Polİtİka
Ahlak, bir yandan insanın kendi karakterinin ne olması gerektiğini belirlerken, diğer yandan onun başka insanlara nasıl davranacağının kurallarını ortaya koyar ve politika isimli felsefe disiplinine yol verir. Politika, insana-özgü bir toplumsal sistemin temel prensiplerini belirleyen felsefe dalıdır.
Bir ülkenin pratik politikasının amaçlarını ve seyir çizgisini belirleyen, politik felsefedir (politikadır). Fakat, politik felsefenin temel işi, özel politik problemleri çözmek değildir. Politik felsefe: olayların eğilimini belirleyen, bu eğilimin sebeplerini bulup, sonuçlarını kestiren; temel toplumsal problemleri teşhis edip çözüm öneren soyut bir teoridir. Mesela, politik felsefe, "Siyasi yönetimler hangi malların fiyatını hangi yöntemlerle tesbit etmelidir?" gibi sorulara cevap aramaz; siyasi yönetimlerin böyle bir hakka sahip olup olmadıkları sorusunu cevaplandırır.
Politika, başka üç felsefe disiplini üzerinde bina olur: mevcudiyetin doğru bir tablosunu metafizikten, insana-özgü bir hayatın tanımını ahlaktan ve bilgi elde edip sağlamak için gerekli aletleri epistemolojiden alır. Tutarlı bir politik teorinin formüle edilip pratiğe geçirilmesi, ancak böyle bir temel üzerinde mümkündür.
İnsana-özgü bir toplumsal sistemin temel politik prensibi, ahlak felsefesi tarafından belirlenmiştir: Hiçbir insan -veya gurup veya toplum veya siyasi yönetim- bir kriminal rolüne bürünüp, başka herhangi bir insana karşı fiziki zor kullanımını başlatma hakkına sahip değildir; fiziki zor kullanma hakkı, sadece mukabele olarak ve sadece fiziki zoru fiilen başlatana karşı kullanılabilir.
Ahlak felsefesince tanımlanan hayatın mümkün olduğu bir toplumsal sistem, ancak bu politik prensibin tatbikata geçirilmesiyle yaşatılabilir. İki veçheli bu tatbikatın birinci veçhesi: ahlaktan politikaya yapılan bir bağlantı olan, yani bir insanın ahlak sistemiyle, bir toplumun hukuk sistemi arasında kurulan bir köprü olan İnsan (Birey) Haklarıdır. İkinci veçhe ise, insan haklarını objektif bir kurallar sistemi çerçevesinde koruyacak bir kurum olan Siyasi Yönetim'dir.
3.1 BİREY HAKLARI
"Haklar," kökeni itibarı ile bir ahlak kavramıdır; fakat, hayata geçirilmesi açısından bir politika kavramıdır. "Haklar" kavramı, bir bireyin kendi eylemlerine rehberlik eden prensiplerden, onun başkalarıyla ilişkisine rehberlik eden prensiplere doğru mantıki geçişi ifade eder. "Haklar" kavramı, bireyin ahlaka uygun yaşamını, toplumsal bir bağlamda korur. Birey hakları, bütün toplumu ahlaka tabi kılmanın aracıdır.
Her politik sistem, belirli bir ahlak sistemi üzerine bina olur. İnsanlık tarihinin baskın ahlak sistemi, altrüist-kollektivist doktrinin çeşitlemelerinden ibaret olmuştur; yani, bireyi, ya mistik ya da sosyal karakterli bir üst otoriteye tabi kılmıştır. Bunun sonucu olarak politik sistemlerin çoğu, aynı devletçi tiranlığın -derecede farklı, temel prensipte aynı- çeşitlemeleri halindedir. Bu tiranlıkların birey üzerindeki gücünü sınırlayan tek şey, tesadüfler olmuştur: ya bireye bir takım alanlarda sınırlı bir saygı gösteren kimi gelenekler; ya da, kanlı çekişme ve çöküş dönemlerindeki kaosun doğurduğu kontrolsuzluk. Böyle bütün sistemlerde ahlak, bireye tatbik edilen, fakat o mistik veya sosyal kaynaklı üst otoritenin muaf tutulduğu bir kavramdır. Mesela, o otoritelerden biri olarak sunulan "toplum" ahlak kanunlarının dışında tutulmuştur; çünkü, toplum, ahlakın kaynağı, yorumlayıcısı, amacı olarak kabul edilmiştir.
"Toplum" diye bir varlık olmadığı için, (yani, toplum sadece birden fazla birey insana işaret eden bir soyutlamadan ibaret olduğu için) toplumun ahlak kanunlarına tabi olmaması demek, pratikte, toplumun yöneticilerinin ahlak kurallarından muaf olması anlamına geldi.
Politik otoritenin ahlak-dışı kalması olgusu, mistik veya sosyal kaynaklı hangi altrüist-kollektivist ahlaka sahip olursa olsun, bütün devletçi sistemler için geçerli oldu. "Hükümdarların Kutsal Hakları" nosyonu, mistik ahlakların politik teorisini; "Vox populi, vox dei" ("Halkın sesi, tanrının sesi") nosyonu, sosyal ahlakların politik teorisini ifade eder.
İnsanlık tarihinin en büyük devrimi, toplumu ahlak kanunlarına tabi kılmak olmuştur. Toplumu ahlak kanunlarına tabi kılmak, birey haklarının kabulü ve hayata geçmesiyle mümkün oldu; böylece, devletin gücü sınırlanabildi; bireyin (insanın) başkalarının (kollektifin) kaba kuvvetine karşı korunması mümkün oldu; pazunun, haklıya, doğruya, akla karşı geleneksel üstünlüğü sona erdirildi.
Bu devrimin ilk gerçekleştiği yer Amerika Birleşik Devletleri'dir. Tarihin en devrimci belgesi olan 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirisinin ikinci paragrafı şöyle başlar:
"Şu hakikatları aşikar adderiz: Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır; yaratıcıları tarafından bir takım vazgeçilmez haklarla donatılmışlardır; bu haklar arasında hayat, özgürlük ve kendi-başına-mutluluğu-aramak vardır; bu hakları emniyete almak için insanlar arasında siyasi yönetimler teşkil edilir ve bu yönetimlerin iktidarlarının meşruiyeti, ancak yönetilenlerin mutabakatından doğar."
Vazgeçilmez insan haklarının Amerika Birleşik Devletleri cumhuriyeti içinde hayata geçmesi, insanlık tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Daha önceki bütün politik sistemler; insanı, başkalarının amaçlarına bir araç olarak görürken, toplumu başlı-başına bir amaç olarak gördü. Amerika'nın kuruluş felsefesi ise; insanı, başlı-başına bir amaç; toplumu ise, bireylerin barışcı, dirlikli, gönüllü beraberliklerinin bir aracı olarak görür. Daha önceki bütün politik sistemler; insan hayatının topluma ait olduğu, toplumun onu istediği şekilde kullanabileceği; bireyin yararlanabileceği herhangi bir özgürlüğün, tabii bir hak olarak değil, sadece toplumun ona bir lutfu olarak verildiği, bu özgürlüğü sadece toplumun izni ile kullanabileceği ve bu özgürlüğün her an geri alınabileceği prensibi üzerine kurulmuştu. Amerika Birleşik Devletleri ise; bir insanın hayatının bir hak olarak (yani, insan tabiatının gerekli kıldığı bir ahlaki prensip olarak) o insanın kendisine ait olduğu; bir hakkın bireye ait bir hususiyet olduğu, toplumun bu anlamda hiçbir hakkının olmadığı; bir siyasi yönetimin tek ahlaki amacının birey haklarını korumaktan ibaret olduğu prensibi üzerinde kuruldu.
Bir "hak," bir insanın davranma özgürlüğünü, toplumsal bir bağlamda tanımlayan ve kutsayan bir ahlak prensibidir. Temel bir tek hak vardır (diğer bütün haklar onun sonucu ve parelelidir): bir insanın kendi hayatı üzerindeki hakkı. İnsan hayatı, insanın kendisi tarafından sürdürülebilen bir faaliyetler sürecidir. Hayat hakkı, insanın kendi gayretiyle sürdüreceği faaliyetlere girişme hakkıdır; yani, rasyonel bir varlık olmasıyla belirlenen tabiatının dikte ettiği bir tarzda, kendi hayatını sağlamak, geliştirmek, anlamlı ve zevkli kılmak için girişeceği bütün eylemleri yapabilme özgürlüğüdür. (Hayat, özgürlük ve kendi-başına-mutluluğu-aramak hakları, bu anlama gelir.)
Bir "hak" kavramı, sadece faaliyete ilişkindir; yani, faaliyet gösterme özgürlüğüne ilişkindir. Başka insanların fiziki baskı, zorlama ve müdahalelerinden özgür olmak anlamına gelir.
Yani, her birey için, bir hak, bir pozitifin ahlaken kutsanmasıdır; bu pozitif, bireyin, kendi yargısına uygun olarak, kendi amaçları için, kendi gönüllü, zorlamasız seçimleriyle davranabilmesi özgürlüğüdür. Bir bireyin hakları, başka bireylere -bir negatif dışında- hiçbir yükümlülük getirmez; bu negatif, başka bireylerin, o bireyin haklarını ihlal etmekten geri durmasıdır.
Hayat hakkı, bütün hakların kaynağıdır; ve mülkiyet hakkı, hakların pratiğe geçirilmesinin tek yoludur; yani, mülkiyet hakkı olmaksızın hiçbir hak mümkün değildir. İnsan, hayatını kendi gayretiyle sürdürmek zorundadır: insana gerekli herşey, insan aklınca keşfedilir ve insan gayretiyle üretilir; yani, insanın iki temel işi: düşünmek ve üretmektir. Birbiriyle ilişkin bu iki temel iş, özgürlüğü (yani, fiziki baskı ve zorlama yokluğunu) gerekli kılar: her birey, özgürce düşünerek kendi yargısını oluşturabilmek ve bu yargısına uygun davranabilmek hakkına sahiptir; yani, özgürdür. Özgürlüğün üretimdeki ifadesi mülkiyet prensibidir: her birey, kendi düşünme ve çalışma gücünün onu getirdiği düzeylerde, kendi seçtiği araç ve yöntemlerle üretmek ve bu üretimle doğan sonucu (ürün, ücret, kar, zarar vs.) kendi tüketmek hakkına sahiptir; yani, kendi ahlaki faaliyetleriyle elde ettiği üretim araçlarının ve ürünlerin özel mülkiyetine sahiptir. Kendi hayatındaki gayretlerde kullanacağı araçlar veya bu gayretlerin sonucu doğan değerler üzerinde hakka sahip olmayan bir insan, kendi hayatı üzerinde hakka sahip değil demektir; yani, mülkiyet hakkının ihlali, bireyin hayat hakkının ihlalidir. Bir nesne üzerindeki mülkiyet hakkı, onun üretilmesi ile doğar; ve bu hak üreticinindir. Kullanımı üzerinde kendisinin değil, başkalarının yetkisi olan nesneleri üreten bir insan, bir köledir.
Fakat, şu husus unutulmamalıdır: bütün haklar gibi, mülkiyet hakkı da bir faaliyet gösterme hakkıdır; yani, mülkiyet hakkı, bir nesneyi üretme konusunda hiçbir faaliyet göstermeksizin o nesneye sahip olmak hakkı olmayıp, o nesneyi üretmek veya kazanmak için gerekli faaliyeti yapmak ve bu eylemin sonuçlarını tasarruf etmek hakkıdır. Mülkiyet hakkı, bir insanın herhangi bir mülkiyet kazanacağının bir garantisi değildir; fakat, o mülkiyeti kazanırsa ona sahip olacağının garantisidir. Mülkiyet hakkı, maddi değerleri kazanmak, elde tutmak, tasarruf etmek hakkıdır.
Birey hakları kavramı, insanlık tarihinde o kadar yenidir ki, çoğu insan, hala anlamını kavrayamamıştır. Ahlak üzerindeki mistik ve sosyal iki irrasyonel teoriye parelel olarak; bazıları, hakları Tanrı'nın bir ihsanı, bazıları da toplumun bir ihsanı olarak kabul eder. Oysa gerçekte, hakların kaynağı, realitedir, insanın tabiatıdır.
Bağımsızlık Bildirisi, bütün insanların "yaratıcıları tarafından bir takım vazgeçilmez haklarla donatılmış" olduğunu söylemişti. İnsanın kökeni konusundaki ihtilaf, yani onun bir yaratıcının mı yoksa tabiatın mı ürünü olduğu konusundaki tartışma, onun spesifik bir tür varlık olduğu gerçeğini değiştirmez. İnsan denen bu spesifik varlık, akıllı bir canlıdır; yani, bu spesifik varlığın, spesifik hayatta kalma tarzı, akılla davranmaktır; ve akıl, zorlamayla işlemez, özgürlüğü gerekli kılar; bu yüzden, insanın akılla davranması, yani insanın spesifik hayatta kalma tarzına uygun davranması, yani insanın insan olması, onun özgürce davranabilmesini, yani haklarının var olmasını şart kılar.
Başka bir deyişle, insan haklarının kaynağı, ne ilahi kanun, ne de parlamenter kanundur. İnsan haklarının kaynağı, Kimlik Kanunudur: A, A'dır; İnsan, İnsan'dır. Haklar, insan tabiatının (kimliğinin) zorunlu kıldığı bir hayatın, yani insana-özgü bir hayatın şartlarını tanımlar ve kutsar. Eğer insan yeryüzünde yaşamak istiyorsa; aklını kullanmakta haklıdır; kendi özgür yargısına uygun davranmakta haklıdır; kendi değerleri için çalışmakta ve çalışmasının ürününü kendi tasarruf etmekte haklıdır. Eğer yeryüzündeki hayat onun amacıysa, rasyonel bir varlık olarak yaşamakta haklıdır: tabiat, irrasyonel olmayı ona yasaklamıştır.
İnsan haklarını ihlal etmek, onu kendi yargılarının aksine davranmaya zorlamak demektir, onun değerlerini çalmak demektir. Hiçbir insan, değerlerini gönüllü olarak çaldırmaz. Onun değerlerini çalmanın, yani insan hakkını ihlal etmenin temelde bir tek yolu vardır: fiziki zor kullanmak. Bu anlamda, insan haklarını ihlal edebilecek iki potansiyel güç vardır: kriminaller ve siyasi yönetim. Amerika'nın büyük başarısı bu iki güç arasında bir sınır çizmek oldu: Amerikan anayasal sistemi, kriminal eylemlerin, legalize edilerek siyasi yönetimlerce yapılmasını önemli ölçüde engelledi.
Böylece, siyasi yönetimin fonksiyonu, yöneticilikten hizmetkarlığa dönüştürüldü. Siyasi yönetim, insanları kriminallerden korumak üzere teşkil edildi; anayasa, insanları siyasi yönetimden korumak üzere yazıldı. Amerikan vatandaşlarının Haklar Senedi, özel şahıslara karşı değil siyasi yönetimlere karşı yöneltilmiştir; yani, birey haklarının, herhangi bir kamu otoritesinin veya sosyal otoritenin üzerinde olduğu gerçeği vurgulanmıştır.
Sonuç, medeni bir topluma doğru güçlü bir yönelimin ortaya çıkması oldu. Medeni bir toplum, insan ilişkilerinde fiziki zorun yasaklanmış olduğu; siyasi yönetimin, zoru, sadece mukabele olarak ve sadece fiziki zoru fiilen başlatana karşı kullanabileceği bir toplumdur.
3.1.1 Birey Haklarının Yozlaştırılması ve Kollektivizm
Birey hakları, özgür, medeni bir toplumu doğuran kavramdır. Özgürlüğün, medeni bir toplumun tahribi, bu hakların tahribi ile başlar.
Birey haklarının ezeli düşmanı kollektivizmdir. İnsanlar arası gönüllü işbirliğinden farklı olarak kollektivizm, birey haklarını yok sayan, bireyin hayatını ve emeğinin sonuçlarını mistik bir varlığa (kollektif) ait sayan, gurubun bireyi her an feda edebileceğini kabul eden bir doktrindir. "Kollektif" soyutlamasına çeşitli isimler verilmiştir: ümmet, devlet, millet, sınıf, toplum, parti, kamu, halk vs. Fakat, kollektivizmde, kollektif bütünlüğe verilen ad ne olursa olsun, daima o kollektif adına iş gördüğünü iddia eden bir gurup azınlık, çoğunluk üzerinde tahakküm kurmuştur. Böyle bir doktrinin hayata geçirilebilmesinin tek yolu kaba kuvvettir; ve bu doktrinin politik uygulaması daima Devletçilik (yani, birey hakları ihlalinin kurumlaştırılarak legalize edilmesi) yoluyla olmuºtur.
Kollektivist bir hareket, bir ülkeyi köleleştirmeğe giriştiğinde, maddi ve ahlaki değerlere doğrudan doğruya el koyarak işe başlamaya cesaret edemez. Onun yerine, özgürlüğün garantisi olan "birey hakları" kavramını yozlaştırmaya girişir. Bu yozlaştırmanın temel tekniği, daima politik alanda bulunması gereken haklar kavramını, ekonomik alana taşımaktır. Gerçek birey hakları yerine, "herkese iyi bir ev, iyi bir eğitim, iyi bir iş, iyi bir sağlık sistemi" gibi sloganlar, sözde yeni haklar ("ekonomik haklar") olarak ortaya konur; ve bir yandan bu "yeni haklar"ın yarattığı kavram kargaşasıyla, gerçek birey hakları anlayışı muğlaklaştırılırken, diğer yandan, bu sloganları hayata geçirme bahanesi altında, gerçek birey hakları fiilen ihlal edilir ve kollektivist bir diktatörlüğe yol açılır.
Bütün bu sloganlara eklenecek bir tek soru, meseleyi berraklaştırır: Bu imkanlar, kimin çalışmasının yarattığı zenginliklerle elde edilecektir? Ev, eğitim, iş, sağlık sistemi, tabiatta kendiliğinden bulunmaz. Bunlar insan-yapısı değerlerdir; yani, insanlar tarafından üretilmesi gereken mal ve hizmetlerdir. Onları, kim üretecektir. Eğer, o mal ve hizmetlerden yararlanacak insanların kendisi bu işi yapacaksa, bu haklarda yeni olan bir şey yoktur; çünkü, mülkiyet hakkı bunu sağlamaktadır. Yok eğer, mal ve hizmetlerden yararlanacak olanlar değil de başkaları bunu üretecekse; bu, birey haklarının ihlalinden başka bir yolla mümkün değildir.
Eğer bazı insanlar, hak olarak başka insanların çalışmalarının ürünlerini elde etmeğe yetkili kılınırsa; bu başka insanlar, hakları yok sayılmış birer köle olarak çalışmağa mahkum edilmiş olur.
Başka birinin hakkının ihlal edilmesini gerekli kılan bir faaliyet, bir "hak" değildir, olamaz.
Hiçbir insan, başka bir insana, onun seçmediği bir yükümlülüğü, karşılığı olmayan bir görevi, gönülsüz bir hizmetkarlığı empoze edemez. "Köleleştirme hakkı" diye bir hak yoktur, olamaz.
Bir hak, o hakkın başka insanlarca madden tesisini içermez; bir hak, sadece o hakkın maddi tesisini, kendi gayretiyle kazanma özgürlüğünü içerir.
Bu bağlamda, Bağımsızlık Bildirisini yazanların entellektüel dakikliği dikkate değer: mutluluk hakkından değil, mutluluğu kendi başına aramak hakkından bahsederler. Yani, bir insanın, kendi mutluluğunu gerçekleştirmek için gerekli gördüğü faaliyetleri yapmak hakkıdır; fakat, bu mutluluğu başkaları ona sağlamak zorunda değildir.
Hayat hakkı, insanın kendi hayatını (yeteneklerinin onu ulaştırabileceği herhangi bir ekonomik seviyede) kendi çalışmasıyla sağlaması hakkıdır; fakat, hayati ihtiyaçları ona başkaları tedarik etmek zorunda değildir.
Mülkiyet hakkı, mülkiyet elde etmek için gerekli ekonomik faaliyetleri yapmak ve kendi mülkiyetini tasarruf etmek hakkıdır; fakat, mülkiyeti başkaları ona sağlamak zorunda değildir.
İfade özgürlüğü hakkı, siyasi yönetim tarafından hiçbir baskı, müdahale veya ceza tehdidi olmaksızın fikirleri ifade etmek hakkıdır; fakat, fikirleri ifade etmede kullanılacak -bir konferans salonu, bir matbaa gibi- araçları başkaları ona sağlamak zorunda değildir.
Birden çok insanla yapılan herhangi bir girişim, katılan her kişinin gönüllü rızasını gerektirir. Onlardan her biri, kendi kararını vermek hakkına sahiptir; fakat, hiçbiri kararını ötekilere zorla kabul ettirmek hakkına sahip değildir.
"Bir iş hakkı" diye bir şey yoktur; sadece, serbest mübadele hakkı vardır; yani, bir insanın hizmetlerine başka birisi talip olursa, o insanın işi kabul etme hakkı vardır. "Bir ev sahibi olma hakkı" diye bir şey yoktur; sadece serbest mübadele hakkı vardır; yani, kendine bir ev inşa etmek veya satın almak hakkı vardır. Bir insanın malını o insanın istediği fiyattan satın alacak veya bir insanı o insanın talep ettiği ücretten işe alacak kimse yoksa, "mal veya hizmetlere karşı adil bir fiyat veya adil bir ücret elde etme hakkı" diye bir şey yoktur. Özel gurupların "hakkı" diye bir şey yoktur; "çiftçi, işçi, işveren, memur, bebek, genç, yaşlı hakları" diye bir şey yoktur; sadece, İnsan Hakları vardır ve bu haklar tek tek her birey insana ve bireyler olarak bütün insanlara aittir.
İnsanın ekonomik alanla ilgili sadece iki hakkı vardır: mülkiyet hakkı ve serbest mübadele hakkı.
Hakların bir insanın faaliyet özgürlüğünü tanımlayan ve koruyan ahlaki prensipler olduğunu, bu hakların başka insanlara hiçbir yükümlülük getirmediğini tekrar vurgulayalım. Özel vatandaşlar birbirlerinin haklarına ve özgürlüğüne bir tehdit teşkil etmez. Fiziki zora başvurarak başkalarının haklarını ihlal eden bir insan, bir kriminaldir; ve insanların bu insana karşı kanuni savunması vardır.
Her çağda ve her ülkede kriminaller küçük bir azınlık oluşturmuştur; bunların insanlığa verdiği zarar, siyasi yönetimlerin insanlığa verdiği zararlar yanında çok küçük kalmıştır. Soykırımlar, savaşlar, talanlar, köleleştirmeler hep siyasi yönetimler tarafından yapılmıştır. Potansiyel olarak siyasi yönetimler, insan haklarına karşı en büyük tehdittir; çünkü, siyasi yönetim, kanunen silahsızlandırılmış kurbanları karşısında, fiziki zor kullanma tekelini kanunen elinde bulundurur. Birey hakları yoluyla faaliyetleri tahdit edilmemiş bir siyasi yönetim, insanların en korkunç düşmanıdır. Bir ülkenin Haklar Senedi, bireyleri özel şahısların faaliyetlerinden korumak için değil, siyasi yönetimin faaliyetlerinden korumak için yazılır.
Gücü sınırsız bir siyasi yönetim sistemi elde etmek isteyenlerin, bireylerin bu savunmasını tahrip etmek için kullandığı bir teknik, anayasal olarak siyasi yönetimlere yasaklanmış bazı ihlalleri, bu ihlalleri yapmak için hiçbir gücü bulunmayan özel şahıslara atfederek hedef şaşırtmak ve böylece siyasi yönetimleri tahditlerden bağımsız kılmaktır. Mesela, özel bir şahsın, muhalifini finanse etmeyi reddetmesi hadisesi; o özel şahsın, muhalifinin ifade özgürlüğü hakkını ihlal etmesi, onu "sansür" etmesi olarak nitelenebilmektedir. Mesela, bir gazete, fikirleri o gazete yönetimine taban tabana zıt bir yazarı istihdam etmeyi reddederse veya onun yazılarını yayınlamazsa, bu hadise bir "sansür" eylemi olarak nitelenebilmektedir. İş adamları kendilerine hakaret eden, iftira eden bir gazeteye ilan vermeyi reddederse, bu bir "sansür" olarak nitelenebilmektedir. "Sansür" sadece siyasi yönetim faaliyetlerine uygulanabilecek bir terimdir. Hiçbir özel faaliyet sansür olamaz. Hiçbir özel şahıs veya kurum, bir insanı susturamaz, bir yayını yasaklayamaz; sadece, siyasi yönetimler bunu yapabilir. Özel bir şahıs veya kurum, fiziki zor kullanarak birisinin ifade özgürlüğünü engellerse, bu sansür değil, kriminal bir faaliyettir; ve buna uygun cezalar mevcuttur. Bireylerin ifade özgürlüğü hakkı, muhaliflerle aynı fikirde olmama, onları dinlememe ve onları finanse etmeme hakkını da içerir. İfade özgürlüğünün politik fonksiyonu, muhalif görüşlere sahip olanları ve popüler olmayan azınlıkları, zorla susturulmaktan korumaktır; onlara, kazanmadıkları bir popülaritenin sağlayacağı desteği, avantajları, ödülleri garanti etmek değildir.
Her isteyene bir ev, bir konferans salonu, bir tiyatro salonu, bir yayınevi, bir gazete sütunu vermek imkansız olduğundan, bu tesisler üzerinde bu tesisleri üretmiş olanların tasarruf hakkı olmayacaksa, bu "ekonomik hakları" kim dağıtacaktır, bunlardan yararlanacak olanları kim belirleyecektir? Cevap: birey haklarını yozlaştıranların siyasi yönetimi; yani, başkalarının üretimleri sonucu ortaya çıkan ürünlere el koymaktan ibaret bir kriminal faaliyeti, kendileri için legalize ederek kurumlaştıran bir parazitler çetesi.
Bir toplumun özgürlüğünün garantisi, o toplumun her bireyinin sahip olduğu politik haklardır. Politik hakları yok etmenin dolaylı yolu, yeni "hak" türleri ortaya atmaktır. "Kollektif haklar," "kamu çıkarı hakları" gibi sahte-kavramlar terimlerde çelişkidir. Esasen "birey hakları" kavramındaki "birey" terimi de fuzulidir; başka tür bir hak zaten mevcut değildir; ama, bugünkü entellektüel kaosta, bir vurgu olarak kullanılması yerindedir.
3.1.2 Gurup Haklarının Kaynağı Olarak Birey Hakları
Herhangi bir gurup ya da "kollektif," ne büyüklükte olursa olsun, birden fazla bireyi ifade eden bir soyutlamadan başka bir şey değildir. Bir gurubun, içindeki birey üyelerin haklarından başka herhangi bir hakkı yoktur. Özgür bir toplumda, herhangi bir gurubun "hakları," o gurubun bireylerinin haklarından başka bir şeyden kaynaklanmaz; yani, "gurup hakları" o guruptaki bireylerin tek tek sahip olduğu haklardan fazla değildir, olamaz; aynı şekilde, gurup adına o guruptaki bireylerin haklarını icra eden temsilciler, gurup üyelerinin gönüllü rızalarıyla belirlediğinden daha fazla hakka sahip değildir. Meşru bir gurup girişimi, katılanların serbest katılma ve serbest mübadele hakları üzerine bina olur; yani, kriminal olmayan bir gurup, gönüllü katılmayla kurulur, kimse katılmaya zorlanmaz.
Üyelerinin birey hakları, her gurubun, birliğin, örgütün ahlaki temelidir. Birey haklarını tanımayan bir gurup, bir çetedir, bir linç kalabalığıdır.
Bir ulus da, herhangi bir gurup gibi, birden çok bireyden ibarettir; bir ulus, o ulus içindeki bireylerin haklarından daha fazlasına sahip değildir. Özgür bir ülkenin, -yani, vatandaşlarının birey haklarını tanıyan, saygı gösteren ve koruyan bir ülkenin- kendi toprak bütünlüğüne, kendi toplumsal sistemine, kendi siyasi yönetim şekline sahip olmak hakkı vardır. Böyle bir ülkenin siyasi yönetimi, vatandaşların yöneticisi değil, onların hizmetkarı veya acentasıdır; ve bu siyasi yönetim, vatandaşların ona birey haklarını silahlı koruma altına bulundurmak üzere delege ettiği haklardan başkasına sahip değildir.
Özgür bir ülkenin vatandaşları, bazı kanuni usuller üzerinde veya hakların hayata geçirilmesi yöntemleri üzerinde anlaşmazlığa düşebilirler; fakat, temel prensipte anlaşmışlardır: birey hakları ihlal edilemez. Bir ülkenin anayasası, birey haklarını kamu otoritelerinin yetkisi dışına koyarsa, politik iktidar gayet kesin terimlerle sınırlandırılmış olur; o zaman, vatandaşlar, güvenle ve gönül rahatlığıyla, bu sınırlı alan içindeki problemlerin hallinde, çoğunluğun oyla belirlenmiş kararlarına riayet ederler. Azınlıkta kalanların veya muhalefette olanların hayat tarzları ve mülkiyetleri tehdit altında değildir, oylamaya konu değildir ve çoğunluk kararıyla tehlikeye sokulamaz; hiçbir insan veya gurup, başka insanların hakları üzerinde açık çeke sahip değildir.
Böyle özgür bir ulusun, kendi vatandaşlarının haklarından doğan bir egemenlik hakkı vardır; ve diğer bütün uluslardan, bu egemenlik hakkına saygı göstermesini istemek hakkıdır.
Fakat, bu hak, diktatörlüklerce, vahşi kabilelerce veya başka herhangi bir türlü mutlakiyet tiranlığınca talep edilemez. Kendi vatandaşlarının haklarını ihlal eden bir ulusun hiçbir egemenlik hakkı mevcut değildir. Bütün ahlaki meselelerde olduğu gibi, haklar konusunda da çifte standart olamaz. Kaba kuvvetle yönetilen bir ulusun siyasi yönetimi hiçbir hak talep edemez. Bir Hitler veya bir Stalin, kendi ulusları adına hangi hakkı talep edebilirdi?
"Ulusların kendi kaderini tayin" hakkı, sadece özgür toplumlara veya özgürlüğü tesis etmeğe girişmiş toplumlara uygulanabilir; diktatörlüklere uygulanmaz. Nasıl ki, bir bireyin serbest faaliyet hakkı, ona suç işlemek "hak"kını vermezse; aynı şekilde, bir ulusun kendi siyasi yönetim şeklini tayin hakkı, ona bir köle toplumu kurma hakkını, -yani, bazı insanların başka bazı insanları köleleştirmesi kriminal faaliyetini legalize etme hakkını- vermez. Bir insanın kriminal olabilmesi gibi, bir ulus da köleliği ihdas edebilir; fakat, ikisi de bunu bir hak olarak yapamaz.
Bu bağlamda, bir ulusun köleleştirilmesinin şiddet yoluyla veya seçimler yoluyla gerçekleşmesi bir şey değiştirmez. Birey hakları, halk oylamasına konu olamaz; çoğunluk, oylama yoluyla, azınlığın haklarını yok edemez; aslında, hakların politik fonksiyonu, azınlığı çoğunluğun tahakkümüne karşı korumaktır (ve yeryüzünün en küçük azınlığı bireydir). Nasıl ki bir gangster çetesi, bir eylemi üyelerinin oy birliğiyle yaptı diye, bir "hak" talep edemezse; aynı şekilde, bir ulus da halk oyuyla azınlıktakilerin haklarını yok ederse, kendisini bir çete haline getirmiş olur ve kendisi için bir egemenlik "hakkı" talep edemez.
Diktatörlükler, kriminal çetelerdir. Herhangi bir özgür ulusun, kendi meşru savunması açısından, bu diktatörlükleri yok etme hakkı vardır. Özgür bir ulusun bu işe girişip girişmeyeceği konusu, bu diktatörlüğün yöneticilerinin mevcut olmayan "hakları"na saygı yüzünden değil, özgür ulusun kendi ulusal çıkarlarının bir muhasebesi sonucu belirlenir. Başka ulusları özgürleştirmek, özgür bir ulusun görevi değildir; fakat, özgür bir ulus, gerekli gördüğü zaman bu hakka sahiptir.
Fakat, bu hak şartlıdır. Nasıl ki, suç önleme işi polise kriminal faaliyetlere girişme hakkı vermezse; aynı şekilde, bir diktatörlüğün işgal edilerek zararsız kılınması işi, işgalciye o ülkede başka bir tür diktatörlük kurma hakkı vermez.
Köleleştirilmiş bir ülke, ulusal haklara sahip değildir; fakat, vatandaşlarının birey hakları -yöneticileri tarafından tanınmamış olsa dahi- geçerlidir ve özgür ulustan gelen işgalcilerin onları ihlal etme hakkı yoktur. Dolayısiyle, köleleştirilmiş bir ülkenin işgali, ancak ve ancak işgalcilerin özgür -yani, birey haklarının tanınması üzerine kurulu-bir toplumsal sistem tesis etmeleri halinde ahlaken haklıdır.
Bugün yeryüzünde tamamen özgür hiçbir ülke yoktur. "Hür Dünya" çeşitli "karma ekonomi"lerden ibarettir. O halde, her yarı-özgür ülkenin, başka her yarı-özgür ülke tarafından işgali ahlaken haklı mıdır? Hayır. Birey hakları prensibini tanıyıp kabul eden, fakat onu hayata tam geçirmeyen bir ülke ile bu prensibi açıkca reddeden bir ülke farklıdır. Bütün "karma ekonomiler" bir geçiş döneminde yaşarlar; ya, tam özgürlüğün ne olduğunu keşfedip onu tesis edecekler, ya da tam diktatörlüğe varacaklardır. Bir ülkeyi, hiç yanılmaksızın diktatörlük olarak niteleyebilmek için bakılabilecek dört karakteristik vardır: tek-parti yönetimi, siyasi suçlar için mahkemesiz veya uyduruk mahkemeyle ceza, özel mülkiyetin ilgası ve sansür. Bu zorbalıkları yapabilen bir yönetimin, hiçbir meşruiyet talebi, hiçbir ulusal hakkı, hiçbir egemenlik hakkı olamaz.
3.2 SİYASİ YÖNETİMİN TABİATI
Bir siyasi yönetim, verili bir coğrafi alanda, belirli toplumsal davranış kurallarını uygulatma gücüne tek başına sahip olan bir kurumdur.
(Buradaki "Siyasi Yönetim" kavramı, "Devlet," "Hükümet," "Yerel Yönetimler," "Kamu Otoritesi" gibi bütün siyasi otorite kurumlarını kapsayacak bir anlamda kullanılmıştır.)
İnsanların böyle bir kuruma ihtiyacı var mıdır? Varsa neden?
İnsan rasyonel (akli) bir varlıktır; hayatta kalmak için kullandığı temel yöntem akılla davranmaktır; davranışlarını yöneten bilgileri elde etmekte kullandığı temel araç, aklıdır. Bir varlığın akılla davranması: düşünebilmesi ve kendi akli yargıları doğrultusunda davranabilmesi demektir; yani, insan olmak için gerekli temel şart, özgürlüktür. İnsanın özgür olma ihtiyacı, onun ıssız bir adada yaşamasını gerektirmez. İnsanlar, birbirleriyle alışverişte bulunmaktan muazzam yararlar sağlarlar. Sosyal bir ortam, insanın hayatta kalma işini başarması için en uygun ortamdır; fakat, bu son önerme, ancak belirli şartlar altında doğrudur.
Ahlak felsefesi bahsinde, toplumsal yaşamdan insanların sağlayacağı iki büyük değer incelenmişti: bilgi ve mübadele. Önceki nesillerin keşfettiği bilgilere erişmek, insana, ölçülemeyecek kadar büyük yarar sağlar. İkinci büyük değer olan mübadele, toplumsal işbölümünün yararı olarak ortaya çıkar; işbölümü, bir insanın gayretlerini özel bir çalışma alanına teksif etmesini ve başka çalışma alanlarında uzmanlaşmış insanlarla mübadelede bulunmasını sağlar. Öte yandan, toplumsal yaşamın bu faydaları, hem ne tür insanların başkalarıyla değişebilecek değerler üretebileceği hususunu, hem de, ne tür bir toplumun bu tür insanların yaşayabilmesine elverişli olduğu hususunu belirleyecektir: sadece rasyonel, üretken, bağımsız insanlar, başkalarıyla değişebilecek değer üretebilir; sadece rasyonel, üretken ve özgür bir toplum, bu tür insanların yaşayabilmesine elverişlidir. Bireyi talan eden, onun gayretlerinin sonucu üretilmiş ürüne el koyan, onu köleleştiren, onun aklının özgürlüğünü sınırlayan, onu kendi akli yargısının tersine davranmaya zorlayan bir toplum, -yani, mevcut hukuk sistemi, insan tabiatının ihtiyaçlarıyla çatışan bir toplum- kelimenin gerçek anlamında bir toplum değil, kurumlaşmış çete yönetimi zoruyla birarada tutulan bir kalabalıktır. İnsanların birarada yaşamalarından doğacak bütün değerleri yok edecek böyle bir toplum, hiçbir haklılığa sahip değildir; böyle bir toplum, insanın hayatta kalma işine yararlı bir kaynak değil, ona en büyük tehlikedir. Issız bir adadaki hayat, Hitler Almanyası'nda veya Stalin Rusyası'nda bulunmaktan daha emniyetli ve daha şayan-ı tercihtir.
3.2.1 Siyasi Yönetimin Meşruiyetinin Kaynağı
Barışcı, üretken, rasyonel bir toplumda birarada yaşamak ve birbirlerine yarar sağlayarak etkileşimde bulunmak için, insanların "birey hakları" denen temel sosyal prensibi bilip kabul etmeleri şarttır. Bu prensibin yokluğunda, hiçbir ahlaki (medeni) toplum mümkün değildir.
Birey haklarını bilmek ve kabul etmek: insana-özgü bir hayat yaşayarak var kalmak için, insan tabiatınca dikte edilen şartları bilmek ve kabul etmektir.
İnsan; özgür kaldığı sürece, kendi tabiatını, dolayısiyle birey haklarını keşfeder; bu tabiatın dikte ettiği şekilde, yani birey haklarına sahip olarak yaşamak ister; yani, birey haklarını kendiliğinden terk etmez. Bu yüzden, insan (birey) haklarını ihlal etmenin tek yolu, fiziki zor kullanmaktır. Sadece fiziki zor kullanmak suretiyle, bir insan başka bir insanın hayatına son verebilir, onu köleleştirebilir, onu soyabilir, onu amaçlarından alıkoyabilir, onu akli yargısının tersine davrandırabilir.
Bu yüzden, medeni bir toplumun önşartı: fiziki zoru toplumsal ilişkilerden çıkarmak ve böylece, insanların birbiriyle etkileşmelerinin tek yolunun akli araçlar kullanmak olduğu prensibini kabul etmektir; silah zoru yerine, tartışmayı, iknayı ve gönüllü mutabakatı koymaktır.
İnsanın hayat hakkının tabii sonucu, kendini savunma hakkıdır. Medeni bir toplum içinde zorun kullanılacağı tek istisnai hal, bireyin kendini savunma hakkından doğar: zor, sadece mukabele olarak ve sadece zoru fiilen başlatana karşı kullanılabilir. Fiziki zoru başlatmayı bir kötülük olarak niteleyebilmek için varolan bütün ahlaki sebepler, fiziki zorun mukabil kullanımını da ahlaki bir zaruret haline getirir.
Eğer, "barışcı" bir toplum, zorun mukabil kullanımını yasaklasaydı, gayrı-ahlaki olmaya karar veren ilk haydudun insafına kalırdı ve niyetinin tam tersini gerçekleştirirdi: kötülüğü yok etmek yerine, onu cesaretlendirip ödüllendirmiş olurdu.
Bir toplum, zora karşı örgütlü bir koruma sağlamazsa, her vatandaş kendi başının çaresine bakar: ya silahlanır, evini bir kaleye çevirip yaklaşan her yabancıyı vurur; ya da, kurulmuş savunma çetelerinden birine üye olup, aynı maksatla kurulmuş diğer çetelerle savaşmaya mecbur kalır. Böyle bir toplum, kısa sürede yozlaşır: çete yönetimi kaosuna düşer, kaba kuvvet yönetimine girer, tarih öncesi vahşilerin sürekli kabile savaşları dönemine geri gider.
Fiziki zor kullanımı -mukabil kullanımı da dahil- bireysel vatandaşların kararına bırakılamaz. Eğer bir insan, her an başka insanlar tarafından kendisine karşı zor kullanılabileceği sürekli tehdidi altında yaşıyorsa, barış içinde birarada yaşamak imkansız olur. Başka bir insanın niyeti ister iyi isterse kötü olsun, yargıları ister rasyonel isterse irrasyonel olsun, ister adalet duygusuyla davransın isterse cehaletle veya önyargıyla veya kötülükle; bir insana karşı zor kullanımı, başka bir insanın keyfi kararına bırakılamaz.
Mesela, şöyle bir durum nasıl karşılanırdı? Cüzdanını kaybeden bir adam, çalındığına hükmeder ve civardaki bütün evleri aramaya girişir ve kendisine ters bakmasını suçluluğunun delili kabul ederek, komşularından birini vurur.
Zorun mukabil kullanımı, bazı objektif kuralların varlığını zorunlu kılar. Bir suç işlenmiş midir? Kimin işlediğini nasıl isbat etmek gerekir? Hangi ceza ve infaz usulü kullanılmalıdır? Bu gibi soruların cevaplandırılmasında kullanılacak objektif kurallar olmaksızın, suç takibine girişen insanlar, linç kalabalığıdır. Bir toplum, zorun mukabil kullanımını, bireysel vatandaşların ellerine bırakırsa, kalabalık yönetimi doğar; linç kanunu egemen olur; bitmez tükenmez intikam ve kan davaları birbirini kovalar.
Fiziki zoru toplumsal ilişkilerden yok etmek için, insanların haklarını objektif bir kurallar sistemi çerçevesinde koruyacak bir kuruma ihtiyaç vardır. Bu kurum siyasi yönetimdir. Doğru bir siyasi yönetimin temel görevi olan birey haklarını koruma işi, siyasi yönetimin varoluş sebebidir ve onun varlığını ahlaken haklı kılan tek husustur.
Bir siyasi yönetim, fiziki zorun mukabil kullanımını, objektif kontrol altında bulundurmanın aracıdır. Objektif kontrol, objektif olarak tanımlanmış kanunlarla sağlanır.
Özel faaliyet ile siyasi yönetim faaliyeti arasındaki temel fark: siyasi yönetimin, fiziki zor kullanımı konusunda kanuni tekeli elinde bulunduruyor olması olgusudur. Böyle bir tekeli elinde bulundurması gerekir; çünkü, siyasi yönetim fiziki zor kullanımını önlemek ve kullananlarla savaşmak için kurulmuştur. Yine bu sebepten: siyasi yönetim faaliyetleri, katı kurallar altında tanımlanmalı ve sınırlandırılmalı; bu faaliyetlerin icrasında en küçük bir keyfiliğin veya kaprisin yer almasına izin verilmemeli; siyasi yönetim, içindeki tek programı kanunlardan ibaret olan, gayrı-şahsi bir robot haline getirilmelidir. Bir toplum özgür olacaksa, siyasi yönetimi kontrol altında olmalıdır.
Doğru bir sosyal sistemde, özel bir birey, başkalarının haklarını ihlal etmediği sürece, istediği şekilde davranmaya kanunen özgürdür; oysa, bir siyasi yönetim memuru, her resmi faaliyetinde kanunla bağlıdır. Özel bir birey kanunen yasaklanmış olanların dışında herşeyi yapabilir; oysa, bir siyasi yönetim memuru, kanunen izin verilmiş olanlar dışında hiçbir şey yapamaz.
Doğru bir sosyal sistem, böylece, kuvveti haklıya tabi kılar ve insanlara değil kanunlara dayalı bir siyasi yönetim sürdürür.
Doğru bir siyasi yönetimin tabiatının ve amacının ne olduğu hususu, hem özgür bir topluma uygun kanunların tabiatının ne olacağı hususunu, hem de özgür bir toplumun siyasi yönetiminin yetkisinin kaynağını belirler. Hem doğru kanunlarla ilgili, hem de doğru siyasi yönetimin yetki kaynağıyla ilgili temel prensip, Bağımsız Bildirisi'nde mevcuttur: "hakları emniyete almak için insanlar arasında siyasi yönetimler teşkil edilir ve bu yönetimlerin iktidarlarının meşruiyeti, ancak yönetilenlerin mutabakatından doğar."
Birey haklarının korunması, bir siyasi yönetimin tek doğru amacı olduğundan, yasama yetkisinin tek doğru konusu, birey haklarını koruyan kanunlar yapmaktır. Bütün kanunlar objektif olmalı (ve varoluşunun objektif haklılığı bulunmalı): insanlar, kanunun onlara neyi yapmalarını yasakladığını (ve neden yasakladığını), neyin bir suç olduğunu ve bu suçu işlerlerse ne ceza alacaklarını, bir faaliyette bulunmadan önce, açıklıkla bilebilmelidir.
Siyasi yönetimin yetkisinin kaynağı, "yönetilenlerin mutabakatından doğar." Yani, siyasi yönetim yönetici değil, hizmetkardır veya vatandaşların bir acentasıdır; vatandaşların, birey haklarını koruma işi için, ona delege ettiği haklardan başka, hiçbir hakka sahip değildir.
Özgür, medeni bir toplumda yaşamak için, bir bireyin riayet edeceği tek bir prensip vardır: fiziki zor kullanmayı terk etmek ve kendini savunma hakkını, -bu iş, düzenli, objektif, kanunen tanımlı bir sisteme bağlanmış olsun için- siyasi yönetime bırakmak. Başka bir deyişle, özgür ve medeni bir birey, zor kullanımı işlerinin, keyif işlerinden ayrılması prensibini kabul etmelidir.
Peki, iki kişinin katıldığı bir işlemde ortaya çıkan bir anlaşmazlıkta, mesele nasıl hal edilecektir?
Özgür bir toplumda, insanlar birbirleriyle etkileşmeye zorlanmaz. Sadece, gönüllü mutabakatla -ve eğer zaman söz konusu ise mukavele ile- birbirleriyle alışverişte bulunurlar. Birisinin keyfi kararıyla bir mukavele ihlal edilirse, öteki büyük bir mali zarara girebilir; bu durumda, zarara uğrayanın, tazminat olarak ihlalcinin mülkiyetine el koymaktan başka çaresi yoktur. Fakat, burada da, zor kullanımı, özel bireylerin kararına bırakılamaz. Siyasi yönetimlerin en karmaşık fonksiyonlarından biri, burada ortaya çıkar: objektif kanunlar çerçevesinde insanlar arasında hakemlik görevi.
Kriminaller, genellikle küçük bir azınlık teşkil eder; dolayısiyle, ceza mahkemeleri, hukuk faaliyetlerinin küçük bir kısmıdır. Fakat, hukuk mahkemeleri yoluyla, mukavelelerin korunması ve uygulatılması, barışcı bir toplumun en hayati ihtiyaçlarından biridir; böyle bir koruma olmaksızın hiçbir medeniyet ortaya çıkamazdı.
İnsanlar, hayvanlar gibi sadece yaşanan anın menzilinde davranarak hayatta kalamazlar. İnsanlar, amaçlarını proje haline getirip, belirli bir zaman süresinde gerçekleştirirler; faaliyetlerini hesaplarlar, hayatlarını uzun vade için planlarlar. Bir insanın planlarının menzili, aklını kullanmaktaki başarısı ve bilgisinin büyüklüğü oranında uzar. Bir medeniyetin seviyesi ve karmaşıklığı büyüdükçe, faaliyetlerinin (dolayısiyle, mukavelelerinin) menzili de daha uzun olmak gerekir; mukavelelerin menzili büyüdükçe, ilgilendirdiği insan ve faaliyet miktarı artar ve koruma daha acil bir ihtiyaç haline gelir.
İlkel bir takas toplumu bile, insanlar mukavelelerine uymasa işleyemezdi. Bir sepet yumurtaya karşı, bir çuval buğday vereceğini kabul etmiş birisi, yumurtaları aldıktan sonra buğdayı vermeyi reddetse ne olurdu? Böyle keyfi bir davranışı, insanların milyarlarca dolarlık malı krediyle verdikleri, milyarlarca dolarlık inşaat taahhütlerine girdikleri, doksandokuz yıllık kira kontratları imzaladıkları bir endüstri toplumunda düşünün.
Bir mukavelenin tek taraflı ihlali, dolaylı yoldan fiziki zor kullanımıdır; bir insanın, başka bir insana ait maddi değerleri, malları veya hizmetleri alması ve buna karşılık olan ödemeyi yapmayı reddetmesi; yani, aldıklarını hak etme yoluyla değil, sahibinin rızası dışında -fiziken gasp ederek- zorla elinde tutmasıdır. Benzer bir şekilde, sahtekarlık da, dolaylı bir fiziki zor kullanımıdır; sahte sıfatla veya sahte vaadle (yani, sahibinin gönüllü rızası olmaksızın) maddi değer elde etmektir. Haraç da, dolaylı bir fiziki zor kullanımıdır; maddi değerleri, başka maddi değerler karşılığı değil, zor, şiddet, hasar tehdidi ile elde etmektir.
Bu faaliyetlerden bazıları açıkca kriminaldir. Tek taraflı mukavele ihlali gibi başka bazıları, kriminal motifli olmayabilir; fakat, sorumsuzluk ve irrasyonellik sonucu yapılmış olabilir. Başka bazıları, her iki tarafın da bazı haklılık talebinde bulunabileceği karmaşık meseleler olabilir. Fakat, konu ne olursa olsun, bütün bu meseleler, objektif olarak tanımlanmış kanunlara konu olmalı ve bu kanunlar, tarafsız bir hakem, yani bir yargıç (ve uygun olduğu hallerde bir jüri) tarafından tatbik edilerek çözüme ulaştırılmalıdır.
Bütün bu meselerin çözümünü yöneten prensip şudur: kimse, sahibinin gönüllü rızası olmadan, bir değeri ele geçiremez; ve bu prensibe parelel olarak: bir insanın hakları, başka bir insanın tek taraflı kararının, keyfi seçeneğinin, irrasyonelliğinin, kaprisinin insafına bırakılamaz.
3.3 BİRKAÇ POLİTİKA TATBİKATI
Birey haklarının ve siyasi yönetimin tabiatı üzerinde doğru bir anlayış, politikanın temelini oluşturur. Bu bölümde, bu konular üzerindeki genel yanılgıları teşhir eden bir kaç tatbikat yapılacaktır.
3.3.1 Ekonomik Güç ve Siyasi Güç Paket-Muamelesi
Felsefi anlamda, bir "paket-muamele," hayati farkları görememe yanılgısıdır; tabiatları, gerçeklik-statüleri, önemleri veya değerleri açısından asli farklara sahip unsurları, -gayrıasli benzerlikler yüzünden- tek bir kavramsal bütünün, bir "paket"in parçaları olarak ele almaktır.
Devletçiliğin teorisyenlerinin önümüze koyduğu paket-muamelelerden biri, ekonomik gücün, politik güçle eşit muameleye tabi tutulmasıdır. "Aç bir insan, özgür değildir" veya "Bir işçi için, emirleri bir işadamından veya bir bürokrattan alması, farksızdır" gibi yutturmacalar sık duyulur. Birçok insan, bir yandan bu yalanlara inanırken, öte yandan, özgür bir ülkedeki en fakir işçinin, diktatörlükle yönetilen bir ülkedeki en zengin komiserden daha özgür ve daha güvenlikli olduğunu bilir. Özgürlüğü, kölelikten ayırt eden temel, asli, hayati prensip nedir? Cevap: gönüllü faaliyet prensibi ve buna zıt olarak fiziki baskı ve zorlamadır.
Siyasi güç ile başka herhangi bir sosyal "güç" arasındaki fark veya bir siyasi yönetim ile herhangi bir özel örgüt arasındaki fark, bir olgudan kaynaklanır: siyasi yönetim, fiziki zor kullanımı işinde kanuni tekeli elinde bulundurur.
Ekonomik güç, üretmek ve ürettiğini mübadele etmek gücüdür. Özgür bir ekonomide, hiçbir birey veya gurup, başka birine karşı fiziki zor kullanamaz; böyle olunca, ekonomik güç, sadece gönüllü yollarla elde edilebilir; yani, ekonomik güç, ancak üretim ve mübadele sürecine katılan herkesin gönüllü seçenek ve anlaşmalarıyla doğar. Özgür bir piyasada, bütün fiyatlar, ücretler ve karlar, -kimsenin keyfiyle, açgözlülüğüyle veya ihtiyacıyla belirlenmez- arz ve talep kanunuyla belirlenir. Özgür bir piyasa mekanizması, katılanların her birinin tercih ettiği ekonomik seçenekleri ve kararları yansıtıp özetler. İnsanlar, kendi bağımsız, zorlamasız zihni yargılarına göre, mal ve hizmetlerini, karşılıklı mutabakat ve avantaj sağlayarak, değişirler (mübadele ederler). Bir insan, ancak başkalarının sunduğundan daha iyi değerler sunabilirse (yani, daha iyi mal ve hizmetleri, daha düşük fiyatlarla satabilirse) zenginleşebilir.
Özgür bir piyasada zenginlik; özgür, genel, "demokratik" oylamayla elde edilir; bu oylama: ülkenin ekonomik hayatında rol alan her bireyin, satma ve satın alma işlemidir. Başka bir ürün yerine, belirli bir ürünün satın alınması, o ürünün imalatçısının başarısı için verilmiş bir oydur. Böyle bir oylama, en isabetli tür bir oylamadır; çünkü, herkes, kalifiye olduğu konudaki işler üzerinde oy kullanır; çünkü, ancak her bireyin kendisi, kendi tercihleri, kendi çıkarları ve kendi ihtiyaçları üzerinde doğru bir kanaat oluşturabilir. Özgür bir ekonomide, hiçkimsenin, başkaları adına karar verme, kendi zihni yargısını başkalarının zihni yargısı yerine ikame etme gücü yoktur; yani, hiçkimsenin, kendini "halkın sesi" ilan edip, halkı sessizliğe ve vatandaşlık haklarında yoksun bırakmaya gücü yoktur.
Şimdi, ekonomik güç ile siyasi güç arasındaki farkı tanımlayalım: siyasi güç, bir pozitif vasıtasıyla (bir ödül, bir teşvik, bir ödeme, bir değer sunarak) icra edilir; oysa, siyasi güç, bir negatif vasıtasıyla (ceza ve yıkım tehdidiyle) icra edilir. Başka bir deyişle, işadamının aleti, değerlerdir; bürokratınki ise, silahtır.
3.3.2 Egaliteryenizm (Eşitlikçilik)
Egaliteryenizm (eşitlikçilik), bütün insanların eşitliğine olan inançtır. Diğer bağlamlardaki kullanımı bir yana, insani bağlamda "eşitlik" politik bir kavramdır ve kanunlar önünde eşit muameleye tabi tutulmak anlamına gelir. Yani, eşitlik: bütün insanların, insan olarak doğmuş olmalarından kaynaklanan aynı vazgeçilmez temel haklara sahip olması ve bu hakların -insanların kanun yoluyla kastlara bölünmesi veya aristokratik ünvanlar yoluyla bazı imtiyazlara sahip kılınması gibi- insan-yapısı kurumlarla ihlal veya ilga edilememesidir.
Fakat, altrüistler, "eşitlik" kelimesine başka bir anlam atfeder.
Bu kelimeyi bir anti-kavram haline çevirirler; yani, eşitlik kavramını yozlaştıran bir terim haline getirirler: eşitlik kavramını, politik değil metafizik bir eşitlik anlamında kullanırlar; başka bir deyişle, tabiatın insanlara vermiş olabileceği farklı yetenekleri veya insanların bireysel seçeneklerinin isabet derecesini, çalışma performanslarını ve karakterlerini nazarı dikkate almadan; insanları, aynı kişilik özelliklerine ve erdemlere sahip görürler. Bu tür "eşitlikçiler"in karşısında mücadele etmeyi önerdikleri şey, insan-yapısı kurumlar değil, realitedir. Gerçekte bu "eşitlikçiler," insan-yapısı kurumlar vasıtasıyla, realiteye karşı savaşa girişmişlerdir.
Tabiatın, insanları eşit güzellik ve eşit zeka ile donatmadığı ve insan tabiatının bir parçası olan irade yeteneğinin, insanlara farklı tercihler yaptırabildiği olgusuna -mevcudiyete- isyan eden egaliteryenler; tabiatın ve iradenin bu "adaletsizliğini" yok etmek ve sözde evrensel eşitliği tesis etmek isterler. Kimlik Kanunu, insanların manipülasyonuna açık olmadığından, Nedensellik Kanunu ile oynamaya girişirler. Yani, kişisel özelliklerin ve erdemlerin "yeniden bölüşülmesi" mümkün olmadığından, insanları bunların sonuçlarından (yani, kişisel özellikler ve erdemlerle yaratılmış ödüllerden, avantajlardan, başarılardan) mahrum etmeye çalışırlar.
İstedikleri, kanun önünde eşitlik değil, bir eşitsizliktir: ters çevrilerek, tepesine yeni bir aristokrasinin (değer-yaratmayanlar aristokrasisi) oturtulduğu bir sosyal piramitin tesisidir.
(Mesela; Amerikalı "filozof" John Rawls, "A Theory of Justice" isimli eserinde, "tabiatın kolladığı" yetenekli, zeki, yaratıcı insanların ürettiklerinden doğan ödüller üzerindeki hakkı ellerinden alarak, bu ödülleri, tabiatın talihsiz yarattıklarına dağıtarak, bu "adaletsizliği" gidermeyi önerir.)
Bir Leonardo da Vinci'nin, bir Wolfgang Amadeus Mozart'ın, bir Thomas Edison'un, bir Albert Einstein'ın, kendilerinden daha az yeteneklilere karşı bir "adaletsizlik" teşkil ettiklerini öne sürmek için, güzelliğe, başarıya, akla, insana, realiteye karşı derin bir nefret içinde olmak lazımdır.
3.3.3 İnsan Hakları ve Mülkiyet Hakları
İnsanın, bedeni ve zihni faaliyetleriyle bir bütünlük halinde yaşayabileceğinden habersiz olan (yani, antik "beden-zihin zıtlığı" doktrinini aynen kabul eden) modern mistikler, -sanki bir tanesi olmadan diğeri olabilirmiş gibi- "mülkiyet hakları" karşısına bir "insan hakları" sahte-alternatifini koyarlar.
Maddi nesneler, birey insanların zihni ve bedeni gayretiyle üretildiğinden ve bu nesneler insan hayatını sürdürmek için gerekli olduğundan, eğer üretici insan, gayretinin sonucuna sahip olmazsa, hayatına sahip olamaz. Mülkiyet (mal) haklarını yok etmek, insanları devletin sahip olduğu mallar haline çevirmektir. Başkalarının ürettiği zenginlikleri "yeniden bölüştürme" "hak"kını isteyen kişi, insanları mala çevirme "hak"kını istemektedir.
Sadece bir "hayalet", maddi mülkiyet olmaksızın varolabilir; sadece bir köle, gayretinin ürünü üzerinde hakka sahip olmaksızın çalışabilir. "İnsan hakları"nın "mülkiyet hakları"na üstün olduğu doktrini, pratikte bir tek korkunç anlama gelebilir: bazı insanlar, başkalarının mülkiyetini karşılıksız elde etme hakkına sahiptir. Üretenin üretmeyenden elde edebileceği hiçbir kazanç olmadığından, üretenin "mülkiyet hakları"nın olmadığı yerde, üretmeyenin "insan hakları," üretmeyenin üretene sahip olması ve onu bir dolap beygiri gibi kullanması demektir. Bunu, insani ve haklı görenlerin, "insan" ünvanını taşımaya hakkı yoktur.
3.3.4 Devrim ve Darbe
Bir devrim, uzun bir felsefi gelişimin zirvesini teşkil eder ve bir ulusun derin memnuniyetsizliğinin ifadesidir; bir darbe ise, bir azınlığın iktidarı ele geçirmesidir. Bir devrimin amacı, tiranlık devirmektir; bir darbenin amacı ise, tiranlık tesis etmektir.
Tiranlık, temel birey haklarını (hayat, özgürlük ve mutluluğu-kendi-başına-aramak) tanımayan herhangi bir politik sistemdir. Bir politik sistemin zor yoluyla devrilmesi, sadece tiranlığa karşı yönetilmişse haklıdır; ve bu, zor yoluyla yönetenlere karşı bir meşru savunma hareketidir. Savunma amacıyla değil, birey haklarını ihlal etmek üzere zora başvurmak, hiçbir ahlaki haklılığa sahip değildir; bu, bir devrim hareketi değil, çete savaşıdır.
|