Cinsiyet (toplumsal)
Bu terimi sosyolojiye sokan Ann Oakley 'e göre, "`cinsiyet' (sex) biyolojik erkek- kadın ayrımını anlatırken, `toplumsal cinsiyet' (gender) erkeklik ile kadınlık arasındaki buna paralel ve toplumsal bakımdan eşitsiz bölünmeye gönderme yapmaktadır" (bkz. Sex, Gender and Socieıy, 1972). Dolayısıyla "toplumsal cinsiyet", kadınlar ile erkekler arasındaki farklılıkların toplumsal düzlemde kurulmuş yönlerine dikkat çekmektedir. Fakat bu terimin kapsamı, ilk ortaya çıkışından beri, yalnızca bireysel kimligi ve kişiligi degil, ayrıca sembolik düzeyde erkekligin ve kadınlığın kültürel idealleri ile stereotiplerini, yapısal düzeyde ise kurumlar ve örgütlerdeki cinsel işbölümünü içine alacak kadar genişlemiştir. 1970'ler de toplumsal cinsiyetin varlığını; başka bir ifadeyle, erkekler ile kadınlar arasındaki farklılıklar ve ayrılıkların biyolojik farklılıkla açıklanamayacağını, erkeklik ve kadınlıkla ilgili, kültürel açıdan egemen fıkirlerin gerçekliğe ancak kabaca denk düşen stereotipleri temsil ettiklerini kanıtlamaya yönelik sosyolojik ve psikolojik çabalar vardı. Bu çalışmalar, toplumsal cinsiyetle ilgili düşünceler ve erkeklerle kadınların rolleri söz konusu olduğunda çeşitli kültürler arasında muazzam degişiklikler bulunduğunu ortaya koymuştu. Benzer doğrultuda, erkek ve kız çocukların, yetiştirilme biçimi, gençlik kültürü, istihdam kalıpları ve aile ideolojisi alanlarındaki toplumsallaşma süreciyle yetişkin erkek ve kadınlara dönüşmelerini kapsayan araştırmalar yapılıyordu. Yapısal düzeydeki araştırmalar ise, ev içindeki (dışarıda tam zamanlı çalışan erkekler ile kadınlar arasında bile görülen) eşitsiz işbölümüne, ayrıca iş türleri ile terfı olanaklarının belirlenmesinde cinsiyetin (bireysel hünerler ile vasıflardan çok daha fazla olarak) büyük rol oynadığı işe alma kalıbındaki ayrımcılıklara eğilmekteydi. Daha yakın zamanlarda ise, dikkatler daha çok kültürel düzeydeki değişik toplumsal cinsiyet oluşumlarına çevrilmiştir ve bunlar, ABD'de ırksal arılık, Beyaz kadınların cinsel arılığı ve Siyah erkeklerin konumuyla, ya da dogal ve evrensel bir olgu olan annelik mitiyle ilgili düşüncelerin birbirine bağlılığı türünden sorunları aydınlığa kavuşturmak üzere antropoloji, tarih, sanat, edebiyat, sinema ve kültür incelemeleri gibi disiplinlerarası araştırmalardır. Sara Delamont'un The Sociology of Women'ı (1980) bu literatürün önemli kısmını değerlendiren bir metindir. Toplumsal cinsiyet kavramı konusunda esas olarak iki tür eleştiriye rastlanır. Birinci eleştiri, biyolojik etken ile toplumsal etken arasında kurulan yanlış bir ikiliğe dayanır. Bu durum, sosyolojinin, toplumsal ögeyi, toplumsal bilinç ve eylem üretmek amacıyla bedensiz bir şey olarak görmeye (çocuklara ise, toplumsallaşma sürecinin üstünü diledigi gibi çizip karalayabileceği bir tabula rasa rolünü biçmeye) eğilimli olduğu genel bir eleştiriyle ilişkilidir. Michel Foucault 'nun son yazılarından yola çıkan sosyologlar, şimdi bedeni tartışmadan kabul edilen bir şey saymaya daha gönülsüz oldukları gibi, toplumsal anlamının tarih içinde değiştiğini kabul ettikleri için, bedeni toplumsal analizin bir nesnesi olarak görmeye de daha az eğilimlidirler. Fakat bir anlamda bu bakış açısı da, biyolojinin devre dışı bırakılmasının, biyoloji biliminin basit bir toplumsal söylemmiş gibi küçümsenmesinin başka bir aracı olabilir. Cinsiyet-toplumsal cinsiyet ayrımına yönelik eleştirilerden birincisi, toplumsal düzeyin dışındaki anlamlarda biyolojik bir farklılık (cinsiyet) bulunduğunu reddeden, Foucaultcu eleştirel yaklaşımdır. Öte yandan, biyolojik farklılığın toplumsal-ötesi bir olgu olduğunu savunan ve bedenin gerçek anlamını sakladığını ileri süren bir toplumsal cinsiyet görüşüne karşı çıkan eleştiriler de vardır. Cinsiyet/toplumsal cinsiyet ayrımının, âdet, gebelikten korunma, üreme teknolojileri, kürtaj ya da çocuk doğurmakla ilgili biyolojik politikayla birlikte diğer feminist ilgi konularına fırsat bırakmayan özel türden bir feminist politikayla bağlântılı olduğu söylenmektedir. İkinci türdeki bir eleştiri, toplumsal cinsiyet kavramının kadınlar ile erkekler arasındaki, gücün (iktidarın) ve tahakkümün aleyhine işleyen farklılıklarda odaklanmasıyla bağıntılıdır. Bazı yazarlar, güç (iktidar) sorununu hem analitik hem de siyasal bakımdan ön planda tutma çabasında başlıca düzenleyici kavram olarak ataerkillik terimini kullanmayı tercih ederler. Ataerkilliğin çıkardığı bir sürü problem vardır; yalnız bizim burada not edecek kadar önemli gördüğümüz bir problem, biyolojik bir kategoriyi toplumsal bir kategori gibi değerlendirerek cinsiyet ile toplumsal cinsiyeti aynı kefeye koymasıdır. Bu çerçeveye göre, kadınlara ve erkeklere, ataerkilliğin açıklanmasına yardımcı olan önceden oluşturulmuş gruplar gözüyle bakılmaktadır; ayrıca ataerkilliğin açıklanmasında genellikle döllemenin biyolojisi kullanılmaktadır. "Toplumsal cinsiyet" daha hafıf bir tonla da, "cinsiyet" sözcüğünü kullanmaktan kaçınmanın ahlâkçı bir yolu olduğu gerekçesiyle eleştirilmiştir. Bu terimi sosyolojide doğru bir anlamda kullandığımızda böyle bir sorun çıkmaz, ancak insanların (örneğin) "karşı cins"ten söz etmeye kalktıklarında bu anlamıyla gündelik dilimize girmiş olduğu doğrudur. Bazı sosyologlar "toplumsal cinsiyet"le "cinsiyet rolleri"ni ya da "cinsiyet ayrımcılığı"nı kastetmeye çalıştıkları zaman böyle bir yanlışa düşmektedirler. Bu problemlerin farkında olduğumuzda toplumsal cinsiyet teriminin verimli biçimde kullanılabileceğini söyleyebiliriz. Farklılığın gelişkin bir toplumsal düzeyde kuruluşu söz konusu olduğunda biyolojik farklılık ile güç (iktidar) yapılarını ele alma gerekliliğinin ortaya çıktığı kabul edilecek olursa, böyle bir durumda "toplumsal cinsiyet" kavramı, kadınlığın yanı sıra erkekliğin, kadınların toplumsal konumunun yanı sıra cinsiyetler arasındaki ilişkilerin incelenmesini özendiren, evrenselci bir analizden ziyade tarihsel ve kültürel çeşitliliği ve değişimi ön plana çıkaran büyük bir üstünlüğe sahip olacaktır.
|