Paradİgma
“Paradigma” kelimesinin Yunanca kaynaklı bir kelimedir. Paradigma’ya tam uyan Türkçe bir sözcük henüz oturtulamamıştır. Sözlüğe bakacak olursanız paradigma bir kalıp, örnek, model karşılıkları almaktadır. Günlük dilde kullanılan paradigma ile bu tanımlamaları uyuşturmak son derece zor ve bir bakıma mantıksızdır. Genelde insanlar paradigma kelimesini kullanarak belirli bir görüş veya buna benzer bir unsur çerçevesinde davranmayı kastediyorlar.
Daha da açacak olursak, paradigma, aslında bireyler, gruplar hatta milletlerin neyi nasıl algıladıklarını, neyi benimseyip neyi benimsemediklerini belirler. Paradigma çok basit bir ifadeyle insanların olaylara, konulara bakış açısıdır denilebilir. Bir olayı, bir kavramı ya da durumu yorumlarken insan mutlaka kendinden bir şeyler katarak olayı ‘kendince’ ifade eder.
Ulaş Bıçakcı, Paradigma ve Yaşam Kalitesi isimli kitabında paradigma nedir sorusunu şu ifadeyle cevap bulmuş: ‘Rastladığım genişçe bir tanım şöyle idi: “Paradigma, bireyin iç ve dış dünyasını (kendisini ve etrafını) yorumlama, algılama ve bilme süreçleriyle ilgili tüm etkenlerin yarattığı örgütlü ve dinamik düşünsel sistem, düzenektir.”
Bir başkası paradigma’ya çok kısaca, “algı düzeneği” diyordu.
Psikolog Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu bir TV programında kavramın açıklamasını çok daha pratiğe indirgeyerek, gözlüğünü çıkarıp sunucuya göstermiş ve, “İşte bu” demişti. Nasıl bir gözlükle bakıyoruz dünyaya?’ Bir ara yol bulup paradigma’yı, Ulaş Bıçakcı yaşamı algılama biçimi şeklinde tanımlıyor.
Doğan Cüceloğlu ise bir kitabında paradigmayı şöyle açıklıyor: “Paradigma, bireyin iç ve dış dünyasını algılayıp yorumlamasında etkili olan tüm faktörleri kapsar. Algılama, yorumlama ve bilme süreçleriyle ilgili tüm etkenlerin yarattığı örgütlü ve dinamik düşünsel sisteme algı düzeneği ya da paradigma adı verilir. Paradigma, farkına varmadan taktığımız bir psikolojik gözlüktür; iç dünyamızı olduğu kadar dış dünyamızı da bu gözlük aracılığıyla görürüz”.
Doğan Cüceloğlu’nun verdiği basit bir örnek yapılan açıklamayı daha iyi kavramamıza yardımcı olabilir. Örnekte küçük bir kedi yavrusu bir evin önünde oturmuş, yoldan geçenlere miyavlıyor. Eve sol tarafından yaklaşan çocuklara bir “sözcü” kedinin sahipsiz, zavallı, sevgiye muhtaç olduğunu söylüyor. Diğer taraftan yaklaşanlara ise “sözcü” kedinin kuduz hastalığına yakalanmış olduğunu, ona yaklaşanları tırmalayacağını söylüyor.
Bu örnekte iki farklı mesaj, iki farklı davranışa yol açacaktır. Birinci gruptaki çocuklara “şefkat paradigması” gözlüğü takılmıştır. Öte tarafta ise çocuklara “korku paradigması” aşılanmıştır.
Bu açıklama ve örnekten sonra varacağımız sonuç şu olabilir: Büyürken anne-babamız, okulda öğretmenlerimiz, siyasi partiler, devlet ve hatta haftalık olarak size ulaşan elinizde tuttuğunuz gazete, belirli paradigmaları size öğretmeye çalışıyor.
Çocuk yetiştirirken iki ana paradigma ön plandadır. Bunlar “kalıplanmış” ve “gelişmiş” insan paradigmalarıdır.
Kalıplanmış insan paradigmasına sahip anne-baba, çocuğunu bildikleri, gördükleri şekilde yetiştirirler. Çocukları da “kalıplanmış” olur. Çocuğun “gelişmiş” insan paradigmasıyla yetiştirilebilmesi için anne-babanın bu paradigmadan haberdar olması şartı vardır. Bunun koşulu nedir? Kendini geliştirmek… Çok okumak…
Eğer anne-baba kendini geliştirmiş ve iki farklı paradigmanın (kalıplayıcı ve geliştirici) varlığından haberdar olmuşsa, çocuklarını yetiştirirken hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğuna da karar verebilecektir. Anne-baba az gelişmiş ise, doğrunun varlığından haberdar bile olamayacak, kendi bildiklerini okuyacaklardır.
Bir çok yazarın paradigmayı açıklarken kullandığı bir başka anlatı ise; paradigma bir tür harita, belirli durumlarda nasıl davranılması gerektiğine ilişkin bir temel kalıptır şeklinde. İnsanoğlu, doğduğunda anlam dünyası ya da zihin haritası boş bir haldeydi. Zamanla anne-babası başta olmak üzere içinde yaşadığı kültür ve eğitim ortamı bu haritanın ana çizgilerini oluşturdular. Zihinsel haritalarımızın nasıl oluşturulduğunu anlayabilmemiz için algı düzeneği, paradigma terimi açıklığa kavuşturulmalıdır. Paradigmayı bir haritaya benzetecek olursak, harita temsil ettiği şeyi ne kadar gerçekçi olarak yansıtırsa o derece değer kazanır.
Örneğin bir şehrin haritası o şehrin kendisi değildir;o şehrin kağıt üzerine çizilmiş bir modelidir. Şehri ne kadar gerçeğe uygun temsil ediyorsa, harita o derece kullanışlı ve işe yarar olacaktır. Paradigma da bir harita gibi başka bir gerçeğin bir modelidir, kendisi değil.
İki türlü paradigma sürekli bizimledir:
1-Gerçeğin ne olduğu ile ilgili paradigma
2-Nelerin nasıl olması gerektiğini gösteren değerler paradigması.
Bursa haritasıyla İzmir’de adres aramaya kalkışan birinin paradigması gerçeklere uymadığı için o kişiyi amaca ulaştırmayacaktır.
Değerler paradigması ise neyin iyi neyin kötü, nelerin önemli ya da önemsiz olduğunu bize söyler. Kişiler öncelikleri değerler paradigmasına göre belirler. Benim için öncelikli ve değerli olan bir başkası için önemsiz ve değersiz olabilir. Bu durum benim ötekinin değerlerini küçümsememi gerektirmez, aynı şekilde ötekinin de benim değerlerimi küçümsemesini gerektirmez.
Gerçeğin ne olduğunu ve neyin değerli, önemli olduğunu söyleyen bu iki tür paradigma, günlük yaşantımızı algılama ve yorumlamamızda bizi etkiler. İster doğru ister yanlış olsun paradigmalarımız, bizim tutum ve davranışlarımızın dolayısıyla da başkalarıyla olan ilişkilerimizin kaynağını oluşturur.
Bir kişinin belirli konudaki davranışı ya da tutumu bozuksa, önce bu bozuk davranış ya da tutumun altında yatan paradigmayı(zihinsel haritayı) anlamamız gerekir. Bozuk davranış ve tutumu, altında yatan paradigmaya hiç dokunmadan, değiştirmeye kalkarsak başarılı olamayız. Paradigma değişikliği yapılmadan davranış ve tutumda yapılan değişiklikler yüzeysel ve kısa süreli olur.
Kimsenin doğuştan paradigması yoktur, kendi paradigmasını kendi yapması gerekir, bu da çaba ister. Gerçeği algılamak ve hakkını vermek için ne kadar çaba harcarsak, zihinsel haritalarımız da o kadar büyük ve kusursuz olur. Ama çok kişi bu çabayı göstermek istemez. Bazıları, büyüme çağları sona erince çaba göstermez olurlar. Onların haritaları küçük ve kabadır. Dünyaya bakış açıları dar ve yanıltıcıdır. Orta yaşın sonlarında çoğu insan çaba göstermekten vazgeçer. Haritalarının mükemmel ve yollarının doğru olduğuna emindirler. Artık yeni bilgilerle ilgilenmemektedirler. Ancak azimli kişiler ölünceye dek gerçeğin sırrını araştırmayı sürdürür, dünya ve gerçekle ilgili arayışlarını genişletir, derinleştirir, arındırır, yeniden belirler.
Dünyayı olduğu gibi değil, olduğumuz yerden görürüz. Gördüğümüzü anlatırken, esasında kendimizi, kendi paradigmamızı anlatırız. Yazısını okuduğumuz bir yazarın ya da dinlediğimiz bir konuşmacının paradigmasını anlamadan, onun duygu ve düşüncelerini anlamamız mümkün değildir. Ortak kavramlardan konuşmak kadar, kavramlara verilen ortak anlamlarda da konuşmak anlaşabilmenin vazgeçilmez bir şartıdır. Aksi halde kavramlardaki kargaşa kavramada da kargaşaya yol açacaktır. Bu da bireyler arasında çatışmaların ortaya çıkmasına yol açacaktır.
|