhsal sorunlar üzerinde belirleyici olduğunu göstermiştir (Brenner,1973:117). Ancak, Brenner, alt sınıftakiler kadar, orta sınıfa mensup olanların da, ekonomik krizler anında, sahip oldukları yetersiz kaynaklar nedeniyle, ciddi streslerle karşı karşıya kalacaklarını belirterek, ekonomik krizlerin, cüzdanlara olduğu kadar, zihinlere de zarar verdiğini belirtir.

Yine, kişilerin ruhsal sağlıklarıyla, ekonomik sarsıntı ve değişmeler arasındaki ilişkileri ele alan bir başka çalışmada, Catalano ve Dooley, işsizlik ve az düzeyde de olsa, enflasyonla, bu iki sorunun neden olduğu stresli yaşantılara, moral bozukluğuna dikkat çekerek ekonomik-sosyal sorunlarla depresyon arasında, önemli ilişkiler olduğunu bulgulamışlardır. Bu çalışmada, ekonomik krizlerin veya düşüşlerin, Brenner’in dediği gibi, sadece provakatif bir etken olmadığı aynı zamanda, doğrudan doğruya, ruhsal hastalıkları belirleyen bir baskı unsuru olduğu bulgulanmıştır (Marshall vd.,1982:843-854).

Benliğin Sınıfsal Kurgusu

Depresif bireylerin ne tür kişilik özellikleri gösterdiklerini daha önce belirttiğimiz için, burada bu özellikler üzerinde durmak yerine sadece, benliğin toplumsal değişkenler bağlamında nasıl kurgulandığını ve bunun ruhsal hastalık riskleri üzerindeki etkilerini tartışmaya çalışacağız. Depresyonun oluşumunda ve devamında, bireyin benlik imajında meydana gelen yıkımın önemli bir yeri vardır. Benlik imajının ise, bireyin kendini değerlendirmede başvurduğu bilişsel şemalarına referans sağlayan sosyal şartlarla ve değerlerle alakalı olduğunu söyleyebiliriz.
Benlik, kişinin yaşadıklarının bir bütün olarak örgütlendiği duygusal ve bilişsel süreçler sistemi olarak tarif edilebilir. Benlik, bireyin kendine ilişkin düşünceleriyle başkalarının kendisine yönelik tutum ve davranışlarının karşılıklı etkileşiminin bir yansımasını ifade eder. Benlik, bireyin ne olduğunu ve ileride ne olmak istediğini, başkalarının kendi hakkında neler düşünmelerini istediğini yansıtan bir kavram olduğundan değer yüklü bir içeriğe sahiptir (Poloma,1993:223). Benlik saygısı, bir anlamda, kişinin kendi kişisel özelliklerini beğenmesini, değerli ve başarılı görmesini ifade ettiğinden, bireyin sosyal pozisyonuyla benlik saygısı arasında ciddi bir bağlantı vardır. Çünkü, genel olarak, benlik saygısı, bireyin sahip olduğu statü ve rollerinin sonucunda edinilir. Nitekim, Mc Call ve Simmons, "Kimlikler ve Etkileşimler" adlı eserinde, bireyin kendine olan bakışının sosyal olarak kurulduğunu belirtmişlerdir (Brown,1989:235). Benlik saygısıyla ümitsizlik ve depresyon duygulanımı arasında karşılıklı bağlantılar vardır. Depresyonda önemli bir belirleyici olan ümitsizlik duygusunun ve düşük benlik saygısının oluşmasında ise, ailenin sosyo-ekonomik kökeniyle bu zeminin belirleyici olduğu travmaların önemli bir etkisi vardır. Bu anlamda, bireylerin toplumda işgal ettikleri yeri ifade eden statünün, psikolojik bir değeri vardır.


Sosyal statü, belli tüketim alışkanlıkları, eğitim ve gelire bağlı olarak değişen, statü sembolleriyle kendini belli eder. Bireyin, diğerlerinden göreceği sevgi ve saygı, onun ruhsal sağlığı için oldukça önemlidir. İnsanların kendilerine saygı duyabilmeleri ise, en azından, toplumsal saygı kaynaklarını içeren yüksek statülere sahip olup olmamalarına bağlıdır. Statü ve prestij artışı, modern dünyada, maddi olanaklarla yakından ilgili olduğundan sağladığı tatminlerle, bir meta gibi değerlendirilebilir; çünkü bu, markalı bir araba, lüks bir yaşam ve toplumsal saygı anlamına gelir.

Nasıl ki, üst ben, diğer insanların içe yansıtılması ile somutluk kazanıyorsa, benlik imajımız da, sosyal tabakadaki yerimize göre, diğerlerinin bakışları dolayımıyla, yani statü aracılığıyla edinilir. Sartre’ın deyimiyle, “ilke olarak, başkası, bana bakan kimsedir... İmkanlarının saklı ölümü... Görülmüşlüğüm, beni böylece, benim olmayan bir özgürlüğe karşı koyamayacak bir varlık olarak oluşturur. Bu anlamda, başkasına göründüğümüz kadarıyla kendimizi, köleler olarak kabul ederiz” (Duhm,1996:141).

Birey statüsü ile özdeşleştiğinden, sosyo-ekonomik düzeydeki düşmeyle depresyon arasında ters bir korelasyondan bahsedilebilir. Statü, kendine saygının önemli bir kaynağı olarak aynı zamanda, benlik bilincinin bir parçası olan özlem düzeyini belirlediğinden, düşük veya düşmekte olan statünün, hayal kırıklığı üzerindeki etkisini anlayabiliriz. Öncelikle düşük statü, tecrit edici bir durumu yaratabilir veya aşağı doğru sosyal hareketlilik, statü kaybı, yakın sosyal çevrenin koruma duvarının dışına itilmek riskini bağrında taşır. Bundan dolayı, alt tabakalar, en az değer gören ve marjinalleşme potansiyeliyle hastalık yükü en fazla risk gruplarını bağrında taşır.

Statü, bireyin, toplum içinde yerine getirdiği rollerle yakından alakalıdır. Rol, sosyolojik anlamda bireyin, ceza verme yetkisini elinde bulunduran diğerlerinin beklentilerine göre tanımlanır. Daha iyisi olmak için gösterilen bu çabayı, kapitalist ekonomi bağlamında, diğerlerinin beklentileri dolayımında anlayabileceğimizi söyleyebiliriz. Gerçekten de, bireyin, iç ve dış beklentilerinin yüksekliği karşısında, sahip olduğu potansiyellerinin yetersizliği, birey için ciddi bir risktir. İlerleme ideali, sınıf atlama şeklinde ortaya çıktığından, alt tabakada olanlar bir yana, durumlarını daha fazla iyileştiremeyenlerin bile iyi olmadıkları, geri gittikleri algısına sahip olmaları doğaldır. Çoğu mükemmelci depresif hastanın, aslında, kendi alanlarındaki birçok kişiden daha iyi olmalarına rağmen, yeterince başarılı olmadıkları için kendilerini sert biçimde eleştirip depresyona girmelerinin altında da, kanaatkârlıktan yoksunlaştıran üretim tarzıyla kapitalist sistemin artan beklentileri vardır.

Prestij ve üstünlük ihtiyacımızla beslenen reklamlardan da anlaşılacağı gibi, statü, ister öznel, ister nesnel anlamıyla olsun, bireylerin bir şeylere sahip olup olmamalarına yani, yüksek bir gelirin ve iyi bir mesleğin olup olmamasına göre artıp azalabilmektedir (Duhm,1996:140). Özellikle, gelir durumu, sınıfsal konumun en önemli bileşenini oluşturur. Hane halkının gelir durumuyla ilgili çalışmalarda farklı sonuçlar bildirilmişse de Norman Brodbom ve David Caplovitz, yaptıkları bir araştırmada, birçok veri içerisinde, mutluluğu, en çok etkileyen faktörün, gelir durumu olduğunu tespit etmişlerdir (Cole,1999:23). Bu durumda, her şeyin garantisi olmasa da ruh sağlığının asgari şartının, geçim yapabilecek bir gelire ve sosyal bir güvenceye sahip olmak olduğunu ifade edebiliriz.

Ancak, sanıldığı gibi, bizatihi yoksulluk sorununun kendisinin, kendinden menkul bir sorun olmadığını düşünüyoruz. Reklamlarla pohpohlanan sınıfsal çelişkiler, içinde bulunulan durumu sorun olarak algılamanın temelinde bulunmaktadır. Yani, sorun, bizim neye sahip olamadığımızın yanı sıra, başkalarının neye sahip oldukları ile de yakından ilgilidir. Başkaları ile kıyaslayarak edinilen “ben değeri”, verili bir kültürel, ekonomik standartların sonucunda oluşur. Neyin, kimin kötü durumda olduğunu belirleyen, etiketleyen standartlar, değerler gözlüğüyle diğerlerinin durumuna bakılarak tespit edilir, ve bu kıyaslama, alt düzeydekilerin kendilerini kötü durumda algılamalarını belirler. Bununla ilgili olarak yapılan bir araştırmanın sonucuna göre, ruhsal hastalıkların ve depresyonun anlaşılmasında, asıl önemli olanın, gelir durumundan ziyade gelir eşitsizliğinin olduğu yerlerde yaşamanın getirdiği gerilim olduğu ifade edilmektedir. Londra’da yapılan bir çalışmada, gelir eşitsizliğinin fazla olduğu yerleşim yerlerinde, fakirliğin bu durumdaki bireyler için daha büyük bir sorun olduğunu ortaya koymuştur (Weich,2001:226 ).

Sosyo-ekonomik yapı içerisinde önemli bir yer tutan faktörlerden biri de bireyin sahip olduğu meslektir. Mesleğin, bireyin kişiliği ve ruhsal sağlığı üzerinde ciddi etkileri olduğu ifade edilmektedir. Örneğin, çoğu kişilerin aşırı kontrol edilen, aşırı düzenli ortamlarda rahatsız oldukları bilinen bir durumdur. Yapılan görevlerde, alt sınıflara ait mesleklerde olmayan kontrol etme, planlama ve yönetme davranışlarının depresyona karşı koruyucu olduğu bulgusundan hareketle, bu tür yetkileri içermeyen alt sınıfla ilgili mesleklerin depresyon açısından risk oluşturabileceği düşünülmektedir (Link,1993:1352-1356).

Mesleklerin bireylerin ruhsal sağlıkları üzerindeki etkilerini araştıran ve sosyal sınıf sürecinin doğrudan psikojenik etkiler doğurduğunu ileri süren Lenski, statü çatışması veya uyuşmazlığı modeliyle bireyin eğitim gördüğü bir alandan çok farklı veya onunla çatışan bir meslekte çalışmak zorunda kalmasının yarattığı ruhsal sorunlara değinir. Örneğin, ekonomik gerileme dönemlerinde, yüksek eğitimli bireylerin alt sınıf işlerde çalışmak zorunda kalmaları gibi, sosyal sınıfların birbirine paralel olmayan boyutlarının yarattığı ruhsal sorunlar bu bağlamda değerlendirilmektedir (Dressler,1985:13). Bu açıdan işsizliğin ve meslekle ilgili sorunların gelecek kaygılarını ve ümitsizlik duygularını arttırarak ciddi ruhsal sıkıntılar doğurduğunu ifade edebiliriz.

Günümüzde, modern toplumlarda başarı ve gelir düzeyiyle yakından ilgili olan eğitim, gerçekten de, hem iş hayatındaki hem de sosyal ilişkilerdeki anahtar işlevinden ötürü, toplumsal prestijin önemli kaynaklarından biridir. Bireylerin sosyal konumlarının önemli belirleyicilerinden biri olan eğitim, modern zamanlarda, sınıf atlamanın önemli bir adımını oluşturur. Eğitim seviyesinin yüksekliği ve genelde onunla birlikte gelen başarı, bireylerin kendilerine olan güvenlerinde, yasal-yasal olmayan sorunlar karşısında mücadele etmelerinde ve alternatifler geliştirmelerinde, oldukça önem taşır. Bunun yanı sıra, modern dönemde, okumaya verilen değerin bir sonucu olarak, eğitim seviyesi, bir statü öğesi olarak değerlendirildiğinden, düşük eğitim seviyesi ve başarısızlık, bireylerin benlik imajlarında zaaf oluşturan faktörlerden biri olarak depresyonda ve ruhsal hastalıklarda bir risk etmeni olarak değerlendirilebilir.

Bu konuda ilginç bir veri de, kendilerini hasta olarak tanımlayan insanların, hasta davranışı sergiledikleri hususudur. Bu verilerde, beklentilerinde başarısızlığa uğrayanların veya kendilerini öyle hissedenlerin, bu durumlarını hasta rolüyle meşrulaştırma yoluna başvurduklarını göstermektedir (Cole,1992:29-33). Ancak, sanıldığının aksine, bazı insanlar, hasta oldukları için sosyal rollerini ihmal etmekten ziyade, bu rollerini yerine getiremedikleri için, kendilerini sağlıksız hissetmekte veya gerçekten hasta olmaktadırlar. Burada, bu insanların numara yaptığı falan kastedilmemektedir. Bilakis, bu tür hastaların, içinde bulundukları hastalıklı sosyo-ekonomik düzey, onları, böyle bir tutuma yöneltmektedir. Çünkü, insanların içinde bulundukları pozisyonla sahip oldukları değer ve zihniyet yapısı arasında önemli bağlantılar vardır. Örneğin, kader düşüncesinin, alt sınıflarda daha fazla olması, bu sınıfların zorluklarla mücadele etmeyi, hayatlarını kontrol etmeyi öğrenmede yetersiz kalmalarına neden olduğundan, bu sınıflardaki bireylerin, ümitsizlik duygularına kapılarak ruhsal açıdan rahatsızlanmaları, daha olası görünmektedir.

Toplumsal farklılaşmanın arttığı modern zamanlarda eşitlik, ilerleme ideali ve demokratik diğer haklar, bu hedeflere ulaşamayanların hayal kırıklığını tahrik eden potansiyeller olarak, bireylerin beklentilerine eklenmiştir. Lerner'in şehirleşme kuramında belirttiği gibi, diğer faktörlerle birlikte, artan coğrafi ve sosyal hareketlilik, kitle iletişimi ve empati düzeyi, düşük sosyo-ekonomik düzeye sahip bireylerin, kendilerini, diğerleriyle kıyaslayıp, kötü hissetmelerine neden olan mekanizmayı anlamamızda, önemli bir rol oynamaktadır. İnsanlar arasında eşitlik idealini yaratmanın yolu, insanlar arası dayanışmadan geçmektedir. Birlik, beraberlik, güven duygusunu besleyen dayanışma duygusu ise, buna ait değerlerle, insanlar arasındaki ortak paydaların genişliğine bağlıdır. Çünkü, bireylerin diğerleriyle özdeşim kurabilme kapasiteleri, sahip oldukları benzerlikten etkilenir. Halbuki, sınıfsal uçurumlar, bu tabanı ciddi bir şekilde oymaktadır. Bu durumda, ahlaki değerler zayıflayınca, insanlar arasındaki dayanışmanın yerini, menfi çatışmalar almakta ve toplumsal yapı, bu çatışmaları düzenleyemediğinden, menfaat, yaşayış ve zihniyet farklılıkları, sosyal huzuru bozma riski taşımaktadır (Güngör,1995:113-155). Yoğunluğu gittikçe artan, karmaşıklaşan hayat, değişen değer yargıları ile birlikte, kendini realize etmektedir. Artan farklılaşma neticesinde, çatışan çıkarlarıyla, bu kadar rekabetçi, parçalı bir toplumsal yapı, belki de, tarihte ilk kez ortaya çıkmıştır. Bu farklılık, diğerleriyle özdeşleşmeyi engelleyen kıyaslamalarla hayal kırıklıklarını arttırdığı müddetçe, ruhsal hastalık, özellikle, alt sınıflarda tanısını alacaktır.

İnsanların, diğerlerinin bakışına olan bağımlılıkları, onları, prestijlerini yükseltme konusunda gerilime sokar. Bireylerin diğer insanlardan üstün olma amacıyla sınıf atlama isteğinin altında da, bu duyguların önemli bir etkisi olduğu söylenebilir. Adler, üstün olma çabasını, aslında, insanlara tahakküm etme güdüsünün bir sonucu olarak, ruhsal hastalıkların temelindeki duygu olarak yorumlar (Adler,1997:50). Evrimsel bakış açısını savunan bilimsel çevrelerin, oldukça aşina oldukları bu üstünlük arayışının, Adler’in ileri sürdüğü fikirden farklı olarak yani, doğuştan gelen bireysel bir olgu olmaktan çok, sosyal tabakalaşma tarzının bir fonksiyonu olduğunu düşünüyoruz. Gerçekten de, Adlerci bir perspektifle de olsa, bu üstünlük ve tahakküm duygusunun, sosyal yapının bir tümleyicisi ve ürünü olduğunu görmemek mümkün değildir. Ayrıca, bütün içsel çatışmaları, üstünlük arayışları, kaygı ve travmaları düzenlemeye çalışan savunma mekanizmaları, toplumun kültürel ve toplumsal işleyişince belirlenir ve bu yapıyı beslerken, sonuçta, bir toplumdaki yaşamı karakterize eden sosyal tabakalaşma tarzı, rekabeti, bütün sömürüsü ve tahakkümüyle bu belirleyicilikte, üstüne düşen hayati rolü yerine getirir. O halde, sonuç olarak, bir yandan, ekonomik işlevselliği bozan, öte yandan ideolojik duruşların altını oyan hastalık rolüyle, depresyon, dengesiz tabakalaşma ve kontrolsüz bir kapitalizmle yakından alakalı olup bu sosyo-ekonomik yapı için paradoksal bir işlevselliğe sahiptir.

Daha önce belirttiğimiz gibi Adler, sınıf bilincinin, aşağılık hissinden kurtulmayı arzulayan, duygulanımsal bir temele dayandığını vurgular. Bu fikre dayalı olarak, marksist bazı düşünürler, proteleryanın sınıf bilinci arttıkça, aşağılık hissinden kurtulmak için bile olsa, durumlarını kader olarak benimsemeyeceklerini belirtir (Jakoby,1996:48). Halbuki, hastalık nosyonu geliştikçe, hastaların, durumlarını kader veya ideolojik bir çerçeve içerisinde değerlendirmek yerine, hastalık olarak şematize ettiklerini söyleyebiliriz. Bu anlamda, genelde, ruhsal hastalıkların ve konumuz olması itibariyle de depresyonun, alt tabakaların bilincini körelten, fonksiyonel bir hastalık olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca, paradoksal olarak, bu hastalığın, diğer sektörlerdeki ekonomik işlevselliği zedelese de iradesizce karşı durduğu kapitalizmin muazzam ilaç sektörünü önemli ölçüde beslediği söylenebilir.

Genel anlamda sınıfsal konumun önemli bir parçası olan para ve prestij, yüksek değişim değeri olan başarıya karşılık olarak kazanıldığından, başarısızlık veya kaybetme korkusunun, ciddi bir ruhsal travma kaynağı oluşturduğunu biliyoruz. Ama, asıl önemli olan soru, neden kaybetme veya üstünlük arayışındaki bir engel bireyde, bu kadar yıkıma neden olarak onu intihara kadar sürükleyebilecek bir depresif duygulanıma hapsedebiliyor? Elbette, bir kaybı, sadece, psikoanalitiğin yas çağrışımları kapsamında değerlendirmek veya köksüz içsel çatışmalarda aramak, mümkün değildir. Bu konuda, çeşitli olaylara verilen anlamın, tarihsel ve kültürel değerler ve bu değerlerde yaşanan değişmeler bağlamında yorumlanmasının uygun olacağını sanıyoruz.

Orta çağ dizgesindeki toplumsal dengeye karşılık, günümüzün hızlı toplumsal hareketliliği, sadece, birkaç kişinin ulaşabileceği ödüller için, birçok insanın çılgınca çırpınıp durduğu bir devingenliğe sahiptir (Fromm,1990:102). Elbette, orta çağ insanının da servet peşinde koşmadığını, hırs sahibi olmadığını söyleyemeyiz. Ancak, bu durumu dengeleyen ve eleştiren bir ahlak baskısı olduğundan, bu duyguların, bireyler için rahatsızlık vermediği ifade edilmektedir. Ülken’e göre bolluk, refah, şan, şöhret, gösteriş merakı, sadece, bugün değil, Ortaçağda da üst sınıfın önemli özelliklerinden biri olmuştur. Osmanlı’da alt tabakadan üst tabakaya tırmanmayı, güç ve ihtişam arayışının sebebi olarak yorumlayan Ülken, Orta çağda, sosyal tabakalara paralel bir şekilde ahlak kaidelerinin şekillendiğini ve aşağı tabakalara inildikçe de, katı bir ahlaki yapılanmanın göze çarptığını belirtir. Bu anlamda, yoksulluk ahlakla dengelenmeye çalışıldığından ruhsal yapının daha az gerilim yaşadığını varsayabiliriz. Ülken, zenginlik arayışına karşıt olarak, kanaatkârlık ahlakının da, buna paralel bir şekilde üst sınıflarda gevşek, alt sınıflarda yaygın bir katılığının olduğunu, ancak, çözülme dönemiyle birlikte, sabrın, kanaatkârlığın, çalışma zorunluluğundan ötürü, kârcı bir zihniyetle çatışmaya başladığını belirtir (Ülgener,1981:97). Çünkü; biri, hırsa dayanan kârla; öteki, sabra dayanan bir kanaatkârlıkla güdülenir. Ona göre kanaatkârlık ahlakı, orta çağın çözülme döneminde zayıflamış ve mutasavvıflarda bile, zengin olmaya yönelik tiksintinin yerini, yükselmek isteyenlere açık kapı bırakan, düşünceler almıştır (Ülgener,1981:103).

Kanaatkârlığın, sabrın, insanları, bulundukları sosyal pozisyonu kabullenip, sınıf atlamayı gereksiz kıldığı ve üretim tarzının da bu ahlaka uygun olarak, kapalı olduğu bir yapıda, sadece, siyasi sistemin değil bireylerin de kendi hallerinden razı olacaklarını tahmin edebiliriz. Bu bakış tarzının, hızla değiştiğini, artan beklentilerin, bireylerin durumlarını kabullenmede zorlanacakları bir yapıda, depresyon riskinin de oldukça fazla olacağı, tahmin edilebilir. Değişen üretim tarzı ve ahlaki yapı sonucunda, bireylerin duyguları da bundan nasibini almıştır. Ülken’e göre, nasıl ki acelecilik, sabır gerektiren sanat ve zanaatla uyuşmazsa, kanaatkârlık da bugünkü ekonomik yapının hızlı üretim- tüketim kalıbıyla uyuşmaz. İşte bundan dolayıdır ki, beklentilerin tatmin edilememesi, eskiye nazaran, bugünün bireylerinde daha yaralayıcı olup, telafisi de o ölçüde zor olmaktadır. Bu da, bizi, başta alt sınıflar olmak üzere, modern insanların, maddi açıdan durumları daha iyi olmalarına karşın, ruh hastalığına yakalanma risklerinin, atalarına göre, daha fazla olduğu sonucuna götürmektedir. Freud'un dediği gibi, uygarlık, zaten, belli bir bastırma sonucunda gerçekleşmiş ve belli bir bastırmayı da, varoluşu açısından, zorunlu olarak uygular. Ancak, bu baskı, sınıfsal uçurumu keskin olan toplumlarda oldukça fazla olduğundan, toplumumuzda olduğu gibi, depresyonun ve diğer ruhsal hastalıkların artışı kaçınılmaz gibi görünmektedir. Çünkü, bilinç dışına bastırılmış arzularımızın, toplumca kabul edilmiş kültürel hedefler (din, sanat, spor) olarak yüceltilememesi, yerlerine yeni ikame nesnelerinin bulunamaması, sabrın, haz arayışının tatmin olmaz derinliğinde tükenerek, bireyleri ümitsizliğe düşürmektedir.

Bu teori, bireylerin hastalanmalarında önemli bir yer tutan incinebilirlik faktörlerini ve yaşanan sorunların niteliğini sosyal yapı, sosyal tabakalaşma tarzı ve ait olunan sınıflar bağlamında değerlendirdiğinden, ruhsal hastalıkların sosyolojik bir perspektifle ele alınmasında ve anlaşılmasında önemli katkılar sunmaktadır. Çıkar grupları arasındaki sınıfsal, ekonomik çatışmaların, ruhsal hastalıklara nasıl yol açtığı konusunda ileri sürülen bu fikirler önemli olmakla birlikte, çatışmacı teorinin, yeterli deneysel bulgularla desteklenememesi nedeniyle, ruhsal hastalıkları ve depresyonu açıklamada, tek başına yeterince açıklayıcı olamadığı söylenebilir. Bunun yanında, sahip olunan farklı değerlerin, aynı sınıfsal yapı içerisinde farklı ruhsal etkiler yaratabileceği düşüncesinden hareketle, sosyal sınıf konumunun ve bilincinin ruhsal hastalıkları açıklamada tek başına açıklayıcı olamayacağını söyleyebiliriz. Örneğin, aynı gelire ve aynı sorunlara sahip olanların, farklı zihniyet ve değerleriyle, alternatif dengeleyicileri sayesinde ruhsal sağlıklarının farklı olabileceği ve dolayısıyla, hastalık süreci içerisinde bile farklı tutumlar sergileyebilecekleri unutulmamalıdır. Bunun dışında, çatışma teorisi, değerler yapısındaki bozulmaların ruhsal sonuçlarını yorumlarken, ait olunan grupların büyüklüğünü, yaş ve cinsiyet faktörü gibi bazı demografik etkenleri ve küçük gruplardaki kişiler arası ilişkilerin kalitesini, çocukların yetiştirildikleri aile ortamlarının, mikro düzeydeki ilişkilerin duygusal desteklerinin ve bir yakın kaybının, dinin, ideolojik faktörlerin bireyin ruhsal dünyasındaki etkilerini yeterince dikkate almadığı için eleştirilebilir.
Alıntı ile Cevapla
Sponsor
Cevapla






© 2013 KeLBaYKuŞ Forum | AtEsH
Telif Hakları vBulletin v3.8.4 - ©2000-2024 - Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.2.0'e Aittir.
Açılış Tarihi: 29.08.2006