KeLBaYKuŞ Forum

Geri git   KeLBaYKuŞ Forum > Eğitim > Dersler > Felsefe


Felsefe


Cevapla
 
Seçenekler
  #1 (permalink)  
Alt 22.09.06, 14:21
kestelli_ceza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Profesör Baykuş
 
Kaydolma: 30.08.06
Erkek - 36
Mesajlar: 2.166
Teşekkürler: 1
Üyeye 110 kez teşekkür edildi
Yeni İslamİyetten Sonrakİ TÜrk EĞİtİm Tarİhİ

3.1. Medreseler öncesinde ve dışındaki İslâmî eğitim kurumları

3.1.1. Câmi ve mescitler

Câmi ve mescitler İslâmiyetten önce de var olan ve içinde Allah'a ibadet edilen yapılardır, İslâmiyetten sonra değişik boyutlarda binlerce yeni câmi ve mescit yapıldığı gibi eskiden kalma çeşitli yapılar ve ibadethaneler de câmi ve mescitlere çevrilmişlerdir.
Câmi ve mescitlerde ibadetin yanı sıra toplantı, mahkeme, ziyafet ve hattâ pazar gibi çeşitli işler de yapılıyordu, ama bunların arasında ibadetten sonra en çok yapılan iş, eğitim ve öğretimdi. İbadetten önce ve sonra Kur'an ve ilâhiler okunur, vaaz ve hutbeler verilirdi. Câmilerde dinî ve ahlâkî hikâyeler anlatarak kıssadan hisse çıkaran "kussas"lar da bir zamanlar önemli bir rol oynamışlardı.

İslâmî ilimlerin kaynakları Kur'an-ı Kerim ve hadisler idi. Halk çeşitli problemlerini ibadetten önce ve sonra câmide bulunan din adamlarına ve âlimlere sorar, onlar da problemin İslâmî kurallar çerçevesinde çözümünü anlatırlardı. Zamanla bu açıklamalar o kadar dikkati çekti ki, problemi olmayan insan da bu âlimlerin çevresinde "halka"lanarak onları dinlemeye başladılar ve bu bir gelenek haline geldi. Artık günün belli saatlerinde âlimler câminin bir köşesine oturuyor, dinleyiciler etrafında halka şeklinde oturuyor ve sorulara bağlı olmayan hadis ve fıkıh (İslâm Hukuku) dersleri veriliyordu. Zamanla dersler iyice düzenli bir hale gelmeye, âlimler "müderris" olmaya ve dinleyicilerin sürekli olanları da "talebe" olmaya başlamışlardı. İslâmiyetin daha birinci yüzyılından itibaren gerek İslâm ilkelerini gerekse ibadet kurallarını öğreten birçok "halka sahibi" ve "kürsü sahibi" müderrisler vardı.

Giderek bu öğretim halkaları belli ders konularına göre ayrıldığı gibi, câmiye gelen sünnî mezheplerin görüşlerini anlatan "halkalar" da birbirinden ayrı olarak fakat aynı câmilerin içinde kurulmaya başlamıştır. Özellikle Arap ülkelerinde, Tunus'ta Zeytuna Câmiinde, Bağdad'ta Ulu Câmide, el Mansur Câmiinde, Şam'daki Emeviye Câmiinde, Mısır'daki Amr, Tulun, el-Hakîm, el-Ezher gibi câmilerde öğretim neredeyse ibadetten daha fazla yer almaya başlamıştı.

Câmilerde kurulan öğretim halkalarının öğrenci sayısı beş-altı öğrenciden yüzlerce öğrenciye kadar çıkıyordu. İsteyen istediği müderrisin halkasına katılabiliyordu. Müderrisler, bu öğretim halkalarından yeni müderrisler yetiştirdikleri gibi, yaptıkları öğretim karşılığında zamanlar vakıflardan veya zenginlerden belli bir ücret almaya da başlamışlardı.

Gene zamanla bu öğretim câmilerinin içinde ve dış taraflarında öğrenci ve müderrisler için "maksura" veya "zaviye" denen küçük odacıklar ve dershaneler de yapılmaya başlandı. Bugünkü el-Ezher Üniversitesi'nin temellerini oluşturan el-Ezher câmiinin öğretim yeri olma özelliği bu şekildeki genişletmelerle sağlanmıştı.

Câmi ve mescitlerde ibadetle öğretim her zaman iç-içe olmuştur.

3.1.2. Hankâh, Ribat, Tekye ve Zaviyeler

"Hahkâh"lar, İran'dan kaynaklanan Doğu eğilimli tasavvuf tekkeleri idiler. Selahattin Eyyubî zamanında Filistin ve Mısır'a kadar yaygınlaştırılmışlardır. "Zaviye" ise "köşe" anlamındadır ve genellikle Batı ve Kuzey Afrika'da yer alan küçük tasavvuf tekkeleri idi. "Ribat"lar ise sınırlarda cihat edenlerin oturdukları bir nevi sınır karakolları durumunda idiler; kendi tarikatlarını ve tasavvufî görüşlerini sınır bölgelerinde yaymak isteyen şeyhlerin ve dervişlerin kaldıkları yerlerdi. "Tekye" (tekke) ise bunların genel adı veya daha belirgin şekliyle, bizim kültür çevremizde bunlara verilen bir isim idi.
Yukarıda sayılan kurumlarda genellikle tasavvuf eğitimi ve bunun uygulaması sayılabilecek "murakebeye dalma" ve "çileye girme" işleri yapılırdı.

Tasavvuf, bütün dinlerde var olan, genelde Allah'a aşk ve sevgi yoluyla ulaşmayı amaçlayan, kendinden geçmeyi ve bu dünyada iken kendi isteği ile Allah ile bütünleşmeyi amaçlayan bir dinî görüş idi. Normal insanların kullandıkları dinî bilimleri genelde kabul etmezler, bunların, insanın Allah'a ulaşmasını engelleyeceğini savunurlardı.

Bu kurumlarda yer alan dervişlerin ve sufilerin bilimleri "yokluk bilimi" veya "gerçeklik bilimi" idi. Gerçeği perdeli olarak değil de apaçık bilmeyi amaçlıyorlar, bu nedenle akıl yolunu pek kullanmıyorlardı. Bu dünyanın renklerinden, şekillerinden, tat ve nimetlerinden kaçarak gerçek evrene ulaşmak isterler, Bu da oldukça uzun bir çabayı gerektirirdi.

Tasavvufa yeni başlayanlara "fakir", biraz ilerlemiş olanlara "zâhid", "ârif","şeyh" veya "mürşit" denirdi.

Tekkelerde şeyhler ile müritleri arasında esası saygıya ve sohbete dayanan, şeyh sohbetlerini dinlemek şeklinde gelişen bir eğitim vardı. Bu şekilde tasavvuf üzerine oldukça bilgi sahibi olan öğrenciler "halvethane" veya "çilehane" denen özel hücrelerde genelde 40 gün süren çilelere girerlerdi. Bir nevi staj mahiyetinde olan bu kendi kendine düşünme, bütün dünyadan, zaman ve mekândan soyutlanarak kendi üzerine dönmüş düşünmeyi (teemmül, refleksiyon) gerçekleştiren ve bu arada yüzlerinde ve davranışlarında bunun etkilerî gözüken dervişler başarılı bir şekilde değerlendirilir ve eğer isterse veya şeyhi uygun görürse, şeyhten alacağı postu başka topraklarda sererek şeyhin görüşlerini orada yayarlardı.

Tekkelerdeki eğitimde halvete veya çileye çekilmenin yanı sıra zikir âyinlerine katılmak, semaa oturmak ve başka şekillerde, kişileri vecd haline getirecek törenler düzenlenirdi. Bu şekilde teorik eğitim ile uygulamanın en yoğun ve en ciddî olarak yapıldığı eğitim merkezlerinin başında tekkeler geliyordu, Pratik eğitimde başarılı olamayanların teorik bilgisine çok fazla güvenilmiyor; gerekirse defalarca çileye sokuluyor, çilede kalınan günler normaldeki kırk günü çoğu kere aşıyordu.

Tekkelerde yapılan eğitim, İslâm dininin yayılmasında ve alınan yeni toprakların arkadan gelen müslüman Türklerin yerleşebieceği bir ortam haline getirilmesinde büyük rol oynamıştır.

3.1.3. Kütüphaneler

İslâm dininin İran'daki yayalması sırasında eski İran dini inançlarıyla karşı karşıya gelmesi, Orta Asya'da Türk Budizmi ve Hint Budizmi ile, Anadolu'da başta Hıristiyanlık olmak üzere çeşitli inançlarla karşılaşılması çeşitli mezheplerin ve tarikatların çıkmasına yol açtığı gibi; gerek İslamî gerekse dağılma alanlarındaki değerli kitapların Arapçaya çevrilerek mevcut bilginin "islâmileştirilmesi çalışmaları" bir çok özel ve yarı-resmî kütüphaneleri doğurdu.
Bu kütüphanelerden "Beytü'l-Hikme"ler, Emeviler zamanından itibaren kurulmaya başlayan ve Abbasiler zamanında da devam eden büyük tercüme, araştırma ve inceleme merkezleri idiler. Başta Circis bin Cibril olmak üzere çeşitli tercümanlar Yunanca, Latince, Pehlevice, Farsça ve Süryanice'den bir çok eserleri Arapçaya çevirmişler; bu çeviriler kütüphanelerde okunmaya, araştırılmaya ve çoğaltılmaya başlanmıştı. Özellikle Harun er-Reşit ve el-Me'mun zamanında kitap çevirme ve çoğalma çalışmaları altın devirlerinden birini yaşamıştır.

Bu kütüphsnelerde aynı zamanda bilimsel toplantılar da düzenleniyor ve meşhur tartışmalar yapılıyordu. Bu tartışmalara hadisçiler, fakihler, "mutezile" denen raayonel akımın temsilcileri de katılıyorlardı. Abbasi halifeleri Bağdad'tan Samarra'ya geçince ve medreseler öğretim faaliyetinin büyük kısmını üzerlerine alınca yavaş yavaş etkinliklerini kaybetmeye başladılar.

Beytü'l-Hikmelerin devamı olarak ortaya çıkan "Hizanat el-Hikme"ler ise gene sultanlar ve zenginler tarafından, araştırmacılara açık olarak kurulmuş kütüphanelerdi.

Bu iki tip kütüphaneden değişik karakterde olan "Dârü'l-İlim"ler ise daha ziyade şî'i kütüphaneleri ve eğitim kurumları olarak gelişti. Özellikle Mısır'daki el-Hakim Dârü'l-İlimi, şi'i İsmailiye mezhebinin propagandasını yapacak "dâî"ler yetiştiriyordu. Bu kütüphanelerdeki tartışmaları İsmaili âlimleri yönetiyorlar, buralara topladıkları gençleri uzun ve yoğun bir eğitim sürecinde istedikleri biçimde eğittikten sonra propaganda için Suriye, Irak ve İran'a gönderiyorlardı. Kur'an'ın şii görüşlere göre tefsirinin yapıldığı, hadiçlerin gene bu anlamda seçilip yorumlandığı bu merkezlerde çalışan öğretmen ve öğrencilere, vakıflar tarafından belli ölçülerde burs ve başka yardımlar da yapılıyordu.

Dârü'l-İlimler daha sonra Suriye ve Irak'a da yayıldı. Bu ülkelerde açılmış olan bu kütüphanelerin ortak özellikleri olarak şunlar tespit edilmiştir: Buradaki çalışmalar vakıf düzenine göre yapılıyordu, özel bir bina içinde idiler, genel kütüphane hizmeti görüyorlardı, şi'î propagandası yapıyorlardı, âlimler ve öğrenciler burada kalabiliyordu ve düzenli bir öğretim yapılıyordu.

Dârü'l-İlimler, Irak, Suriye ve Mısır'da bulunan müslümanlar arasında şia görüşlerini yayacak adamlar yetiştirirken uyguladıkları eğitim sistemi ile hem medreselerin kurulma sebeplerinden birini yaratmışlar hem de düzenli öğretim, öğrencilere yatacak yer, malî yardımlar gibi yönlerden onlara örneklik de etmişlerdir. Bunun yanı sıra medreselerle zıt bir öğretim içinde bulunduklarından, bir yerde birisi kurulurken diğeri yıkılma durumuna gelmiştir.

3.l.4. Küttablar ve mektepler

İslâmiyetin doğuşu sırasında Arap harflerinin şekilleri iyice belirlenmiş ve kıvrak denecek bir yazma işlemini de yapabiliyordu. Bu harflerle yazılmış yazıları okuyabilen oldukça fazla adam da bulunuyordu. Zaten Kur'an'ın hemen en doğru şekliyle kaydedilmiş olması, hadislerden hiç birisiyle karışmamış olması da bu yazı ve okuma-yazma bilenler sayesinde mümkün olmuştur. Bu nedenle İslâmiyetin doğuşundan itibaren okuma yazmanın önemi anlaşılmış, okur-yazar sayısını arttırmak için birçok tedbirler alınmıştır.
"Küttab" veya "mekteb" denilen yerlerin esas amacı yazı yazmayı ve okumayı öğretmekti. Zaman içinde okuma-yazmanın yanı sıra Kur'anı okuma, basit dinî bilgiler ve ibadet şekilleri, hattâ zamanla basit hesaplama yolları da öğretilmeye başlandı ve bu eğitim kurumları çeşitli yönleriyle bir eğitim kurumu haline geldi.

Bu şekilde ortaya çıkan mektepler kısa zamanda İslâmiyetin yayıldığı her yere yayıldı. Burada ders veren öğretmenlerin vergiden ve askerlikten muaf olmaları, yaptıkları eğitim-öğretim karşılığında ailelerden belli bir ücret ("hak") almaları bu okulların hızla yayılmalarına neden oldu. Burada ders veren öğretmenlere "kâtib", "fakih", "muallim" gibi adlar verilmiştir ve bizim kültür çevrelerimizde "muallim" ismi yaygın kabul görmüştür. Burada ders veren öğretmenlerin yardımcılarına "kalfa" (halife) dendiği gibi, bu okullar Anadolu'da "mekteb-i sebil", "sıbyan mektebi" gibi adlar da almışlardır.

3.2. Medreseler

3.2.1. Medreselerin doğuşu

Medreselerin ne zaman, nerede, hangi faktörlerin etkisiyle doğduğu konusunda araştırmacılarca henüz bir görüş birliğine ulaşılamamıştır. Bu konudaki görüşler kısaca şöyle gruplandırılabilir:

a) Medrese sistemi, çok eski zamanlardan beri var olan câmi okullarının bir devamıdır. Bu görüş özellikle İslâm Ansiklopedisi'nin "Mescid" maddesini yazan Paderson'un görüşüdür. Paderson, İslâmdaki bütün eğitim çalışmalarını "mescid" maddesi içinde anlatmış, medreseleri de buradaki faaliyetlerin bir devamı gibi görerek bu madde içinde anlatmıştır.

Özellikle Mısır, Suriye ve Kuzey Afrika'daki câmiler yoğun bir eğitim-öğretim faaliyeti içinde idiler. Irak, Suriye, Anadolu, İran ve Türkistan yöresinde medreseler yapıldıktan sonra eğitim-öğretim çalışmaları bu kurumlara devredilmiştir. Hattâ uzun zaman medrese ve câmilerin görevleri birbiriyle içiçe girmiş; câmiler eğitime devam etmeye, medreseler de eğitim faaliyetinin yanı sıra ibadet görevlerini de yerine getirmeye başlamıştır. Anadolu medreseleri içinde bir çok minareli medrese bulunması da bunu açık olarak göstermektedir.

Ancak bu gerçek, medreselerin câmilerden doğmuş olduğunu göstermez. Câmilerdeki öğretim ile medreselerdekinin karakteristik bazı farklılıkları vardı. Câmilerde her yaş ve meslekten adam öğrenci yerinde otururken medreselerde belli yaşlarda örgün bir öğrenci grubu vardı. Câmilerde halka şeklinde olan ders düzeni medreselerde normal sınıf düzeyinde idi.

Câmiler medreselere kaynaklık etmemişler, yalnız medreselerin Suriye'de yayılmaları sırasında karşılıklı etkileşime gitmişlerdir. Ancak, sabahları medreselerde yapılan örgiin eğitimin, öğleden sonra o yerleşim yerinin büyük câmilerinden birinde örgün-yaygın karışımı genel bir derse ("ders-i âm") dönüştüğü ve karşılıklı dayanışmanın sonuna kadar devam ettiği de unutulmamalıdır,

b) Medreseler, şi'î Dârü'l-İlimlerinin kazandığı başarı üzerine, bunların sünniler tarafından kopye edilmiş şekilleridir. Bu görüşü ortaya çıkaran, medreseler ile Dârü'l-İlimler arasındaki bir çok fonksiyon benzerlikleri idi. Her ikisi de birbirine zıt bir dini görüşün propagandasını yapıyorlar, vakıf olarak kuruluş biçimleri, öğrencilere ve âlimlere karşı verdikleri bazı haklar, kütüphanelerle içiçe olmaları v.s. gibi durumlar, medreselerin Dârü'l-İlimlerin üzerine, onların yerine kuruldukları görünümünü veriyor.

Gerçekten de medreselerin Suriye ve Mısır'da yayılmaları sırasında Dârü'l-İlimlerin bir çok prensipleri alınmış, hattâ bir çok yerde ya Dârü'l-İlim kapatılıp medrese açılmış veya o yıkılarak yerine medrese kurulmuştur. Her iki kurum da kendi dinî gürüşlerini yayacak propagandacı ve ona göre icraat yapacak memur ve diğer görevlileri yetiştiriyorlardı.

Ancak medreseler ortadoğuda doğmadıkları için Dârü'l-İlimlerin bu öğretim kurumlarının doğuşuna kaynaklık etmeleri mümkün görülmemektedir. Çünkü bu kütüphaneler genellikle Mısır, Suriye ve biraz da Irak'da yayılmışlar idi.

c) "Medrese" kelimesi ilk defa 10. yüzyılda Horasan-Çayardı (Maveraü'n-nehir) yöresinde kullanılmıştır. Bu kullanım, genel olarak ders verilen yer, okul anlamındadır. Ancak 11. yüzyıldan itibaren "medrese" kelimesi yüksekokul anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Mısır ve Suriye'de şiîliğe karçı yenik düşen sünni mezhepler kendilerini doğuda güçlendirmek için bu yörelerde özel evlerinde küçük medreseler kuruyorlar veya ileri gelenler tarafından sünnî âlimler için dikkati çekmeyecek küçük okullar kuruluyordu. 1000'li yılların başlarında Merv, Amul, Tabaran, Gazne, Nişabur, Buhara gibi şehirlerde değişik boyutlarda bu tip medreseler kurulmuştu. İbn Battuta'nın ifadelerine göre, Lur ve Kuzistan halkı, buralardaki zaviyelere bile "medrese" diyordu.

Ancak ad benzerliği olan bu iki kurumun organizasyon ve amaçları bakımından önemli farkları da vardı. Bu küçük okullar daha sonraki medreselerin ortaya çıkmasında önemli bir esin kaynağı olmuşlardır ama "Irak'tan batıya doğru ortaya çıkan büyük devlet medreselerinin tam kaynağını oluşturmuşlardır" demek biraz hatalı olacaktır.

d) Medreseler, Karmati manastır okullarının bir değimiş şeklidir. Karmati manastırları İran ve Türkistan'da, Arap âleminde Dârü'l-İlimlerin yaptığı işi yapıyorlardı. Bunların manastır okullarından yetişen propagandacılar o kadar etkili oluyorlardı ki, sünnî mezhepler buna karşı kendi silahı ile mücâdele etmek gereği duydular ve medreseleri kurdular. Gerçekten de 10. yüzyıl sonlarına doğru Fergana, Horasan, Cürcan, Taberistan, Gazne, Çayardı ve Hindistan yörelerinde Karmatiler önemli bir güç haline gelmişlerdi. Bu yörelerdeki sünniler Karmati manastırlarını kendileri için bir tehlike olarak görüyorlardı. Maturudî; Semerkant'ta 17 Karmati ve Mutezile "medresesi"nden söz etmektedir. Tarihte karmatilere karşı en büyük harekatı düzenleyen Gaznelî Mahmut, bu görüşü terkedenleri öğretim görevinde bıraktığı gibi, onların kurdukları medreseleri de sünnî medreseleri olarak devam ettirdi, denmektedir.

e) Bazı Avrupalı araçtırmacıların, Yakındoğu'daki Hırıstiyan okullarının medreselerin kökeni olduğunu iddia etmeleriyle karşılaşıyoruz. Bizans'ın üniversitelerine baktığımızda 344 yılında Kostantin'in kurduğu üniversitenin öğretime başladığını görüyoruz. 425 yılında da içinde 31 kürsü bulunan büyük bir oditoryum açılmıştı. İskenderiye Müze Akademisi'nde 4. ve 5, yüzyıllarda birçok tanınmış kişi çeşitli alanlarda ders veriyordu. Beyrut Üniversitesi (Oditoria) 3-5. yüzyıllar arasında yaşamıştı. Atina Üniversitesi 529'da kapatılmıştı. II. Teodor Üniversitesi profesörleri ve kitapları ile birlikte yakılmıştı. İstanbul'daki Bardas Üniversitesi, Kostantin Monomaque Üniversitesi gerçi 11. yüzyılın ortalarına kadar yaşamıştı ama buralardaki eğitimin ve öğretim organizasyonunun yapısı medreseleri etkileyecek düzeyde değildi. Medreseler ortaya çıkmaya başladığı dönemde Bizans yükseköğretim kurumları ortadan kaybolmaya başlamıştı. Kaldı ki, medreselerin doğuş yeri Suriye ve Filistin değil, Horasan-Çayardı yöresidir.

f) Medreselerin doğuşunda, hattâ Türk medrese-mescit sisteminin doğuşunda Budist "Buyan" veya "Vihara"larının (manastırlarının) büyük etkisi vardır. Budist külliyeleri M.Ö. 3. yüzyıldan beri gelen bir geleneğe sahipti ve vakıf sistemi yoluyla yaşıyorlardı.

Bu külliyelerin amacı bir taraftan budist rahipleri ("toyın") yetiştirmek, gezici Budist rahiplere bir barınak olmaktı. Bu külliyelerde iki türlü öğrenci vardı: "Mahava" denilen, İslâmiyetteki sufilere benzer, inzivaya çekilen din adamları ve "Brahmakarin" denilen dünyevi hayatı seçen din adamları.

Türkler arasında da 4, yüzyıldan itibaren yayılmaya başlayan Budizm, 9 ve 10. yüzyıllarda bu geleneğe iyice sahip çıkmışlardı. Vihara yaptırmak, Türkler arasında yapılacak hayırların en değerlilerinden olduğu için bütün ileri gelenler bu kurumları yaptırıyorlar ve vakıflar bağlıyorlardı. Bu külliyelerde toyınlar, avlunun etrafına dizilmiş hücrelerde yaşıyorlardı.

Barthold ve E. Esin'in kanaatlerine göre külliye kavramını Türkler Budizmden İslâmiyete getirmişlerdir. Bu görüş Diez, Godard, Creswell, Erdman ve Litvinski tarafından da destekenmiştir.

İslâm orduları 633 yılında Belh şehrine geldiklerinde bile, burada 100'ü aşkın Türk-Budist külliyesi ("Nevbahar") vardı. 710 yılında Buhara şehri alındığında da buradaki Budist külliyeleri islâmileştirilmişti. Müslüman din adamları veya Budist iken müslüman olmuş entellektüeller, daha önce verimli çalışmalarını gördükleri bu kurumları terketmemiş ve "islâmileştirmişlerdi". Orta Asya'da İslâmiyet yabancı dinlere (Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık) ve rafızî mezheplere karşı mücâdele ederken Budist viharaları islâmileştirerek medreseleri kurmuşlardır.

Doğuş kaynakları hakkındaki görüşler bu şekilde sıralanan medreseler Karahanlılar, Gazneliler ve Samanoğlulları zamanında bu devletler tarafından desteklenerek, bu devletlerin hükümran oldukları topraklarda sağlam bir yer tutmaya başlamışlardı. Gazneli Mahmut, kardeşleri ve emirleri Gazne, Nişabur, Belh, Huttalan gibi yerlerde övgüye değer medreseler kurmuşlardı, Karahanlılar kurulan çeşitli medreseleri, daha doğrusu bu medreselerin vakıflarını resmen tanımışlar ve kendileri devlet eliyle medreseler kurmaya da başlamışlardı. Dolayısıyla Gazneli ve Karahanlılar zamanında devletlerin medrese ile ilgili sürekli bir politikaları olduğu gibi, buralara devlet yardımı da yapılıyordu.

3.2.2. Nizamiye Medreseleri

Arap milliyetçiliği yapan Emevi yönetiminden rahatsız olan arap-olmayan müslümanların da desteği ile Emeviler yıkılıp yerine Abbasiler geçince, sünnî Abbas oğulları ile şiilerin devleti veya hilefeti, sıra ile yönetmeli anlaşmasına uyulmadı. Abbasiler bunun yerine İranlı vezirler seçme yolunu (Bermekiler) tuttular. Abbasi halifeliği içindeki Emin ile Me'mun arasındaki mücâdelede şiiler tekrar devreye girdi ve hilafeti sıra ile yönetme anlaçması gene yapıldı ve Me'mun iktidarı kazandı. Ancak Me'mun'dan sonra hilafeti alan Mu'tasım anlaşmaya uymadığı gibi, İranlı vezirleri uzaklaştırdı ve devlet sisteminde İranlıların yerini Türkler almaya başladılar. Bu durumda İranlı şiiler Tahiriye, Safariye, Samaniye, Saciye, Zayyariye gibi küçük şii İran devletleri kurdular. O sırada İran içlerine doğru ilerlemekte olan Türkler, halifenin de çağrısıyla daha da yayılmaya başladılar. İran'da bu tür devletler kurulurken Mısır'daki sünni Türk Tolonoğulları devletini yıkan Fatımiler, burada da bir şii devlet kurdular.
Türkler Ortadoğuya iyice girmek istediklerinde, bu kez karşılarına Araplar değil şii İranlılar çıktı. Biraz da bu nedenden, yeni kurulan Türk devletleri sünniliğin savunucusu durumuna geçtiler. Karahanlılar, Gazneliler, Eylekoğulları, Ahşidoğulları ve Selçuklular böyle bir dinî ve siyasî ortamda ortaya çıktılar. Batıdan Fatımiler ve doğudan Büveyhî şii devletlerinin baskısıyla yıkılmak üzere olan Abbasi Devleti'nin yardımına çağrıldılar. Gerek İranda gerekse Suriye'de İran kökenli bu devletleri uzun mücâdelelerden sonra ortadan kaldırdılar. Bu arada iktidarlarını sağlamlaştırmak, halkı da kendi yanlarına çekmek için Orta Asya'da geliştirdikleri medreseleri de getirip etkin olarak kullanmaya başladılar.

Nizamü'l-Mülk, Selçukluların İranlı bir sünni vezirleri idi. Sultan Alpaslan'ın veziri olarak ilk önce İmam Cuveynî için Nişapur Nizamiyesini, 1067 yılında Ebu İshak Şirazî için Bağdad Nizamiyesini, daha sonra Belh, Herat, İsfahan, Basra, Merv, Musul, Amul, Harcird, Rey, Buçenc Nizamiyelerini yaptırmıştır. Bu medreselerin hemen hepsi o zamanın meşhur âlimleri için yapılmıştır. Ayrıca hemen her medreseye zengin vakıflar bağlanmış, müderrislerinve özellikle öğrencilerin devlete ve sünnî görüçlere iyice bağlanması için para, yiyecek ve giyecek yardımı sağlanmıgtir. Nizamü'l-mülk'ün yaptırdığı medreselerin sayısının daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Vezirin bir taraftan böyle medreseler yaptırması, vakıflar bağlaması bir taraftan da müderrisleri ve öğrencileri çeşitli şekillerde desteklemesi her yıl devlet hazinesine aşağı yukarı 600.000 dinara mal oluyordu. Vezirin bu harcamalarını ve başarılarını çekemeyenler onu Sultan'a şikayet ettiler ve harcanan bu paralarla mükemmel bir ordu kurulabileceğini ve İstanbul'un bile alınabileceğini söylediler. Sultan Melikşah "Ey Baba .." diyerek Vezirinden kibarca hesap sordu. Nizamü'l-mülk ise, ağlayarak, kendisinin bir gece ordusu, sürekli bir ordu kurduğunu, Sultanın ordusunun ülkeler fethedebileceğini, fakat iyi idare edilip korunamadıktan sonra fetihlerin bir işe yaramayacağını, kendi yetiştirdiği ordunun gece-gündüz ülkenin her yerinde Sultanın saltanatını, inançlarını yayacağını, onun için dua edeceğini bildirerek yaptığı işin önemini kabul ettirdi.

Nizamülmülk bu medreseleri birinci planda devletin sünnî olmayan görüşlere karşı savunulması ve menfaatlerinin gözetilmesi amacıyla kuruyordu. Selçuklu Devleti'nin şiilere kargı savaşında ve bu savaşın kazanılmasında medreselrin rolü inkâr edilemez. Aynı zamanda bu medreselerde ders veren müderrisler, bu medresenin çeşitli imkânlarından yararlanarak bir meslek sahibi olan yoksul öğrenciler çeşitli görevler için dağıldıkları çeşitli yerlerde Selçuklu Devletine bağlılığı propaganda etmişlerdir. Nişapur medresesi kurulurken Sultanın izni alınmış ve bu izinle ülkenin her tarafına medreseler kurulmuştur. Medreseler devlet girişimi ve devlet parası ile yaptırılmıştır. "Nizamiye medreseleri" adı genelde bu medreseleri anlatan bir ortak isim; ama medreselerin geçek isimleri "Nizamiye" değil. Vezirin sağlığında iken, kendinin kurdurduğu medreselerin hepsi ona bağlı idi (kendisinin ölümünden sonra Sultana ve Halifeye bağlanmıştı); bu durum Nizamü'l-mülk'ün hem bir başbakan hem de Eğitim Bakanı gibi çalıştığını gösteriyor.

Nizamiye medreseleri, tarihte "eğitimde şans ve fırsat eşitliği" sağlamanın mükemmel örneklerinden biridir. O zamanlar yükseköğretim maddî problemi olmayan, kolayca kitap satın alabilen ve çeşitli yerlerde araştırma yapabilenlerin hakkı idi. Devlet, medreseleri "yatılı ve burslu" bir eğitim kuruluşu haline getirmekle öğretimde imkân ve fırsat egitliğini sağlama çalışmalarına girişmiş oluyordu. Bu medreselere bağlanan zengin vakıflar, onların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak sürekli bir gelir kaynağı oluyordu. Müderris ve öğrencilerin bütün ihtiyaçları karşılanınca, onlar da kendilerini kayıtsızca bilime ve öğrenmeye verebiliyorlardı. Nizamü'l-mülk'ün inancına göre, eski sultanlar âlimlere ve öğrencilere maaş vermedikleri için, onlar da sultanlara karşı ve hattâ onların devletlerine karşı propaganda yapıyorlardı.

Bu denli yaygın Nizamiye medreseleri kurmanın bir başka amacı, Büveyhoğullarının yıkılmaları üzerine onların topraklarında kurulan yeni devletin idarî kadrolarında ihtiyaç duyulan devlet memurlarını yetiştirmek olmalıdır. Ebu İshak Şirazî İran'da dolaşırken, çeşitli yerlerde eski öğrencilerini müderris, kadı, vaiz, kâtip v.s. olarak görmüştü. Bir de Nizamiye medreseleri artık ordulardan ve elçilerden oluşan eski devlet sisteminin değiştiğinin, bunun yerine egemen olduğu bütün topraklarda çeşitli işleri devletin yönetim felsefesi içinde yapacak kadrolara ihtiyaç duyulduğunun ve bunları yetiştirmenin de devletin esas görevlerinden biri olduğunun göstergesi gibi gelmektedir.

Selçuklu medreseleri müderris-öğrenci ilişkilerinde bir yenilik getirmemişti ama öğrenci statüsünde bazı yenilikler getirmişti: Bu, medrese öğrencilerinin büyük bir kısmının yatılı olması ve bu arada medrese vakfından burs alabilmeleridir.

Gerçi Selçuklu medreseleri müslüman halkı rafızî mezheplerin propagandalarından korumak için açılmıştı, ama gene de medreselerde Aş'arilerle Hanbelilerin çatışmalarına şahit olunuyordu. Bu olayların iyice tırmandığı bir sırada Nizamülmülk, medresenin baş müderrisine bir mektup göndererek "medreselerin amacının mezhep çatışmalarını kışkırtmak ve körüklemek değil, ilmin korunması ve yayılması olduğunu" ihtar etmişti.

3.2.3. Nizamiye medreseleri çağında başka medreseler

Nizamülmülk sağlam esaslar üzerinde bir "Nizamiye geleneği" başlattıktan ve bunun başarısını gösterdikten sonra, Selçuklu ülkesinin çeşitli şehirlerinde yaygın bir medrese kurma faaliyeti başladı. Kirman Selçukluları, Kirmanda İsmetiye ve Kuba-i Sebs medreseleri, Azerbaycan'da Yağı-Sıyan oğlu Mehmet'in yaptırdığı bir çok medreseler, Bağdad'da Nizamülmülk'ün rakibi Tâcelmülk'ün kurduğu Tâciye Medresesi başta olmak üzere bir çok medreseler kurulmuştu. İbn Cubayr, 1184 yılında Bağdad'ı ziyaret ettiğinde, bu şehirde 30'a yakın medrese saydığını yazmıştı. Hafız Ebru adlı bir başka yazar da Nişapur'da 8, genel olarak İran'da Şafi'î fıkhı okutan 17 medrese bulunduğunu yazar.


Bağdad'da 1234 yılında Halife Mustansır tarafından yaptırılan Mustansıriye Medresesi bir taraftan Nizamiye medreselerine rakip olarak, onların gücünü kırmak için açılmıştı, bir taraftan da değişik unsurlar içeriyordu. Bu medresede, İslâmî ilimlerin yanı sıra tıp, matematik ve astronomi("Hey'et") öğretimi de yapılıyordu. Selçuklu geleneğinde ise tıp öğretimi "Dârüşşifa" veya "Bimaristan"larda, astronomi öğretimi de Rasathanelerde yapılıyordu. Çok büyük bir kütüphanesi olan Mustansıriye medresesinde her sünni mezhebin 75'er öğrencisi vardı.

Medreseler her ne kadar sünnilikle şiilik arasındaki propaganda savaışı ortamında sünnilerin bir eğitim kurumu olarak doğup gelişmişse de -fazla olmamakla beraber- şi'î medreselerine de rastlamaktaydı. Başlangıçtaki yoğun propaganda savaşı yavaşlayınca, bazı emirler kendi yönetimlerindeki şi'î halk için de medreseler yaptırmışlardı. Hattâ ılımlı şiilerin kendilerinin bile medreseler yaptırdıklarını görüyoruz. İbn Battuta, 1328 yılında Meşhed Ali'de bir şi'i medresesine rastlamıştı. İsfahan'da 1325 yılında yapılan İmamî Medresesi de iç duvarlarında hem dört halifenin hem de 12 imamın adlarını bulundurması dolayısıyla bir sünnî-şi'î medresesi olma özelliğini gösteriyordu.

3.2.4. Arap ülkelerinde medreselerin yayılma derecesi

Bilindiği gibi Horasan'da kurulan Büyük Selçuklu Devletinden başka, Kirman Selçukluları, Suriye Selçukluları, Irak Selçukuları ve Anadolu Selçuklu devletlerine rastlıyoruz. Selçuklu devletlerinin ortadan kalkmasından sonra Şam, Erbil, Azerbaycan, Fars Atabeglerinin kurdukları devletleri görüyoruz. Bu devletlerin hepsi, egemen oldukları yörelerde selçuklu medrese geleneğini devam ettirmişlerdir.
Suriye Selçukluları; Suriye, Filistin, Ürdün ve Lübnan'da hem şiilerle hem de haçlılarla mücâdele ediyorlar, bu arada bir çok Türkmen oymağını bu topraklara yerleştiriyorlardı. Hem yer altında hem de yer üstünde şiilerle yoğun bir mücâdele sürerken, haçlılarla da raund raund acımasız bir döğüş, Türklerin bu topraklarda etken olmasını güçleştiriyordu.

Selçuklulardan sonra bu mücâdeleye Atabeg Nureddin Zengi, Artukoğulları ve Sultan Selâhattin Eyyubî de devam etmiştir ve sonunda Suriye, Filistin ve Mısır'a medreseler iyice yerleşmiştir.

Bu yörelerde tespit edebildiğimiz medreseleri, çeşitli özellikleri aynı anda gösteren bir tablo halinde vermeyi daha uygun gördük.
Alıntı ile Cevapla
Sponsor
Cevapla






© 2013 KeLBaYKuŞ Forum | AtEsH
Telif Hakları vBulletin v3.8.4 - ©2000-2024 - Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.2.0'e Aittir.
Açılış Tarihi: 29.08.2006