Habermas’ın Emek ve Etkileşim Hakkında Düşünceleri
Emek ve etkileşim: Zararsız görünümlü, ama Habermas'ın yapıtındaki bazı ana temaları pekiştirmek için kullandığı terimlerdir bunlar. Habermas'ın emek ile etkileşim arasında yaptığı ayrımın kökenleri, Hegel ile Marx arasındaki ilişki hakkındaki tartışmasında-Karl Löwith'in fıkirlerine çok şey borçlu olduğunu kendisinin de kabul ettiği analizinde- bulunabilir.ı Habermas burada, Hegel'in Jena Konferanslarına, çoğu bunları söz konusu düşünürün olgun düşüncesinin evriminde geçici bir dönem olarak gören Hegel yorumcularından çok daha fazla önem yükler. Habermas'a göre, Hegel'in Jena'da verdiği iki konferans/ders, Hegel'in sonraları terk ettiği, ama Habermas'a göre, Hegel ile Marx arasındaki (Marx, Jena elyazmalarını bilmese de) bazı yakın bağlantı noktalarına işaret eden tamamlanmamış ama ayrı bir felsefe perspektifı oluşturuyordu. Hegel Jena konferanslarında Geist'ı oluşum süreci içinde, açıklanması gereken bir olgu olarak ele alıyordu. Geist, insanların dilin barındırdığı anlam kategorileri yoluyla kurdukları iletişim açısından kavranıyordu. Dil, insan deneyimiyle burada-ve-şimdi'nin duyumsal dolaysızlığı arasına "mesafe koyan" araç, özbilinç aracıydı. Dil zorunlu olarak öznelerarasılığı ya da etkileşimi içerdiği için, Hegel'in yazılarında emekle onun arasında belirgin bir koşutluk vardı. Emek, doğayla ilişki kurmanın insana özgü biçimiydi: "Dil nasıl dolaysız algının buyruklarını kırıp çok çeşitli izlenimlerin oluşturduğu kaosu belirlenebilir nesneler halinde düzenlerse, emek de dolaysız arzuların buyruklarını öyle kırar ve dürtü tatmini sürecini adeta durdurur. Emek ve etkileşim bu yüzden, insanların toplumda kendi kendilerini oluşturma süreçlerinin ya da insan kültürünün gelişiminin iki temel yönüydü. Habermas 'a göre, Hegel'in Jena konferanslarında, emek ve etkileşim birbirlerine indirgenemez şeyler olarak sunuluyordu: Habermas'ın Marx'a yönelttiği eleştiride çok önemli bir odak haline gelecek bir meseleydi bu. Etkileşim, doğayla girilen ilişkilerin barındırdığı nedensel süreçlerle hiçbir mantıksal bağı olmayan uzlaşımsal normlar yoluyla düzenleniyordu. Tabii ki bu, emekle etkileşimin iki ayrı insan davranışı alanı olduğunu söylemek anlamına gelmiyordu. Her türlü emek toplumsal ve dolayısıyla da iletişimsel bir bağlam içinde cereyan ediyordu. Habermas, Hegel'in Jena döneminde bile emekle etkileşimi bir özdeşlik teorisi içinde yorumladığını kabul ediyordu: Geist doğanın mutlak koşuluydu. Bir başka deyişle, Hegel'in insanlığın kendi kendini oluşturması hakkında getirdiği açıklama her zaman idealist bir açıklama olmuştu. Hegel'in idealizmini reddeden MarxHegel'den emek ve etkileşim kavramlarını temellük etmeye başarmıştı: Habermas'a göre, bunlar Marx'ta üretim güçleri-üretim ilişkileri diyalektiği biçiminde ortaya çıkmışlardı . Bu yüzden, üretim güçlerinin tedrici gelişimi dünyanın insan emeği yoluyla dönüştürülmesinin tezahürüydü. Marx 'ın yazılarında, kendi kendini oluşturma süreci artık Tin'in dışsallaşmasını ifade etmiyor, aksine insan varoluşunun maddi koşullarından kaynaklanıyordu. Ama, diye vurguluyordu Habermas, Marx'ta emek kavramı epistemolojik bir kategori olarak kalmıştı; doğa bizim için ancak insan praksisi içinde dolayımlanması yoluyla kuruluyordu. MarxKant'ın "kendinde şey"inin onun düşüncesindeki bir tür muadili sayılabilirdi: Doğayla ancak onunla kurduğumuz pratik etkileşimler içinde doğrudan doğruya karşı karşıya geliyorduk. Habermas'a göre bu, "doğa çalışan/emek harcayan öznelerce kurulmuş evrensel dolayım yapısı içine tarihsel olarak gömülmüş olmasına rağmen, doğanın hareket ettirilemez olgusallığını korur." Marx'ın emek anlayışı, Habermas'a göre bazı açılardan Hegel'in anlayışına göre tayin edici önemde bir ilerlemedir Ama aynı zamanda geriye atılmış bir adımdır da, çünkü Marx emekle etkileşimin birbirlerine indirgenemezliğini sürdürecek yeterli bir epistemolojik destek sunmamıştır. Marx'ın analiz şeması üretim ilişkileri kavramı biçimine büründürerek etkileşimi öne çıkartmıştır. Ama Marx emeğin rolüne hâkim yeri verdiği için, öznelliğin ve öz-düşünümün temelinin iletişimsel etkileşim çerçevelerinde olmasını epistemolojik olarak kavramamıştır. Bu tam da Marx'ın Hegel'in özdeşlik teorisine yönelik eleştirisinin başarısının ürünüdür. Marx'ın yapıtları temelde dengesiz bir yapıdaydı ve bunun Marksizmin ilerki tarihi için çok önemli sonuçlan olacaktı. Marx ampirik yapıtlarında, üretim güçleri kadar üretim ilişkileri üzerinde de durmuştur her zaman. Aslında ikinci kategoriye -Habermas'ın terimleriyle etkileşime- ait olan kavramlar, özellikle de tahakküm ve ideoloji, Marx'ın ampirik yazılarında birincil rol oynamışlardır. Ama bunlar, emeğin -yani dünyanın ve insani varoluş koşullarının maddi olarak dönüştürülmesinin- sahip olduğu felsefi dayanağa sahip değillerdi. Bu yüzden de Marx'ın maddi praksis üzerinde yoğunlaşması yanlış bir vurguya açık hale gelmiştir: Epistemoloji düzeyinde etkileşimin emeğe indirgenmesine zemin hazırlamıştır. Habermas'a göre, bunun içerimlerini Marx bile tam olarak kavrayamamış, bu da onun yapıtını pozitivist bir yöne itmeye yardımcı olmuştur. Habermas'ın sözleriyle: [Marx] insan bilimini, bir doğa bilimi olarak değil bir eleştiri formunda kurmuş olmasına rağmen, sürekli olarak onu doğa bilimleriyle birlikte sınıflandırma eğiliminde olmuştur. Toplumsal teoriyi epistemolojik olarak gerekçelendirmenin gereksiz olduğunu düşünüyordu. Bu da göstermektedir ki insanlığın kendi kendini emek yoluyla kurması fikri Hegel'i eleştirmeye yetmişti ama Hegel'in materyalistlerce sahiplenilmesinin gerçek önemini kavranabilecek hale getirmekte yetersiz kalıyordu. Habermas emek ile etkileşim arasındaki ayrımı daha da genişletirken işte tam da bu türden bir epistemolojik gerekçelendirme sunmaya çalışıyordu. Etkileşimin emeğe indirgenmesi, araçsal olarak kullanılabilen ya da "teknik" bilgiye -maddi dünyayı kontrol etmeye çalışmak için kullandığımız türden bilgiye- doğa bilimleri kadar sosyal bilimlere de özgü bir şey olarak bakıldığı anlamına geliyordu. Ondan sonra da bütün toplumsal sorunlar "teknik" sorunlar olarak görülmeye başlanmıştı. Teknik akıl bir bütün olarak insan aklının yeteneklerini tüketiyormuş gibi görünüyordu ki Habermas'a göre pozitivizmin tanımlayıcı özelliği buydu. Bu noktada, Horkheimer'le Adorno'nun Dialectic of Enlightment (Aydınlanmanın Diyalektiği) kitaplarının Habermas 'ın düşüncesi üzerindeki etkisi barizdir. Onların"araçsal akıl eleştirisi", Habermas'ın (içlerinde Max Weber'in etkisi de güçlü bir biçimde hissedilen) yazılarının temel siyasi yönelimiyle doğrudan doğruya çakışıyordu: İnsanın doğa üzerindeki ya da üretim güçleri üzerindeki denetiminin artmasının tahakkümden kurtulmakla hiç de aynı şey olmadığı tezi bu siyasi yönelimi özetler. Habermas'ın konumuyla Frankfurt Okulu'nun daha eski üyelerinin görüşleri arasındaki temel fark (Habermas ile Marcuse arasındaki tartışmalarda özellikle araştırılmış olan bir farktır bu), Habermas'ın bilimsel ya da teknik bilginin kendisinin formu gereği ideolojik olduğu temasını reddetmesidir. Habermas'ın Hegel ve Marx'ta emek ve etkileşim hakkındaki tartışmasını, bilgi kurucu istemler hakkındaki (Habermas'ın bugünlerde artık pek de bahsetmediği) genel kavrayışına bağlayan görüşü şuydu: Karşı konulması gereken şey, teknik ya da araçsal aklın, rasyonalitenin tek biçimi olarak evrenselleştirilmesiydi. Marx'ın yazılarında, teknik aklın evrenselleştirilmesi emeğin epistemolojik hâkimiyetine bağlanıyordu: Ama Marksizmin pozitivizme kayması, onun bir bütün olarak modern toplumsal teori ve felsefenin önemli bir bölümüyle paylaştığı bir özellikti.Habermas'ın emeğin etkileşimden farklılaşmasını ele alma yönündeki en sistematik girişimlerinden ilki Marcuse'nin teknoloji hakkındaki görüşlerine dair eleştirel bir analizde yapılmıştı. Emek, Habermas'a göre, "ya araçsal eyleme ya rasyonel seçime ya da bunların bileşimine" karşılık gelen "amaçlı-rasyonel eylem"le (Zweckratiönalirat) eşitleniyordu. Araçsal eylem, teknik kurallara eğilimli ve ampirik bilgiye dayanan eylemdi. Amaçlı-rasyonel eylemdeki teknik kurallar, getirdikleri öndeyi güçleri temelinde formüle edilirler. Burada "rasyonel seçim", hedef ya da amaçları gerçekleştirmenin en "etkili" yoluna göre çeşitli eylem stratejileri arasında karar vermeyle ilgili bir meseleydi. Oysa, Habermas'ın "iletişimsel eylem"le eşitlediği etkileşim, "karşılıklı davranış beklentilerini tanımlayan ve en azından iki eyleyen özne tarafından anlaşılması ve tanınması gereken bağlayıcı uzlaşımsal normların hükmü altındadır." İletişimsel eylem olağan dil iletişimi üzerine kuruluyor ve toplumsal simgelerin karşılıklı kavranmasına dayanıyordu. Amaçlı-rasyonel eylemi yönlendiren kurallar ile iletişimsel eylemi yönlendiren kurallar arasındaki zıtlık, her birinin içerdiği yaptırımların karakterlerinin farklı olmasıyla örnekleniyordu. Habermas burada Durkheim'ın yaptığı bir ayrımı yankılıyordu. Teknik kurallara ya da stratejilere uymamanın yaptırımı hedeflere ulaşmayı başarma olasılığının azalmasıyken, uzlaşımsal normlara uymamanın yaptırımı toplumsal cemaatin diğer üyelerinin hoşnutsuzluğu ya da verecekleri cezadır. Habermas'a göre, amaçlı-rasyonel eylemin kurallarını öğrenmek belli becerileri öğrenmekti; normatif kuralları öğrenmekse kişilik özelliklerini "içselleştirmek"ti.Bu iki eylem tipinden çıkılarak, diyordu Habermas, toplumun farklı kurumsal sektörleri arasında bir ayrım yapılabilirdi. Habermas'ın aralarında ekonomik sistemi ve devleti de sıraladığı bazı sektörlerde amaçlı- rasyonel eylem daha yaygındı. Aile ve akrabalık ilişkileri gibi sektörlerde de "ahlaki etkileşim kuralları" hâkim konumdaydı. Habermasamaçlı-rasyonel eylem alt sistemlerinin kapsamı, ahlaki olarak bağlayıcı etkileşim çerçevelerinin hâkim otoritesi tarafından sınırlı tutuluyordu. Kapitalist toplumsa, tersine, amaçlı-rasyonel eylem alt sistemlerinin genişlemesine imtiyaz tanınan (öncelikle, bu eylem biçimi sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi üzerinde temellendiği için) ve diğer kurumsal formları tedricen aşındıran bir toplumdu. Modern bilim bu süreçte çok önemli bir rol oynamış, özellikle bilim ve teknolojik değişim arasındaki bağ gittikçe sıkılaşmıştır. Bu da bizi doğrudan doğruya Habermasçı "siyasetin bilimselleşmesi" ve meşruiyet bunalımı temalarına yol açar: Bilim ve teknolojinin yan özerk ilerlemesi... en önemli tekil sistem değişkeninin, yani ekonomik büyümenin bağımlı olduğu bağımsız bir değişken olarak ortaya çıkar... bu görünüş etkili bir biçimde kök saldığında, o zaman propagandalarda, teknoloji ve bilimin modern toplumlarda pratik sorunlar hakkında- ki pratik karar alma sürecinin neden işlevini yitirdiğini ve onun yerine neden idari personelin liderlerinin oluşturduğu alternatif kümeler hakkında alınacak plebisiter kararların geçmesi "gerektiği"ni açıklayıp meşrulaştırma gibi bir rolü olduğundan bahsedilebilir. Soyut eylem kategorilerinden toplumsal gelişme süreçlerine yönelik daha ampirik bir ilgiye geçiş Habermas'ın akıl yürütme tarzının temel özelliklerinden biridir ve onun "toplumsal teori olarak epistemoloji" anlayışı ışığında kavranabilir. Emek/etkileşim ayrımı, Habermas'ın sonraki yazılarında da yapıtının her iki yönü için de temel önemini sürdürür. Knowledge and Human Interests (Bilgi ve İnsan İstemleri) kitabında ve ilk döneminin diğer yazılarında geliştirilen bilgi kurucu istemler şeması ilk bakışta üçlüymüş gibi görünse de, aslında temelde emek ile etkileşim arasındaki karşıtlık üzerine kurulmuş ikili bir şemadır. "Özgürlük ilgisi/istemi" içerikten yoksundur ve ideoloji eleştirisindeki nomolojik ve epistemolojik kaygıların bir araya getirilmesi sonucu varolur. Habermas'ın epistemolojik girişimlerinin ikili karakteri "evrensel edimbilim" formatında, yaptığı "teorik-ampirik" söylem/"pratik" söylem ayrımında da sürdürülür; emek/etkileşim ve nomolojik/yorumbilgisel ayrımlarının adeta üstüne ilave edilen bir ayrımdır bu. Ama ben burada bu fıkirlerle ilgilenmeyip, Habermas'ın emek/etkileşim ayrımını toplumların evrimini analiz etmek için kullanma girişimini izlemekle yetineceğim. Habermas'ın toplumsal evrim hakkında daha sonra yaptığı yorum, ilk dönemlerinde Marx'a yönelttiği eleştirinin bazı unsurlarını koruyordu. Marx'ın teorisi, diyordu Habermas yine, toplumların gelişimini analiz ederken iletişimsel eylemi yeterince hesaba katmayı başaramamıştı. Habermas, Luhmann 'ın etkisiyle, sistem teorisine ait terminoloji kullanma eğilimindeydi. Ona göre, Marx toplumsal evrenle bağlantılı "öğrenme süreçleri"ni üretim güçleri alanına (yani, emeğe) yerleştirmişti; oysa "dünya görüşleri, ahlaki tasarımlar ve kimlik oluşumları"nda da (yani, etkileşimde de) öğrenme süreçleri bulunabilirdi. Bu yüzden, üretim güçlerinin gelişimi hakkındaki incelemeyi, "normatif yapılar"ın gelişimine dair bir incelemeyle tamamlamamız gerekiyordu. Habermas bunun', toplumsal değişimin genelde "ekonomik olarak şartlanan sistem sorunları" tarafından belirlenmesinden temel bir ödün vermek gerekmeksizin yapılabileceğine inanıyordu. Habermas'ın normatif etkileşim çerçevelerinin evrimi hakkındaki açıklaması, kişilik ile toplumsal gelişme arasında bir eşyapılılık olduğu yolundaki (başta Durkheim, Piaget ve Parsons olmak üzere çeşitli teorisyenlerin savunduğu) teze dayanıyordu. Toplumun tek üyesinin bilinç biçimleri ve gelişim aşamaları, bir bütün olarak toplumunkilerle aynıydı. Habermas 'a göre, toplumsal öğrenme süreçlerinin evrimi şu şekilde incelenebilirdi: Toplumlar, gelişimlerinin belli aşamalarında süregiden yeniden üretimlerine meydan okuyan ve mevcut normatif düzen içinde çözüme kavuşturulamayan "çözülmemiş sistem sorunları"yla karşılaşyorlardı. İşte o zaman toplumun kendini dönüştürmesi zorunluydu, aksi halde varoluşunun sürmesi tehlikeyi giriyordu. Bu tür bir dönüşümün doğası, ya da herhangi bir biçimde ortaya çıkıp çıkmadığı, diyordu Habermas, sistem sorunları tarafından değil, sadece toplumun bunlara yeni normatif organizasyon tarzları geliştirerek tepki verme biçimi tarafından belirleniyordu. Ona göre, bu analiz hâlâ "tarihsel materyalizm" denebilirdi. Materyalistti çünkü sistem reorganizasyonunu kışkırtan gerilimlerin kaynağında üretim ve yeniden üretim alanındaki sorunlar vardı; tarihseldi çünkü sistem sorunlarının kaynağının tikel toplumların olumsal gelişimleri içinde aranması gerekiyordu. Habermas, toplumsal evrim hâkkındaki açıklamasında, emek ve dilin bir toplumu "insani" kılan en temel özellikler olduğuna dair arkeolojik kanıtlar buluyordu. "Emek ve dil", diyordu, "insandan ve toplumdan daha yaşlıdır.
|