Epİstemolojİ (bİlgİ Teorİsİ)
Epistemoloji, bilgi elde etmenin ve bilgilerin doğruluğunu tahkik etmenin yöntemlerini araştıran felsefe dalıdır.
Ne(yi) biliyorum? Nasıl biliyorum? Epistemolojinin konusu, bu meseledir. Felsefenin diğer bütün dalları, bu meseleye bağlıdır; çünkü, nasıl bildiğimizi bilmeksizin, neyi kesin olarak bildiğimizi söyleyemeyiz. Bir şeyi kesin olarak bilmek yeteneğinden yoksun olmak: akıl yürütme, seçme ve davranma kapasitesinden yoksun olmak demektir. İşte; epistemoloji, "Nasıl?" sorusuna cevap vererek, "Ne?" sorusuna cevap veren özel bilimleri mümkün kılar.
İnsan, ne Alim-i Mutlak, ne de yanılmazdır. (Alim-i Mutlak: herşeyi bildiği varsayılan ilahi varlık.) Öyle olsaydı, epistemolojiye (bilgi teorisine) gerek olmazdı. Yani; insan bilgisi, otomatikman kazanılabilse, doğruluğu otomatikman kesin olabilse, içeriği otomatikman tam olabilse; bilgilenme yöntemlerinin keşfi diye bir zaruret olmazdı. Oysa, insan tabiatı böyle değildir. Algılama yeteneği otomatiktir; fakat, bu yetenek, hayatta insanca varkalmak için yetersizdir. Algılama düzeyinin ötesinde; insan bilinci, iradidir: bilgiyi, gayret göstererek edinir (gayret göstermezse edinmez); bilgiyi, doğru yürütmeyi öğrendiği bir akıl süreciyle elde eder (doğru yürütmeyi öğrenmemişse elde etmez). Tabiat, insana, zihni etkinlik konusunda hiçbir garanti vermez; insan, hata yapmaya, görmezden gelmeye, realite hakkındaki bilgisinde psikolojik tahrifat yapmaya muktedirdir. İnsan; doğuştan sahip olmadığı, tabiatınca kendisine otomatikman verilmiş olmayan bir bilgilenme yöntemini, kendisi keşfetmek zorundadır; yani, akli yeteneğini nasıl kullanacağını, muhakemesiyle vardığı sonuçların doğruluğunu nasıl tahkik edeceğini, hakikati yalandan nasıl ayırt edeceğini, neyi bilgi olarak kabul edebileceği kriterini nasıl tesbit edeceğini, kendisi keşfetmelidir. Yani, insan, bilgi dediği şeyi keşfetmek ve bu bilgilerin realiteye tekabül ettiğini isbat etmek zorundadır. Burada bazı sorular ortaya çıkmaktadır:
İnsan; bilgiyi, bir akıl süreciyle mi elde eder; yoksa, tabiat-üstü bir kuvvet, bilgiyi, ona, ani bir vahiyle mi bahşeder?
Akıl, insan duyularının sağladığı malzemeyi teşhis edip (kimliklendirip) bütünleştiren bir yetenek midir; yoksa, daha doğmadan önce insan zihnine ekilmiş fıtri (tabiattan, doğuştan) fikirlerle dolu bir depo mudur?
Akıl, realiteyi kavramakta tamamen yeterli midir; yoksa, insan, akıldan daha üstün herhangi bir kavrama yeteneğine mi sahiptir?
İnsan, bildiklerinden emin olabilir mi; yoksa, sürekli bir şüphe içinde bulunmaya mı mahkumdur?
Bu sorulara verilecek cevapların niteliği; bir insanın, kendine güven derecesini -dolayısiyle, realiteyle alışverişte bulunma işindeki başarısını- belirler. Rasyonel bir insan, bu soru setlerinden sadece birincilere olumlu cevap verecek ve neden böyle cevap verdiğini bilecektir. Epistemolojinin temel konusu, bu bölümde incelenecek olan kavramlardır. Epistemolojinin alanında olan önermeler ve lisan konuları, gerektiğinde değinilmiş olmakla birlikte, esasen epistemolojiye giriş mahiyetinde olan bu bölümün kapsamı dışında bırakılmıştır.
4.1 KAVRAMLAR
"Evrenseller meselesi" olarak da bilinen kavramlar konusu, felsefenin merkezi konusudur. Kavramsal şekilde kazanılıp muhafaza edildiğinden; insan bilgisinin doğruluğu, kavramların doğruluğuna bağlıdır. Fakat, kavramlar, soyutlamalardır veya evrensellerdir; oysa, insanın algıladığı her şey, somuttur. Soyutlamalar ve somutluklar arasındaki ilişki nedir? Kavramlar, realitede tam olarak neye işaret eder? Kavramlar, gerçek bir şeylere, varolan bir şeylere mi işaret ederler; yoksa, kavramlar, sadece insan zihninin icatları mıdır, keyfi yapılar mıdır veya bilgiyi temsil ettiği söylenemeyecek gevşek yaklaşıklıklar mıdır?
Tekrar edelim: bütün bilgi, kavramlar halindedir. Kavramlar; realitede bulunan bir şeye tekabül ediyorlarsa, bu kavramlar gerçektir; ve, böyle kavramlara sahip olan insanın bilgisi, realitede bir temele sahiptir; fakat, realitede bulunan bir şeye tekabül etmiyorlarsa, bu kavramlar gerçek değildir; ve, böyle kavramlara sahip olan insanın bilgisi, kendi hayal gücünün kurgularından başka bir şey değildir.
Kavramlar (soyutlamalar) ile somutluklar arasındaki ilişkiyi örneklendirmek için şu soruyu soralım: karşı kaldırımda yürüyen üç kişiyi, "insanlar" olarak düşündüğümüzde; bu "insanlar" terimiyle neye işaret ederiz? Bu üç kişi, üç ayrı bireydir; ve, bu insanlar, hiçbir eş karakteristiğe sahip olmayabilir. Sahip oldukları özel karakteristikleri tek tek sayıp listeleseniz, "insanlık" karakteristiğini temsil eden hiçbir karakteristik bulunmayacaktır. İnsanlarda "insanlık" nerededir? Realitede var olan hangi şey, zihnimizde varolan "insan" kavramına tekabül eder?
Felsefe tarihinde, bu konuyu izaha yönelik dört irrasyonel düşünce ekolü olagelmiştir:
1. "Aşırı realistler" veya Platonistler; soyutlamaların, realitenin başka bir boyutunda, gerçek varlıklar veya arktipler olarak mevcut olduğunu; algıladığımız somutlukların, başka boyuttaki bu varlıkların gayrı-mükemmel yansımaları olduğunu; algıladığımız somutlukların, önceden zihnimizde varolan soyutlamaları çağırdığını kabul ederler. (Plato'ya göre, algılanan somutluklar, daha doğmadan önce diğer boyuttayken bildiğimiz arktiplerin hatırasını zihinde uyandırır.)
2. "Ilımlı realistler" (ataları maalesef Aristo'dur); soyutlamaların, realitede mevcut olduğunu; fakat, onların, başka bir boyutta değil, somutluklar içinde, metafizik özler halinde bulunduğunu ve kavramlarımızın bu özlere işaret ettiğini kabul ederler.
3. "Nominalistler;" bütün fikirlerimizin, somutlukların zihnimizdeki izlerinden ibaret olduğunu; soyutlamaların, benzerliklere dayanarak keyfi olarak birarada düşünülen somutluk guruplarına verdiğimiz "isimler"den ibaret olduğunu kabul ederler.
4. "Kavramsalcılar;" soyutlamaların, realitede hiçbir temelinin olmadığı konusundaki nominalist görüşü paylaşırlar; fakat, kavramların, izler olarak değil, bir tür fikirler olarak zihnimizde varolduğunu varsayarlar.
(Bir de; modern, aşırı nominalist görüş vardır. Bu görüşe göre, mesele anlamsızdır; "realite" anlamsız bir terimdir; kavramlarımızın bir şeye tekabül edip etmediğini hiç bilemeyiz; bilgimiz, kelimelerden oluşur; kelimeler ise, keyfi sosyal konvansiyonlardır.)
Kavramlar meselesi için önerilen bu sözde "çözümler" ışığında, meselenin oldukça muğlak olduğu görünüyor. Halbuki; bu mesele, insanlığın en önemli meselesidir: bütün insan toplumlarının geleceği, bilgi ve ilerlemenin durup durmayacağı, her birey insan hayatının kaderi; bu meseleye bağlıdır. Kavramlar konusunda doğru bir görüşe sahip olmak, insani her çabadaki başarının ön şartıdır.
Kavramlar konusunda yanılmak, insan olarak tahrip olmak demektir. Çünkü: insan olmak, akıllı olmaktır; aklın temel fonksiyonu, kavramlaştırma yeteneğidir; dolayısiyle, insan bilincinin kavramsal düzeyinin sakatlanması, insan aklının -insanın asli karakteristiğinin, insanın- tahrip edilmesidir. Rönesans'ın; mistisizmi çürüten ve aklı yücelten etkisini yok etmek üzere; hemen Rönesans ertesinde doğmaya başlayan, Kant'la zirveye çıkan ve bugünün yerleşik felsefesi haline gelen neo-mistik, modern felsefelerin muazzam karmaşalarının, çelişkilerinin, iki tarafa çekilebilecek muğlaklıklarının ve rasyonalizasyonlarının asıl tabiatı: insanın kavramlaştırma yeteneğine karşı yöneltilmiş koordineli bir saldırıdır.
Epistemolojinin konusu, duyumlardan başlayıp kavramlara kadar uzanan bütün bilgilenme süreciyle ilgilidir. Duyumların geçerliğinden şüphe eden 'filozoflar' da çıkmıştır; oysa, bu tür şüphelerini ortaya koyarken dahi, duyumların geçerliğini varsaymışlar, bir anlamda isbat etmişlerdir; dolayısiyle, burada verilen epistemoloji, duyumların geçerliğini isbata gerek dahi görmeyip, kavramlar üzerinde yoğunlaşacaktır; fakat, hep hatırlanması gereken bir aksiyom vardır: mevcudiyet mevcuttur. Bu aksiyomun anlaşılması, bu aksiyomun sonucu (pareleli) olan iki aksiyomun anlaşılması demektir: 1. Birisinin algıladığı bir şey mevcuttur; 2. Bilince (yani, mevcut olanı algılama yeteneğine) sahip birisi mevcuttur.
"Mevcudiyet mevcuttur" aksiyomunun kabulünden çıkan sonuçları, başka deyişlerle ifade edecek olursak:
a) Şeyler, bilinçten bağımsız olarak mevcuttur; bilinç, ancak bilincinde olunan bir şey ve bilince sahip birisi varsa, söz konusudur.
b) Hiçbir şey mevcut değilse, hiçbir bilinç olamaz: bilincinde olunan bir şey olmadan varolan bir bilinç, terimlerde çelişkidir. Aynı şekilde, kendisinden başka hiçbir şeyin bilincinde olmayan bir bilinç, terimlerde çelişkidir: bilinç, kendisini bilinç olarak teşhis edebilmek için, önce bir şeyin bilincinde olmalıdır. Algılandığı iddia edilen şey, mevcut değilse, algılamayı yaptığı iddia edilen şey, bilinç değildir.
Bu aksiyomun anlaşılması ve kabulü; epistemolojinin, bütün bilgilerin temelidir.
4.1.1 İnsan Bilgisinin Yapı-taşı: Mevcut-şey kavramı
Bir haberdarlık durumu olan bilinç; pasif değil aktif bir durumdur ve iki asli fonksiyon görür: ayırt etmek ve bütünleştirmek.
İnsan bilinci, kronolojik olarak üç aşamada gelişir: duyumsal, algısal ve kavramsal aşamalar; fakat, epistemolojik olarak, bütün insan bilgisinin temeli, algısal aşamadır.
Duyumlar, insan hafızasında duyumlar olarak muhafaza edilmez; tamamen tecrit edilmiş, pür bir duyum yapmak da mümkün değildir. Bilindiği kadarıyla; yeni doğmuş bir bebeğin bütün duyumsadığı şey, -renklerden, seslerden, derisel stimuluslardan, kokulardan, tatlardan ibaret- karmakarışık bir kaostan ibarettir. Ayırt etmeye muktedir bir haberdarlık hali, sadece algısal düzeyde başlar.
Bir algı, yaşayan bir organizmanın beyni tarafından otomatik olarak tutulup bütünleştirilmiş bir gurup duyumdur. İnsan; duyu organlarının sağladığı verileri, algılar halinde kavrayarak realiteden haberdar olur. "Doğrudan (direkt) algılama" veya "doğrudan haberdarlık" dendiğinde kast edilen, algısal düzeydir. Bir bilinçlilik durumunda verili olan şey, kendiliğinden aşikar olan şey; duyumlar değil, algılardır. Duyumların, algıları oluşturan bir bileşen olduğunu bilebilmek; doğrudan mümkün değildir; bu bilgi, çok sonraları -bilimsel, kavramsal bir keşif olarak- elde edilir.
İnsan bilgisinin yapı-taşı, mevcut olan herhangi bir şeye işaret eden "mevcut-şey" kavramıdır. Varolan, varolmuş, varolacak her şey -şeyler, hususiyetler, hareketler vs- bu kavramın kapsamındadır. "Mevcut-şey" bir kavram olduğundan, kavramsal aşamaya erişilene kadar aşikaren (açıkça bilincinde olunarak) kavranamaz. Fakat; bu kavram, her algıda zımnen vardır (birşeyi algılamak, onun mevcut olduğunu algılamaktır) ve insan "mevcut-şey"i zımnen algılar; yani, "mevcut-şey" kavramı altında sonradan bütünleştireceği birimleri tek tek algılar. Bu zımni bilgi, bilincin daha üst düzeylere doğru gelişmesinin atlama tahtasıdır.
(Eğer bilinç, duyumsal düzeyde de ayırt etmeğe muktedirse; o ölçüde, "mevcut-şey" kavramının duyumsal düzeyde de zımnen varolduğundan bahsedilebilir. Bir önceki ve bir sonraki anlarda hiçbir şey duymamaktan farklı olarak; bir duyum, birşeyin duyulması demektir. Bir duyum, insana ne mevcut olduğunu söylemez; fakat, birşeyin mevcut olduğunu söyler.)
"Mevcut-şey" (zımni) kavramı, insan zihninde üç gelişme aşamasından geçer. Birinci aşama; çocuğun, nesnelerden, şeylerden haberdar olmaya başlamasıdır; bu aşama, "varlık" (zımni) kavramını, insana kazandırır. Birinci ile yakından ilgili ikinci aşama; çocuğun, spesifik, özel şeyleri tanıyabilmesi ve onları, algısal alanında bulunan diğer şeylerden ayırt edebilmesiyle kazandığı haberdarlık durumudur; bu aşama, "kimlik" (zımni) kavramını, insana kazandırır.
Üçüncü aşamada, insan; bu varlıkların kimliklerindeki benzerlik ve farklılıkları kavrayarak, onlar arasındaki ilişkiyi kavrar; bu aşamada, (zımni) kavram "varlık," (zımni) kavram "birim" haline dönüştürülür.
Bir çocuk, (sonradan "masalar" diye adlandıracağı) iki nesnenin birbirine benzediğini, fakat diğer dört nesneden ("sandalyeler") farklı olduğunu gözlemlerken; zihni, bu nesnelerin belirli bir hususiyeti (şekilleri) üzerinde odaklanmakta, sonra onları farklılıklarına göre tecrit etmekte ve daha sonra bu birimleri, benzerliklerine göre ayrı guruplar içinde bütünleştirmektedir.
Bu işlem, insan bilincinin kavramsal aşamasının girişidir, onun anahtarıdır. Varlıkları birimler halinde düşünme yeteneği, insana mahsus özel öğrenme yöntemidir; başka hiçbir varlık, buna muktedir değildir.
Bir birim, iki veya daha çok benzer üyeden ibaret bir gurubun, ayrı bir üyesi (bireyi) olarak düşünülen bir varlıktır. (İki elma, iki birimdir; iki metre kare toprak da, iki birimdir.) Burada dikkat edilecek husus şudur: "birim" kavramı, bir bilinç faaliyetiyle (bilincin seçici bir odaklanmışlığıyla, şeyleri belirli bir tarzda düşünmekle) doğmaktadır, bilinç tarafından keyfi olarak yaratılmış değildir; bu bilinç faaliyeti, bir bilincin, realitede gözlemlemiş olduğu hususiyetlere göre yaptığı bir kimlikleme veya sınıflamadır. Bu yöntem, birçok sınıflama ve çapraz-sınıflamaya imkan verir: şeyler, şekillerine veya renklerine veya büyüklüklerine veya atomik yapılarına vs. göre sınıflandırılabilir; fakat, sınıflandırmanın kriteri icat edilmez, realitede gözlemlenir. Böylece, "birim" kavramı, metafizik ile epistemoloji arasında bir köprü görevi yapar: birimler, bizatihi birimler olarak mevcut değildir; mevcut olan, şeylerin kendisidir; ama, birimler, bir bilincin, mevcudiyetinden haberdar olduğu belirli ilişkiler içinde varolduğunu mütalaa ettiği şeylerdir.
4.1.2 Ölçüm
(Zımni) kavram "birim"in elde edilmesiyle erişilen kavramsal öğrenme düzeyi, iki ilişkin alandan oluşur: kavramlaştırma alanı ve matematik alanı. Kavram-teşkili işlemi, büyük ölçüde, bir matematik işlemidir.
Matematik, ölçüm bilimidir. Kavram-teşkili işlemini incelemek için, ölçüm konusunu incelemek gerekir.
Ölçüm: bir birim olarak hizmet gören bir standart vasıtasıyla, niceliksel bir ilişkiyi tanıma işlemidir. Varlıklar (ve faaliyetleri) hususiyetleriyle (uzunluk, ağırlık, hız, vs.) ölçülür ve ölçüm standardı, sözkonusu hususiyeti temsil eden ve somut olarak belirlenmiş bir birimdir. Mesela; uzunluk, santimetre, metre, kilometre, vs. ile; hız, belirli bir zamanda katedilen mesafe ile ölçülür.
Şu husus önemlidir: herhangi bir verili standardın alınması seçime bağlıdır; fakat, bu standardı kullanmanın matematik kuralları sabittir. Uzunluğun inçle veya metreyle ölçülmesinde asli bir fark yoktur; standart, ölçüm işleminin özünü veya sonucunu (realitedeki ilişkinin ne olduğu bilgisini) değil, ifade tarzını belirler. Ölçüm standartı, üç şartı haiz olmalıdır: 1. sözkonusu hususiyeti temsil etmelidir (mesela, uzunluğu, kilo ile ölçmemelidir); 2. insan tarafından kolayca algılanabilir olmalıdır; 3. bir kere seçildikten sonra, kullanımı sırasında değişmez ve mutlak kalmalıdır.
Peki, ölçümün amacı nedir? Ölçüm işlemi, kolayca algılanabilir bir birimi, daha büyük veya daha küçük niceliklerle (matematik olarak sonsuz büyük veya sonsuz küçük niceliklerle) ilişkilendirebilme imkanını vermektedir; yani, ölçümün amacı, insan bilincinin (dolayısiyle, insan bilgisinin) menzilini, algısal düzeyin ötesine (yani, duyumlarının doğrudan gücünün ötesine, verili bir anda varolan somutluklar ötesine) uzatmaktır. İnsan, bir metrenin uzunluğunu kolayca algılayabilir; fakat, yüz kilometreyi algılayamaz. Bir metrenin, bir kilometreye olan ilişkisini tesis ederek, yeryüzündeki her mesafeyi kavrayabilir; kilometrenin, ışık-yılına olan ilişkisini tesis ederek, galaksilerin mesafelerini bilebilir.
Ölçüm işlemi, sınırsız ölçekteki bilgiyi, insanın sınırlı algısal tecrübelerine bütünleştirme işlemidir; evreni, -insan bilincinin menziline getirerek, evren ve insan ilişkisini tesis ederek- bilinir kılma işlemidir. İlk ölçüm teşebbüslerinde, insanların şeyleri hep kendisiyle ilişkilendirmiş olması bir tesadüf değildir. Mesela, ayağının uzunluğunu uzunluk birimi olarak almış ("feet" = "ayak"); on parmağından çıkarak onluk sayı sistemini bulmuştur.
4.1.3 Kavram-Teşkili
Bir kavram, spesifik bir(kaç) karakteristiğe göre tecrit edilmiş ve belirli bir tanım altında birleştirilmiş iki veya daha çok birimi temsil eden bir zihni bütünlüktür.
Tanımda söz konusu olan birimler, realitenin herhangi bir veçhesi olabilir: varlıklar, hususiyetler, faaliyetler, nitelikler, ilişkiler vs.; bu birimler, ya algısal somutlukluklar, ya da daha önceden teşkil edilmiş kavramlar olabilir. Tecrit işlemi, bir soyutlama işlemidir: zihnin,
-realitenin belirli bir veçhesini, diğer bütün veçhelerinin dışına çıkararak veya onlardan ayırarak- seçici bir şekilde kendisini odaklamasıdır (mesela, belirli bir hususiyetin, bu hususiyete sahip olan varlıklardan veya belirli bir faaliyetin, bu faaliyeti yapan varlıklardan tecrit edilmesidir).
Tanımda söz konusu olan "birleştirme" işlemi, basit bir toplama değil, bir bütünleştirme işlemidir; yani, bu kavrama konu olan birimlerin tek, yeni bir zihni varlık haline getirilmesi ve sonra tek bir düşünce birimi halinde kullanılmasıdır (fakat, bu düşünce birimi, gerektiğinde bileşen birimlerine de bölünebilir).
Bir kavram tarafından bütünleştirilen muazzam topluluk; tek bir birim olarak kullanılabilmek üzere, tek, spesifik, algısal bir somut şekle sokulmalıdır ki, bu topluluk, diğer somutluklardan ve diğer bütün kavramlardan ayırt edilebilsin. Bu işlem, lisanın fonksiyonudur. Lisan: kavramları, zihni-somutluklara dönüştürme psiko-epistemolojik fonksiyonunu yapan görsel-işitsel bir semboller sistemidir. (Psiko-epistemoloji: insanın öğrenme süreçlerinin, bilinçli zihin ile bilinç-altının otomatik fonksiyonları arasındaki etkileşim açısından incelenmesidir.) Lisan, kavramların aletidir; lisan, sadece kavramlara ait bir sahadır. Kullandığımız her kelime (özel isimler hariç) bir kavramı temsil eder; yani, sınırsız sayıda belirli bir tür somutluk (şey, hususiyet, ilişki, vs.) yerine geçer.
Kelimeler, kavramları, (zihni) varlıklar haline dönüştürür; tanımlar, kavramlara kimlik kazandırır. (Tanımsız kelimeler, lisan değil, anlamsız seslerdir.)
Birincil olan (doğrudan algılanan) yegane mevcut-şeyler, varlıklardır; dolayısiyle, insanların teşkil ettiği ilk kavramlar, varlıkları temsil eden kavramlardır. (Hususiyetler, kendi kendilerine mevcut değildir; bunlar, sadece varlıkların karakteristikleridir; mesela, hareketler, varlıkların hareketleridir; ilişkiler, varlıklar arasındaki ilişkilerdir.) Bir çocuk, "hareket" kavramından; önceleri sadece algısal olarak haberdar olur: "hareket"i kavramlaştırmak için, hareket eden bir şey -varlıklar- kavramını oluşturmuş olmalıdır.
En basit kavramın (yani, tek bir hususiyetin kavramının) nasıl teşkil edildiğini inceleyelim -mesela "uzunluk" kavramının. (Kronolojik olarak bu kavram, bir çocuğun ilk kavradığı kavram değildir; fakat, bir tek hususiyete işaret etmesi bakımından, epistemolojik olarak en basittir.) Bir çocuk; bir kalem, bir mum ve bir kibrit çöpüne bakarken; uzunluğun, bu nesnelerde ortak bir hususiyet olduğunu, fakat bu nesnelerin spesifik uzunluklarının farklı olduğunu gözlemler. Fark, bir ölçüm farkıdır. Çocuğun zihni, uzunluk kavramını teşkil ederken, bu ortak hususiyeti alır ve onun her bir nesnedeki spesifik ölçümünü dışarıda bırakır. Veya, bu işlemi sözle tasvir ederek daha kesin terimlerle ifade edersek: "Uzunluk, bir miktar varolmalı; fakat, herhangi bir miktar varolabilir. Ben, buna sahip olan herhangi bir (mevcut) şeyin -ilgili bir birim vasıtasıyla nicelikce ilişkilendirilebilir- bu hususiyetini, nicelik belirtmeksizin 'uzunluk' diye kimliklendireceğim."
Elbette, çocuk bu kelimelerle düşünmez (henüz, kelimelerle ilgili hiçbir bilgisi yoktur); fakat, zihnin kelimesiz olarak icra ettiği işlemin tabiatı budur. Bir parça ipe, bir kurdeleye, bir koridora baktığında; uzunluk hususiyetini teşhis etmek için kullandığı "uzunluk" kavramı, böyle bir işlemle teşkil edilmiştir.
Aynı prensip, varlık kavramlarının (mesela, "masa" kavramının) teşkili işlemini de yönetir. Çocuk zihni; iki veya daha fazla masayı diğer nesnelerden tecrit etmek için, bu masaların ayırt edici karakteristiği üzerinde odaklanır: şekilleri. Gözlemler ki, şekilleri değişiktir; fakat, ortak bir karakteristikleri vardır: düz, ufki bir yüzey ve ayak(lar). "Masa" kavramını teşkil ederken, bu karakteristiği alır ve bütün özel ölçümleri (sadece şekille ilgili ölçümleri değil, daha bir çoğunu bilmediği diğer bütün masa karakteristiklerini) dışarıda bırakır.
Yetişkin bir insanın, "masa" tanımı, şöyle olurdu: "Daha küçük başka nesneleri üzerinde bulundurmak için kullanılan, düz, ufki bir yüzeyden ve ayak(lar)dan ibaret, insan-yapısı bir nesne." Bu tanımda neyin belirtilip neyin dışarıda bırakılmış olduğunu inceleyelim: şekille ilgili ayırt edici karakteristik belirtilmiş ve alınmıştır; şekille ilgili özel geometrik ölçümler (yüzeyin, kare, yuvarlak, üçgen, elips, vs. olduğu, ayakların sayısı ve şekli, vs.) dışarıda bırakılmıştır; büyüklük veya ağırlıkla ilgili ölçümler dışarıda bırakılmıştır; maddi bir nesne olduğu belirtilmiştir, fakat hangi maddeden olduğu (böylece, bu maddeyi başkalarından ayırt eden ölçümler) dışarıda bırakılmıştır; vs. Fakat, masanın kullanım amacıyla ilgili mülahazalar, dışarıda bırakılan ölçümlere ("şu yükseklikten daha fazla veya daha küçük olmamalı" şeklinde) belirli sınırlar koyar. Beş santimlik masayı bir oyuncak veya minyatür masa olarak sınıflamak bazan kabil olsa bile; konulan bu sınırlar, dört metre veya beş santim yüksekliğindeki masaları ve katı-olmayan maddelerden yapılmış masaları kapsam dışı tutar.
Asla unutulmaması gereken birşey vardır: "Ölçümlerin dışarıda bırakılması" bu ölçümlerin gayri-mevcut olarak kabul edilmesi demek değildir; sadece, ölçümler mevcuttur, fakat belirtilmemiştir demektir. Ölçümlerin mevcut olmak zorunda oluşu, işlemin asli bir parçasıdır. Prensip: ilgili ölçümler, bir miktar (nicelikte) mevcut olmalı, fakat herhangi bir miktar (nicelikte) mevcut olabilir.
Bir çocuk, "masa" kavramını teşkil ederken, bu işlemdeki bütün bu karmaşıklığın farkında değildir; olmak zorunda da değildir. Masaları, bilgisinin bağlamı dahilinde, diğer bütün nesnelerden ayırt ederek bu kavramı teşkil eder. Bilgisi büyüdükçe, kavramlarının tanımlarının karmaşıklığı da büyür. Fakat, kavram teşkilinin prensip ve aşamaları aynı kalır.
Bir çocuğun öğrendiği ilk kelimeler, görsel nesneleri temsil eden kelimelerdir; ve, çocuk, ilk kavramlarını, görsel olarak muhafaza eder. Bu kavramlara verdiği görsel şekil, belirli tür varlıkları diğer hepsinden ayırt eden, asli karakteristiklere indirgenmiştir -mesela, bir çocuğun insan çizerken kullandığı evrensel şekil: gövde için bir elips, baş için bir daire, kol ve bacaklar için dört çubuk, vs.dir. Bu çizimler, -algısal aşamadan, kavramsal aşamaya doğru geçiş halindeki bir zihindeki- soyutlama ve kavram-teşkili sürecinin görsel bir kayıtıdır.
Yazılı lisanın, resim çizimleri halinde ortaya çıktığını varsaymak için -Oryantal insanların resimsi yazı sistemleri gibi- bazı deliller vardır. İnsan bilgisinin ve soyutlama gücünün büyümesiyle; kavramların resimsi tasviri, insanın kavramsal menzilinin ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalmış ve resimsi yazı sistemleri, tamamen sembolik olan sistemlerle değiştirilmiştir.
Ölçüm ögesini de içine alan yeni bir tanım yapacak olursak: Bir kavram, aynı ayırt edici bir(kaç) karakteristiğe, herhangi bir ölçüde sahip olan iki veya daha çok birimi temsil eden bir zihni bütünlüktür.
Her kavramın teşkilinde benzerlik ögesi, hayati bir görev yapar; bu bağlamda, benzerlik, aynı ayırt edici bir(kaç) karakteristiğe, herhangi bir miktarda (ölçüde, derecede) sahip olan iki veya daha çok mevcut-şey arasındaki ilişkidir.
Ölçüm, kavram-teşkili sürecinin, iki asli bölümünde (ayırt etmek ve bütünleştirmek) de rol oynamaktadır. Kavramlar, rasgele teşkil edilemez. Bütün kavramlar, önce iki veya daha çok mevcut-şeyi diğer şeylerden ayırt ederek teşkil edilir. Bütün kavramsal ayırt edişler, aynı birimle ölçülebilir karakteristikler yoluyla yapılır. Mesela, uzun nesneleri, yeşil nesnelerden ayırt eden bir kavram teşkil edilemez. Aynı birimle ölçülemeyen karakteristikler, bir birim altında bütünleştirilemez.
Benzerlik, algısal olarak kavranır; benzerliği gözlemleyen insan, benzerlik olgusunun bir ölçüm meselesi olduğundan haberdar değildir, haberdar olmak zorunda da değildir. Bu olguyu anlamak felsefenin ve bilimin görevidir.
Kavram teşkilinin ayırt etme aşamasındaki zımni ölçümün ilginç örneklerinden birini, renk kavramlarının teşkilinde görürüz. İnsanlar, mavinin çeşitli tonlarının, kırmızının çeşitli tonlarından farklı olduğunu gözlemlemişler ve onlar için, "mavi" ve "kırmızı" olarak iki değişik kavram bulmuşlardır. Oysa, ancak yüzyıllar sonra; bilim, renklerin ölçülebileceği birimi keşfetti: dalga-boyu.
Aynı birimle ölçülebilen bir karakteristik (masalarda şekil, renklerde ton gibi), kavram-teşkili sürecinin asli bir ögesidir. Buna "Kavramsal Asgari Müşterek" ismini verip, şöyle tanımlayacağız: "Kavramsal Asgari Müşterek," insanların iki veya daha çok mevcut-şeyi, diğer mevcut-şeylerden ayırt etmekte kullandığı, belirli bir ölçü birimine indirgenebilen karakteristik(ler)dir.
Bir kavramın ayırt edici karakteristik(ler)i, ilgili "Kavramsal Asgari Müşterek" dahilindeki belirli bir ölçümler kategorisini temsil eder. (Bu konu ileride tartışılacaktır.)
Daha önce teşkil edilmiş kavramlar; daha geniş kategorilere bütünleştirilerek veya daha dar kategorilere bölünerek, yeni kavramlar teşkil edilebilir. Fakat, bütün kavramlar, nihai olarak, algısal varlıklardaki köküne -yani, insanın bilgisel gelişmesinin verili temeline- indirgenebilir.
"Birim" kavramı, hem kavramlaştırma, hem de matematik alanlarının temeli ve başlangıç noktasıdır; ayrıca, bu iki alan arasındaki iki bağlantıya dikkat edilmelidir:
1. Bir kavram, bu kavram altında düşünülen her somut şeyin gözlemlenmesiyle teşkil edilmez. Aritmetikte (eksi sonsuzdan artı sonsuza) kullanılan bir sayı dizisi gibi; bir kavram da, her iki yönü açık bir dizidir ve bu kavram altına giren özel tür birimlerin hepsini içerir. Mesela, "insan" kavramı, halen yaşayan, geçmişte yaşamış, gelecekte yaşayacak bütün insanları içerir.
2. Kavram-teşkilinin temel prensibi (dışarıda bırakılan ölçümler, bir miktar mevcut olmalı, fakat herhangi bir miktar mevcut olabilir) cebirin temel prensibine eşdeğerdir: cebir sembolleri bir sayısal değer taşımalıdır, fakat bu, herhangi bir değer olabilir.
Bu iki bağlantı anlamında, algısal haberdarlık, bilincin aritmetiğidir; kavramsal haberdarlık, bilincin cebiridir.
Kavramların, altlarındaki ögelerle olan ilişkisi, cebir sembollerinin sayılarla olan ilişkisiyle aynıdır. Mesela, "2a = a + a" eşitliğinde, "a" sembolünün bir sayısal değeri olmalıdır; fakat, bu, herhangi bir sayısal değer olabilir; ve, bu değer ne olursa olsun eşitliğin gerçek oluşu değişmez. Mesela, (2 x 5 = 5 + 5)'dir; veya, (2 x 8.000.000 = 8.000.000 + 8.000.000)'dur. Aynı tarzda, aynı psiko-epistemolojik yöntemle; bir kavram, altındaki birimlerin oluşturduğu aritmetik dizi içindeki (birinci birim, ikinci birim, vs.) herhangi bir birim yerine geçen bir cebir sembolü gibi kullanılır.
İnsanlarda "insanlık" bulamadıkları için kavramların geçersizliğini göstermeğe girişen sözde filozoflardan; 5 veya 8.000.000'da "a-lık" bulamayacakları için, cebirin geçersizliğini göstermesi istenmelidir.
4.1.4 Soyutlamalardan Yapılan Soyutlamalar
İnsan bilincinin kavramsal gelişimi, algısal somutlukları kimliklendiren kavramlardan başlayan bir temelden hareketle, iki istikamette ilerler. Birbiriyle her zaman etkileşimde olan bu istikametlerden biri, daha geniş bilgiye giderken, diğeri, daha derin bilgiye gider; biri, daha geniş bütünleştirmeler yaparken, diğeri daha kesin ayrımlar yapar. Bu süreç içinde, daha önce teşkil edilmiş kavramlar, bilgisel delillere uygun olarak daha geniş kavramlara bütünleştirilir veya daha dar kavramlara bölünür.
Lisanın rolü, bu noktada tekrar hatırlanmalıdır. Kavram-teşkili süreci, ayırt etme aşamasını takip eden bütünleştirme aşamasıyla tamamlanır ve kavram altındaki birimleri temsil etmek üzere, zihni bir birim teşkil edilir ve bu birim, bir kelime ile algısal bir somutluğa kavuşturulur, kimliklendirilir. Bu anlamda, lisanın fonksiyonu, kelimeler yoluyla kavramları sembolize etmektir.
Bir çocuk, karşısındaki realitenin her yönünü gözlemleyerek her kavramı kendi oluşturmak zorunda değildir: bazı kavramlar, kendisine o kavramı temsil eden kelime yoluyla öğretilebilir; fakat, yine de, bu kelimenin anlamını kavramak için, bu kelimenin temsil ettiği kavramın altındaki algısal somutlukları ayırt etme ve (kendisine verilen kelime içinde) bütünleştirme işlemini yapmak zorundadır.
Konuşmayı öğrenmek sesleri ezberlemekten ibaret değildir; bu, papağanların "konuşma"yı öğrenme tarzıdır. Öğrenmek, anlamları kavramak (kelimelerle kastedileni, yani kelimenin realitede neye işaret ettiğini kavramak) demektir. Bu anlamda, kelimeleri öğrenmek, çocuğun zihni gelişmesinde paha biçilmez bir hızlandırıcıdır; fakat, kelime öğrenmek, kavram-teşkili işlemi yerine bir ikame değildir; kavram-teşkiline ikame olabilecek hiçbir şey yoktur.
Çocuğun tek tek kelimeler öğrendiği aşamada, yeni kelimeleri hangi sırayla öğrendiği önemli değildir; yeter ki, anlamlarını bilsin. Çocuğun, tam ve bağımsız kavramsal gelişmesi, cümle kurabilmeye (düşünebilmeye) yeterli olacak bir sözlük elde edince, ancak başlar; ve, çocuk, bu aşamada o ana kadar rasgele olan kavramsal teçhizatına yavaş yavaş düzen getirmeye başlar. Bu aşamaya kadarki dönemde, kavramlarının işaret ettiği şeyleri; algısal, çoğunlukla görsel bir tarzda zihninde muhafaza etmiştir. Çocuğun kavramsal zinciri, algısal somutluklardan gittikçe uzaklaştıkça, sözlü tanımlar hayati bir mesele halinde ortaya çıkar. İşte bu noktada kıyamet kopar.
Çocuğun büyüklerinden çoğunun eğitim yöntemlerinin, çocuğun kavramsal gelişmesini engeller nitelikte olduğu olgusu bir yana; çocuğun kendi seçeneği ve motivasyonu da bu noktada hayatidir. Kavramsal aşamaya gelmiş bir çocuğun, yeni kelimeler öğrenmesinde birçok değişik yol vardır. Bir kısmı (çok küçük bir azınlık) aynı yöntemle ilerlemeye devam eder: kelimelere, kavram muamelesi yapar; öğrendiği her kelimenin -kendi bilgisinin bağlamı dahilinde- tam anlamını, sarih bir şekilde, birinci-elden bir kavrayışla anlamaya çalışır; kavramlarını, realitenin olgularına bağlantılayan zincirde en ufak bir kopmaya izin vermez. İkinci bir kısmı, yaklaşıklıklar yoluyla ilerler; bu yolun her aşamasında sis derinleşir, "Ne demek istediğimi biliyor gibiyim galiba" duygusu kelimelerin kullanımındaki rehber olur. Üçüncü bir kısmı, öğrenmeyi bırakıp taklide başlar; anlamak yerine ezberler; bir papağanın psiko-epistemolojisine sahipmişcesine, kavramları veya kelimeleri öğrenmek yerine, ses dizilerini öğrenir ki, bu ses dizileri, realitedeki olgulara değil, büyüklerin yüz ifadelerine veya duygusal yalpalanmalarına tekabül eder. Dördüncü bir kısmı (ve kahir çoğunluğu) diğer üç yöntemin rasgele bir karışımını benimser.
Fakat; bazı insanların kavramları nasıl öğrendiği sorusu ile kavramların ne olduğu sorusu, iki farklı meseledir. Kavramların tabiatını ve soyutlamalardan yapılan soyutlamaları mülahaza altına alırken, kavram-teşkili sürecini ifa etmeğe muktedir bir zihin varsaymak gerekir. Aynı zamanda; bir kavramı, anlamsız bir ses olarak ağzından çıkaran ne kadar çok sayıda insan olursa olsun, belirli bir insanın, belirli bir zamanda bu kavramı teşkil etmiş olduğu hatırlanmalıdır.
Kavramların daha geniş kavramlara bütünleştirilmesinin ilk aşamaları, oldukça basittir; çünkü, bunlar hala algısal somutluklara işaret eder. Mesela, "masa," "sandalye" gibi kavramlarla işaret edilen bazı nesnelerin belirli benzerliklere sahip olduğu, fakat bu şeylerin "kapı," "pencere" gibi kavramlarla işaret edilen nesnelerden farklı olduğu gözlemlenir ve birinciler "mobilya" denen daha geniş bir kavram altında bütünleştirilir. Bu süreçte, kavramlar ("masa" ve "sandalye") birimler olarak hizmet görür ve epistemolojik olarak herbiri tek bir (zihni) somutlukmuş gibi ele alınır; fakat, metafizik olarak (realitede) her birimin, sınırsız sayıda o tür somut şeyi temsil ettiği daima hatırlanır.
Bu birimlerin ayırt edici karakteristikleri, şekille ilgili ölçümleridir (mesela, masa ile ilgili olarak, "düz, ufki bir yüzey ve ayak(lar)"). Yeni kavramın altındaki kavramların ayırt edici karakteristiklerinin, yeni kavramla olan ilişkisi; "masa" kavramı teşkil edilirken bireysel masa-şekli ölçümlerinin, "masa" kavramına ilişkisi gibidir: nasıl ki, "masa" kavramı teşkil edilirken, bireysel masa şekilleri dışarıda bırakılmış, fakat onların herhangi bir şekle sahip olmak zorunda olduğu kabul edilmişse; aynı şekilde, bir parça mobilyanın da bir şekle sahip olmak zorunda olduğu, fakat "mobilya" denen yeni kavram altındaki değişik birimlerden herhangi birini karakterize eden herhangi bir şekle sahip olabileceği kabul edilir.
Yeni kavramın ayırt edici karakteristiği, bu kavram altındaki birimlerin de içinde bulunduğu daha büyük gurup nesnelerin tabiatı tarafından (yani, onların "Kavramsal Asgari Müştereği" tarafından) belirlenir; ki, "mobilya" kavramında, bu gurup: bir insan barınağı içindeki büyük nesnelerdir. Yetişkin bir insanın "mobilya" tanımı şöyle olurdu: "İnsan gövdesinin ağırlığını taşıyabilen veya başka daha küçük nesneleri taşıyabilen ve/veya saklayabilen, bir insan barınağında kullanılmak üzere yapılmış, taşınabilir, insan-yapısı nesnelerdir." Bu tanım; mobilyayı, kapı veya pencere gibi mimari kısımlardan; duvar resmi, perde gibi süs eşyalarından; kül tablası, tabak-çanak gibi daha birçok küçük eşyadan ayırır.
"Mobilya"nın ayırt edici karakteristikleri: belirli bir dizi fonksiyonları, belirli bir yerde görüyor olmasıdır; ki, her iki karakteristik de ölçülebilir: "mobilya" bir insan barınağına konamayacak kadar büyük olamaz, belirlenmiş fonksiyonları yapamayacak kadar küçük olamaz, vs.
"Mobilya" kavramının, bu kavram altındaki birimlere nazaran, algısal realiteden bir adım daha uzaklaştığını müşahade ediniz. "Masa" bir soyutlamadır; çünkü, bu kavram, sadece belirli bir masaya değil, herhangi bir masaya işaret eder; fakat, bu kavramın anlamı, bir-iki maddi masa (algısal nesne) göstermek suretiyle kolayca nakledilebilir. Fakat, "mobilya" diye algısal bir nesne yoktur; sadece, masalar, sandalyeler, vs. vardır. "Mobilya"nın anlamı, önce bu kavram altındaki kavramların anlamı bilinmeksizin kavranamaz; "masa," "sandalye" gibi bu kavramlar, "mobilya" kavramının realiteyle bağlantısıdır. (Bu, kavramların hiyerarşik bir yapıya sahip olduğunu -sınırsız bir kavramlar zincirinin alt seviyelerinde- gösteren bir örnektir.)
Aynı zamanda, "mobilya" kavramının başka bir kavramla olan ilişkisini müşahade ediniz: "barınak" kavramı; ki, bu kavram, "mobilya" kavramı altında olan bir birim değildir; ama, "mobilya"nın anlamını kavramak için önce bu kavram anlaşılmalıdır. Kavramlar arasındaki bu tür ilişkileşim; kavram-teşkili düzeyi, algısal somutluklardan uzaklaştıkça, giderek daha karmaşıklaşır.
Şimdi, "masa" kavramını bölme işlemini inceleyelim. İnsan; çeşitli masaların büyüklük ve fonksiyonlarını gözlemleyerek; "masa" kavramını, "yemek masası," "mutfak masası," "kahve masası (sehpa)," "sıra," vs. gibi yeni kavramlara böler. İlk üç durumda, masanın ayırt edici karakteristiği olan şekil, alınır ve ayırt etme işi tamamen bir ölçüm meselesi haline gelir: kullanım alanının -"masa" kavramına nazaran- daraltılmış olmasıyla uygunluk halinde, şekille ilgili ölçümlerin kapsamı da daraltılmıştır. (Kahve masaları, yemek masalarından daha alçak ve daha küçüktür; mutfak masaları, kahve masalarından daha büyüktür, fakat yemek masalarından daha küçüktür; vs.) "Sıra" durumunda ise; "masa"nın ayırt edici karakteristiği alınmış, fakat yeni bir unsurla birleştirilmiştir: bir "sıra," kırtasiye malzemelerini koyacak gözleri (çekmeceleri, kapak-altı, vs.) olan bir masadır. İlk üç durumda, gerçekten yeni kavramlar yoktur; yapılan şey, "masa" kavramının nitelenmesidir. "Sıra" ise, ayırt edici karakteristiğinde önemli bir farklılık arz eder; ilave bir ölçümler kategorisi gerektirir ve yeni bir lisan sembolü ("sıra") türettirir. ("Sıra" yerine, "dershane masası" veya "çalışma masası" denmiş olsaydı veya "masa"nın diğer alt-kategorilerinin her biri için yeni kelimeler darp edilmiş olsaydı dahi, kavram-teşkili süreci açısından bir fark olmazdı. Fakat, örneğimizdeki gibi olmalarında, -daha sonra "Kavramların Bilgilenmedeki Rolü" bahsinde tartışacağımız- epistemolojik bir sebep vardır.)
Kavramlar, daha geniş bir kavram altında bütünleştirildiklerinde; yeni kavram, altındaki birimlerin bütün karakteristiklerini ihtiva eder; fakat, bu birimlerin ayırt edici karakteristikleri, yeni kavramın teşkili esnasında, dışarıda bırakılan ölçümler olarak işlem görür; ve, yeni kavram altındaki birimlerin ortak karakteristiklerinden bir tanesi, -bu birimleri, diğer mevcut-şeylerden ayırt eden "Kavramsal Asgari Müşterek"- yeni kavramın ayırt edici karakteristiğini belirler.
Bir kavram, daha dar kavramlara bölündüğünde, bölünen kavramın ayırt edici karakteristiği, yeni kavramların "Kavramsal Asgari Müştereği" olur; ve, yeni kavramlardan her birinin ayırt edici karakteristiği; ya geniş kavram içinde belirlenmiş ölçümler yelpazesinde daha dar bir alana sahip olmakla veya ilave bir karakteristik(ler)le birleştirilmiş olmakla belirlenir.
Bu iki prensibi, başka bir örnekte devreye sokalım: "insan" kavramının, dallandırılması.
Belirli bir gelişme düzeyine erişmiş bir çocuğun; insanı, diğer varlıklardan ayırt etmekte kullandığı, ayırt edici karakteristik: insanın özel tip bilincidir. "Kedi," "Köpek," "At," "Kuş" arasındaki benzerlikleri gözlemleyerek, onları diğer varlıklardan ayırt eden çocuk; bu kavramları, daha geniş bir kavram olan "hayvan"a bütünleştirir ve daha sonra, "insan"ı da bu geniş kavram içine alır. "Hayvan"ın tanımı (genel terimlerle) şöyle olacaktır: "Bilinç ve yer değiştirebilme yeteneklerine sahip, canlı bir varlık."
İnsanın ayırt edici karakteristiği, yani onun rasyonellik yeteneği, "hayvan" tanımının dışında bırakılmıştır; çünkü, prensibe göre: bir hayvan bir tür bilince sahip olmalıdır, fakat yeni kavram ("hayvan") altındaki çeşitli birimleri karakterize eden bilinçlerden herhangi bir türüne sahip olabilir. (Bir bilinci, diğerinden ayırt eden ölçü standardı, bu bilincin menzilidir.)
Yeni kavramın ayırt edici karakteristikleri, bu kavram altındaki bütün birimlerin sahip olduğu karakteristiklerdir (bu birimlerin "Kavramsal Asgari Müştereği"dir): "yaşıyor olma" hususiyeti ve "bilinç ve yer değiştirebilme" yetenekleri.
Daha ileri bilgiyle, hayvanlar, bitkiler ve bazı mikroskobik varlıklar arasındaki benzerlikleri (ve onların cansız nesnelerden farklılığını) gözlemleyen insan; bunları, "organizma" kavramına bütünleştirir. "Organizma"nın tanımı (genel terimlerle) şöyle olacaktır: "İçsel olarak faaliyet üretme, metabolizma yoluyla büyüme ve üreyerek çoğalma kapasitesilerine sahip bir varlık."
Yeni kavramın ayırt edici karakteristiklerine, altındaki birimlerin hepsi sahiptir. "Hayvan"ın ayırt edici karakteristikleri, tanımın dışında tutulmuştur; çünkü, prensibe göre: "içsel olarak faaliyet üretme" yeteneği, bir şekilde mevcut olmalıdır, fakat yeni kavram altındaki birimleri karakterize eden herhangi bir şekilde mevcut olabilir.
Bilgi daha geliştikçe, "hayvan" gibi çok geniş bir kavram, "memeliler," "kurbağalar," "balıklar," "kuşlar," vs. gibi yeni kavramlara bölünür. Bunların her biri, daha dar kategorilere bölünür ilah. Kavram-teşkili prensibi aynı kalır: "hayvan" kavramının ayırt edici karakteristikleri ("bilinçlilik ve yer değiştirebilme" yetenekleri) bu alt-bölümlerin "Kavramsal Asgari Müştereği"dir; yeni kavramların her biri, bu müştereğe sahip olurken, başka (anatomik ve fizyolojik) karakteristiklerin ilavesiyle özel kimliklerine sahip olurlar.
(Bu kavramların teşkilindeki kronolojik sıra değişebilir. Mesela, bir çocuk, önce uygun somutlukları, "hayvan," "kuş," "balık" kavramları altında bütünleştirebilir ve daha sonra "hayvan"la ilgili bilgisini geliştirerek onları daha geniş bir kavrama bütünleştirebilir. Fakat, kullanılan prensipler ve karakteristikleri ayırt ederken yapılan seçimler, -aynı bilgilere sahip olunduğu sürece- aynıdır.)
"İnsan" kavramıyla ilgili dallandırmalarda da bu prensiplerin tatbikatını kolayca görmek mümkündür. Zaman ölçümüne (yaşanmış olan yıllara) göre ("çocuk," "genç," "orta-yaşlı," "ihtiyar," vs.); veya, anatomik farklılıklara göre ("siyah," "beyaz," vs.); veya, milliyete (siyasi-coğrafi ayrıma) göre ("İngiliz," "Fransız," vs.); veya, mesleklere göre ("doktor," "mühendis," vs); veya, özel ilişkiye göre ("ana," "çocuk," "baba," vs.) yapılmış bütün bölümlerde, "insan"ın ayırt edici karakteristiği olan "rasyonel hayvan"lık alınır; fakat, her yeni dar kavram teşkil edilirken "insan" kavramı içinde söz konusu olan ölçüm kategorilerinden belirli bir daraltılmış alan seçilir.
Soyutlamaların bilgisel içeriği ile ilgili iki hususa burada dikkat etmek gerekir:
1. Daha geniş kavramların teşkili (veya öğrenilmesi) geniş kavram
altındaki kavramların herhangi birinin gerektirdiğinden daha geniş bilgi (yani, daha geniş bir kavramsal deliller manzumesi) gerektirir. Mesela, "hayvan" kavramı, "insan" kavramından daha geniş bilgi gerektirir; çünkü, "hayvan" kavramı, insanla ilgili bilgiye ilaveten diğer türlerden bazılarına ait bilgiler de gerektirir. Hem insanların, hem de hayvanların karakteristikleri hakkında yeterli bilgiye sahip olunmalıdır ki: insan ve diğer hayvanlar arasında ayrım yapılabilsin; hayvanlarla, bitkiler veya cansız nesneler arasında ayrım yapılabilsin.
Kavram genişledikçe, -geniş kavramın ayırt edici karakteristiği, altındaki kavramların ayırt edici karakteristiklerinden daha genel oluşu yüzünden- geniş kavramın bilgisel içeriğinin azaldığının zannedilmesi, bu bağlamda düşülen genel bir yanılgıdır. Yanılgının sebebi; bir kavramın, o kavramın ayırt edici karakteristiği ile özdeş görülmesidir. Fakat, doğrusu şudur ki: soyutlamalardan soyutlamalar yapan bir insan, söz konusu birimlerin diğer karakteristiklerini ve bu birimlerin, içlerinden ayırt edildikleri diğer mevcut-şeylerin karakteristiklerini bilmeksizin, hangi karakteristiğin ayırt edici olduğunu bilemez.
"İnsan" kavramı, sadece "rasyonel yetenek"ten ibaret değildir; öyle olsaydı, "insan" ve "rasyonel yetenek" eşdeğer olurdu ve birbiri yerine kullanılabilirdi. "İnsan" kavramı, insanın bütün karakteristiklerini kapsar; "rasyonel yetenek," "insan" kavramının ayırt edici karakteristiğidir.
Yukarıdaki yanılgıya düşmek; insanın, kavramları, onların tanımlarını ezberleyerek öğrendiği (bir papağanın epistemolojisine sahip olduğu) varsayımını taşımakla mümkündür. Bir kavramı anlamak, bu kavramın teşkil edildiği süreci anlamak demektir. Bu süreci anlamak ise, geniş kavram altındaki birimlerden hiç değilse bazılarını anlamak (dolayısiyle, bu kavramla ilgili anlayışımızı, realitedeki olgulara bağlantılandırabilmek) demektir.
Nasıl ki, kavramların geniş kavramlara bütünleştirilmesi, daha geniş bir bilgi gerektiriyorsa; onların, daha dar kavramlara bölünmesi de, daha derin bir bilgi gerektirir. Mesela, "baba" kavramı, "insan" kavramından daha derin bilgi gerektirir; çünkü, "baba" kavramını anlamak için: insanla ilgili, üreme fonksiyonuyla ilgili ve bu konudaki sosyal bağlantılarla ilgili bilgiye sahip olmak gerekir.
2. Bir kavramın teşkili; insana, sadece müşahade ettiği somutlukları tanımasını değil, o çeşitten olan ve gelecekte karşılaşabileceği somutlukların hepsini tanımasını sağlar. Böylece, "insan" kavramını teşkil ettiğinde veya bunu kavradığında; rasladığı her kişiyi, sıfırdan başlayarak inceleyeceği yeni bir fenomen olarak ele almak zorunda kalmaz: onu, "insan" olarak tanır ve insan hakkında sahip olduğu bilgiyi o kişiye tatbik ederek, onun hakkında muazzam bir bilgiyi, tekrar gayret göstermeksizin bilincinin menziline getirerek enerji tasarruf ederek, o insanın özel karakterini tanıma işinde yoğunlaşabilir; yani, o bireyin karakteristiklerini -yani, "insan" kavramınca tesis edilen ölçümler kategorisi dahilindeki, o insana özgü bireysel ölçümleri- inceleme işini en az gayretle gerçekleştirir.
Görülüyor ki, kavramların teşkili ve aşağı veya yukarı dallandırılması işlemi, iki asli bilgilenme yöntemini içermektedir: tümevarım ve tümdengelim. Realitedeki olguların gözlemlenmesi ve onların kavramlara bütünleştirilmesi işi, esasta bir tümevarım işlemidir. Yeni durumları, bir kavram altına sokma işi, esasta bir tümdengelim işlemidir.
4.1.5 Bilinçlilik Kavramları
Bilinç, haberdarlık yeteneğidir; varolanı algılama yeteneğidir.
Haberdarlık, pasif değil, aktif bir durumdur. Haberdarlığın alt düzeylerinde, insanın bir duyum yapması ve duyumları algılara bütünleştirmesi için, karmaşık bir nörolojik süreç gerekir; bu süreç, otomatik ve gayri-iradidir: insan, bu sürecin ürettiği sonuçlardan haberdardır; fakat, sürecin kendisinden haberdar değildir. Daha üst düzeyde, yani kavramsal düzeyde; süreç, psikolojik, bilinçli ve iradidir. Her iki düzeyde de; haberdarlık, sürekli faaliyet yoluyla elde edilir.
Doğrudan veya dolaylı olsun; her bilinç fenomeni, insanın dış dünya ile ilgili haberdarlığından türer. Bir nesne, yani bir içerik her haberdarlık durumunda söz konusudur. Dışabakış, dışarıya (dış dünyadaki bir mevcut-şeyin kavranmasına) yöneltilmiş bir bilgilenme sürecidir. İçebakış, içe (yine dış dünyadaki bir mevcut-şey karşısında, düşünme, duygulanma, hatırlama gibi, insanın kendi psikolojik faaliyetlerinin kavranmasına) yöneltilmiş bir bilgilenme sürecidir. Bir bilincin faaliyetleri: sadece dış dünyaya ilişkin olarak yapılabilir; sadece dış dünyaya referansla anlaşılıp tanımlanabilir; ve, sadece dış dünyaya muhabere edilebilir. Haberdarlık, bir şeyden haberdarlıktır. İçeriksiz bir bilinç hali, terimlerde çelişkidir.
İnsan bilincinin her durumunda, veçhesinde veya fonksiyonunda, her zaman iki temel hususiyet vardır: içerik ve faaliyet; yani, haberdarlık halinin ne hakkında olduğu hususu ve bilincin bu içeriğe ilişkin faaliyetinin ne olduğu hususu.
Bu iki hususiyet; bilinçle ilgili her kavramın, temel "Kavramsal Asgari Müştereği"dir.
Bilinçlilik kavramları teşkil edilirken; verili bir bilinç halinin içeriği, bilincin bu içerik üzerindeki faaliyetinden, soyutlama yoluyla tecrit edilmelidir. Nasıl ki, dışabakan insan, varlıkların hususiyetini varlıklardan soyutlayabilirse; benzer şekilde, içebakarken de, bilincinin faaliyetlerini, bilincinin içeriğinden soyutlayabilir ve bu çeşitli faaliyetler arasındaki farklılıkları gözlemleyebilir.
Mesela (yetişkinlik düzeyinde) bir insan; sokakta yürüyen bir kadın görürse, bilincinin yaptığı bu faaliyet algılamadır; onun güzel olduğuna karar verirse, bilincinin bu faaliyeti değerlendirmedir; içinde bir zevk ve hayranlık durumu doğarsa, bilincinin faaliyeti duygulanmadır; durup kadını seyreder ve gördüklerine dayanarak karakteri, yaşı, sosyal durumu, vs. hakkında sonuçlara varmaya çalışırsa, bilincinin faaliyeti düşünmedir; bir kaç gün sonra, bu olayı kafasında canlandırırsa, bilincinin faaliyeti hatırlamadır; kadının saçları kestane rengi olacağına sarı ve elbisesi kırmızı olacağına mavi olsaydı görünüşü daha iyi olurdu diye tasarladığında, bilincinin faaliyeti hayalgücü kullanmadır.
İçebakış alanında bilinçlilik kavramları teşkil edilirken; verili bir psikolojik sürecin spesifik halleri, somutluklar olarak (birimler halinde) bir kavram altında bütünleştirilir. Psikolojik bir sürecin ölçülebilir iki hususiyeti vardır: bu sürecin nesnesi (yani, içeriği) ve bu sürecin şiddeti.
Psikolojik bir süreçteki içerik, dış dünyanın bir veçhesidir (veya, dış dünyanın bir veçhesinden türetilmiştir) ve dış dünyaya tatbik edilebilen çeşitli ölçüm yöntemleriyle ölçülür. Bir psikolojik sürecin şiddeti, bir çok faktörün (sürecin kapsamı, sarahati, bilgisel ve motivasyonel içeriği, gerekli zihni enerji veya gayret miktarı, vs.) otomatikman hulasa edilmiş sonucudur.
Her psikolojik sürecin şiddetini ölçecek tam bir yöntem yoktur; fakat, renk kavramlarının, dalga-boyu keşfedilmeden önce teşkil edilmiş olduğu gerçeğinin gösterdiği gibi, kavramlaştırma, tam bir ölçüm bilgisi gerektirmez. Psikolojik süreçlerdeki şiddet dereceleri, mukayeseye dayanan bir ölçek üzerinde, yaklaşık olarak ölçülebilir ve ölçülmektedir. Mesela, belirli olgulara tepkime olarak ortaya çıkan zevk duygusunun şiddeti; bu olguların, bir insanın değerler hiyerarşisindeki yerine göre değişir; mesela, yeni bir elbise alma, terfi etme, sevilen insanla evlenme gibi durumlar -bu durumlara verilen değer oranında- farklı şiddette zevkler verir. Bir düşünme sürecinin ve gerekli entellektüel gayretin şiddeti, içeriğin kapsamına göre değişir; bu şiddet, "masa" kavramını anladığında başkadır, "adalet" kavramını anladığında başka; 2 + 2 = 4 eşitliğini anladığında başkadır, e = mc2 eşitliğini anladığında başka.
Hem içebakış, hem de dışabakış kavramlarının teşkili, aynı prensip üzerinde yapılır: verili bir psikolojik süreç, bir içeriğe ve bir şiddete sahip olmalıdır, fakat herhangi bir içeriğe ve herhangi bir şiddete sahip olabilir.
Mesela, "düşünce" kavramı teşkil edilirken; sözkonusu psikolojik faaliyetin ayırt edici karakteristiği (amaçlı olarak yöneltilmiş bir bilgilenme süreci) alınır ve özel içerik ile entellektüel gayretin şiddeti dışarıda bırakılır. "Duygu" kavramı teşkil edilirken, sözkonusu psikolojik faaliyetin ayırt edici karakteristiği (bir mevcut-şeyin değerlendirilmesinden doğan otomatik tepkime) alınır ve özel içerik (mevcut-şeyler) ile duygusal şiddetin derecesi dışarıda bırakılır.
Psikolojik sürecin şiddeti ile ilgili olarak, kapsam ve hiyerarşi terimlerinden bahsedilmişti. Bunlar, ölçümler kategorisine ait terimlerdir; ve, bu terimler, psikolojik fenomenlerin ölçümünde daha kesin yöntemlere işaret eder.
Bilgilenmeyle ilgili kavramlar ("düşünme," "gözlemleme," "akıl yürütme," "öğrenme," vs.) açısından; içeriğin kapsamı, bir ölçüm yöntemi sağlar. Kapsam, iki ilişkin veçheyle belirlenir: belirli bir bilgilenme sürecindeki olgusal malzemenin kapsamı ve bu malzemeyle uğraşmak için gereken kavramsal zincirin uzunluğu. Kavramlar, hiyerarşik bir yapıya sahip olduğundan; yani, daha yüksek ve daha karmaşık olan kavramlar, (algısal olarak verili somutluklardan başlayarak) daha basit ve daha temel kavramlardan türetilmiş olduğundan; bir bilgilenme sürecinde kullanılan bir kavramın, algısal düzeydeki kavramlara olan mesafesi, sürecin kapsamını gösterir. (Bir insanın uğraşabildiği soyutlamaların düzeyi (derinliği); o insanın, o düzeye erişmek için ne kadar şey bilmek zorunda kaldığını gösterir. Tabii burada söz konusu olan insan; boşlukta dolaşan bazı soyutlamaları sadece ezberleyerek onlarla cümle kurmayı beceren insan değil; bu soyutlamaları doğuran her aşamayı gerçekten kavramış olan insandır.)
Değerlendirme ile ilgili kavramlarda ("değer," "duygu," "heyecan," "arzu," vs.) sözkonusu hiyerarşi, farklıdır ve tamamen farklı bir ölçüm çeşidi gerektirir. "Teleolojik ölçüm" olarak nitelenebilecek bu ölçüm tipi, sadece değerlendirme denen psikolojik sürece tatbik edilebilir (Yunanca "telos" = "amaç").
Ölçüm, bir birim olarak hizmet gören bir standart vasıtasıyla, niceliksel bir ilişkiyi tanıma işlemidir. Teleolojik ölçüm, kardinal sayılarla değil, ordinal sayılarla iş görür. Teleolojik ölçümdeki standart; bir amaca erişmek için kullanılan aracın, o amaçla olan ilişkisini mertebelendirir. (Kardinal sayı, (1,2,3, vs. gibi) miktar belirten sayılardan biridir. Ordinal sayı, (birinci, ikinci, üçüncü, vs. gibi) bir serideki derece veya nitelik veya pozisyonları ifade eden bir sayıdır.)
Mesela; bir ahlak sistemi, insana açık olan seçenek ve faaliyetleri, o ahlak sisteminin değer standardına varma veya ondan uzaklaşma derecesi açısından mertebelendiren bir teleolojik ölçüm sistemidir. Ahlak sistemindeki standart, insan faaliyetlerinin uğrunda yapıldığı -araç olduğu- amaçtır.
Bir ahlak sistemi, bir dizi soyut prensiptir; bu ahlak sistemine uygun davranmak isteyen bir birey, bu soyut prensipleri, uygun somutluklara tercüme etmelidir: somut olarak uğrunda davranacağı özel amaçları ve değerleri seçmelidir. Bunu yapmak için; özel değerlerini, önem sırasına göre, bir hiyerarşi içine sokmalı ve bu hiyerarşiye göre davranmalıdır. Yani, bir teleolojik ölçüm süreci, bütün faaliyetlerine rehberlik etmelidir. (Bir insanın değerler hiyerarşisindeki belirsizliğin ve çelişkilerin derecesi; o insanın teleolojik ölçümler yapmada karşılaşacağı başarısızlıkların, dolayısiyle değer hesaplama ve amaçlı faaliyet gerçekleştirme çabalarında karşılaşacağı başarısızlıkların derecesini belirler.)
Teleolojik ölçümler, muazzam bir bağlamın içinde, muazzam bir bağlam karşısında yapılmak durumundadır: verili bir seçenek karşısındaki bir insan, bu seçeneğin, diğer bütün seçenekler ile ve kendi değerler hiyerarşisi ile ilişkisini tesis etmek durumundadır.
Bu sürecin en basit bir örneğini, maddi değerler alanında, insanın para harcamasını yöneten (zımni) prensipte görebiliriz. Hangi gelir seviyesinde olunursa olunsun, insanın parası sınırlı bir niceliktir; bu parayı harcarken, satın alacağı şeyin değerini, aynı miktar parayla yapabileceği başka her harcamanın elde edeceği değere karşı, diğer amaçlarına, arzularına ve ihtiyaçlarına karşı tartar ve buna göre, o malı satın alır veya almaz.
Bu tür ölçüm, sadece maddi değerler alanına değil, ahlaki veya manevi değerlerin daha geniş olan alanına da rehberlik eder. ("Manevi" ile, "bilinçle ilgili" olan kast edilmiştir. Manevi değerler alanında bağlam daha geniştir; çünkü, insanın bu alandaki değerlerin hiyerarşisi, onun maddi veya ekonomik alandaki değerlerinin hiyerarşisini belirler.) Fakat, manevi alanda, nakit veya mübadele aracı değişiktir. Manevi alanda, -sınırlı miktarda olan ve herhangi bir değer peşindeyken teleolojik olarak ölçülmesi gereken- nakit, zamandır, yani insanın kendi hayatıdır.
Değer, elde etmek ve/veya muhafaza etmek için uğrunda davranılan şeydir; mümkün davranışın miktarı, insan hayatının süresince sınırlanmıştır; dolayısiyle, değer verilen her şey, insan hayatının bir kısmının yatırımını gerektirir. Bir değere vakfedilecek olan yıllar, aylar, günler, saatler, o değerden elde edilecek zevke karşılık olarak ödenecek olan nakittir.
Bu prensipler açısından, "sevmek" dahi ölçülebilir. "Sevmek" kavramı, söz konusu psikolojik sürecin iki veya daha çok tezahürünü tecrit etmek ve bu sürecin ayırt edici karakteristiğini (bir mevcut-şeyi, pozitif bir değer ve bir zevk kaynağı olarak değerlendirmekten doğan bir heyecan) tutup, sürecin nesnesini ve sürecin şiddetiyle ilgili ölçümleri dışarıda bırakmak suretiyle teşkil edilir.
Sevmenin nesnesi, bir şey veya bir olay veya bir faaliyet veya bir durum veya bir kişi olabilir. Sevmenin şiddeti; kişinin, o nesneyi (dondurma, eğlence, okuma, özgürlük, sevgili, vs.) ne ölçüde değerlendirdiğine bağlı olarak değişir. "Sevmek" kavramı, geniş bir değerler yelpazesini kapsadığından, çok farklı şiddetlerde ortaya çıkar: alt düzeylerden ("hoşlanma" alt-kategorisi) üst düzeylere ("sadece kişilerle ilgili kullanılabilecek "muhabbet" veya "şefkat" alt-kategorileri) ve en üst düzeyde romantik aşka kadar uzanır.
Belirli bir sevme halinin şiddeti ölçülmek istenirse; bu iş, sevgiyi duyan insanın değerler hiyerarşisine referansla yapılır. Bir adam, bir kadını sevebilir; mamafih, başka kadınlarla yaptığı uçkuru bozukluğun verdiği nörotik tatmini, o kadının kendisine ifade ettiği değerden daha yüksek derecelendirebilir. Başka bir adam, bir kadını sevebilir; mamafih, başkalarının (ailesinin veya arkadaşlarının veya herhangi bir yabancının) bu seçimi onaylamayacağı korkusuyla, o kadını terk edebilir. Yine başka bir adam, sevdiği kadını kurtarmak için kendi hayatını tehlikeye atabilir; çünkü, o kadın olmaksızın diğer bütün değerleri anlamını kaybedecektir.
Bilinçlilik kavramlarının belirli kategorileri, özel dikkat gerektirir. Bunlar, psikolojik süreçlerin ürünleri ile ilgili ("bilgi," "bilim," "fikir," vs. gibi) kavramlardır.
Bu tür kavramlar teşkil edilirken, söz konusu psikolojik sürecin ayırt edici karakteristiği tutulur ve içerik dışarıda bırakılır. Mesela, "bilgi" kavramı teşkil edilirken; sürecin ayırt edici karakteristiği (bir realite olgusunun -ya doğrudan algısal gözlemlemeyle, ya da algısal gözlemleme üzerinde temellenmiş bir akıl yürütme süreciyle- zihnen kavranması) tutulur ve özel olgunun ne olduğu hususu dışarıda bırakılır.
Burada, bir noktanın hatırlanması önemlidir: bu tür bilinçlilik kavramları, bu kavramların mevcudiyetsel içeriğinin eşdeğeri değildir; epistemolojik kavramlar kategorisine dahil olan bu kavramların metafizik bileşenleri (realitede tekabül ettiği şeyler), bu kavramların içeriğini teşkil eder. Mesela, "fizik bilimi," bu bilimin içeriği olan fiziki fenomenlerle aynı şey değildir. Fenomenler, insan bilgisinden bağımsız olarak mevcuttur; bilim, bu fenomenler hakkında, insan bilincince elde edilmiş ve başka insan bilincine muhabere edilebilecek örgütlü bir bilgi topluluğudur. İnsan bilinci, evrendeki mevcudiyetine başlamadan önce de fenomenler mevcuttu, ama bilim mevcut değildi; insan bilinci, bir gün mevcudiyetten tamamen yok olsa dahi, fenomenler mevcut olmaya devam edecektir, ama bilim yok olacaktır.
Bilincin ürünleriyle ilgili özel bir kavramlar alt-kategorisi, yöntem kavramlarına ayrılmıştır. Yöntem kavramları, belirli amaçlara erişmek için insanlarca tasarlanan sistematik faaliyet çizgilerini belirtir. Faaliyet çizgisi, amacın ne olduğuna bağlı olarak, tamamen psikolojik olabilir (insan bilincinin belirli bir faaliyeti gibi) veya psikolojik ve fiziki faaliyetlerin bir karışımı olabilir (bir petrol arama faaliyeti gibi).
Yöntem kavramları teşkil edilirken, ayırt edici karakteristik olarak amaç ve bu amaca götüren faaliyet çizgisi tutulur ve her ikisinin özel ölçümleri dışarıda bırakılır.
Mesela, temel yöntem kavramı (yani, diğer bütün yöntem kavramlarının dayandığı kavram) mantıktır. "Mantık" kavramının teşkilinde; doğru bir teşhis (kimlikleme) yapabilmek için gerekli bilinç faaliyetlerinin tabiatı ve bu faaliyetlerin amacı (bilgi), ayırt edici karakteristiği belirler: mantık, çelişkisiz teşhis (kimlikleme) yeteneğidir. "Mantık" kavramının ve diğer bütün yöntem kavramlarının teşkilinde, mantıki çıkarsama sürecinin uzunluğu veya karmaşıklığı veya spesifik basamakları ile herhangi bir mantık kullanma durumundaki özel bilgilenme probleminin tabiatı, dışarıda bırakılır.
Yöntem kavramları, insanın kavramsal teçhizatının büyük bir kısmını temsil eder. Epistemoloji, bilgi elde etme ve doğruluğunu tahkik etme yöntemlerinin keşfine tahsis edilmiş bir bilimdir. Ahlak, bir insanın hayatını yaşaması için gerekli yöntemlerin keşfine tahsis edilmiş bir bilimdir. Tıp, hastalık önlemeye ve tedaviye yarayan yöntemlerin keşfine tahsis edilmiş bir bilimdir. Bütün uygulamalı bilimler (teknoloji), yöntemlerin keşfine tahsis edilmiş bilimlerdir.
Yöntem kavramları, mevcudiyetsel kavramlar ile bilinçlilik kavramlarının bütünleştirilmesinden oluşan muazzam ve karmaşık kavramlar kategorisine -ki bu kategori, insan faaliyetlerinin çoğunu kapsar- kurulan bir köprüdür. Bu kategorideki kavramlar, (algısal bileşenlere sahip olmakla birlikte) haberdarlığın algısal düzeyindeki hiçbir nesneye doğrudan işaret etmezler; ve, bu kavramlar, uzun bir ön kavramlar zincirine sahip olmaksızın ne teşkil edilebilirler, ne de anlaşılabilirler.
Mesela, "evlilik" kavramı, bir erkek ve bir kadın arasındaki belirli bir ahlaki-kanuni ilişkiye işaret eder ve karşılıklı anlaşmaya ve kanuni müeyyideye dayanan belirli bir davranış kalıbını söz konusu eder. "Evlilik" kavramı, sırf bir çiftin davranışları gözlemlenerek teşkil edilemez veya anlaşılamaz; "evlilik" kavramının teşkili için, çiftin fiziki faaliyetleri ile "mukaveleli anlaşma," "ahlak," "kanun" gibi belirli bilinçlilik kavramlarının bütünleştirilmesi gerekir.
"Mülkiyet" kavramı, bir insan ile bir nesne (veya mülkiyete konu olabilen bir fikir) arasındaki ilişkiye işaret eder; o insanın, o şeyi kullanma ve tasarruf etme hakkına işaret eder; ve, o nesnenin elde edildiği usul de dahil olmak üzere, çok uzun bir ahlaki-kanuni kavramlar zincirinin anlaşılmasını gerektirir. Bir insanın bir şeyi sürekli kullanıyor olmasının, onu alıyor-satıyor olmasının gözlemlenmesi, "mülkiyet" kavramının anlamını kavramaya yetmeyecektir.
Bu tür bileşik kavramlar teşkil edilirken: söz konusu mevcut-şeyler, ilişkiler ve faaliyetler tecrit edilir; onların ayırt edici karakteristikleri tutulur; sürece konu olan çeşitli kavram kategorilerine ait ölçüm tipleri dışarıda bırakılır.
4.1.5.1 Ölçümlerle İlgili Bir Başka Not
İnsan bilincinin kavramsal düzeyine (yani, akla) yapılan saldırı; epistemolojik alanda, ölçümlere yapılan saldırıyla ortaya çıkar. İnsan bilinciyle ilgili hususlarda "ölçüm" küçültücü bir terim olarak kullanılır. "Aşkı ölçebilir misin?" sorusu, bu tavrın bir semptomudur.
Sözde rakip iki irrasyonel kamp; bu konuda, aynı temel öncülden yola çıkan iki tavrı temsil eder. Eski usul mistikler; aşkın, kiloyla, metreyle, parayla ölçülemeyeceğini iddia ederler. Onlara yardımcı olmaktan başka bir işe yaramayan neo-mistikler; bir türlü hazmedemedikleri ölçüm kavramlarının karın ağrısıyla; bilimin tek aletinin, ölçüm olduğunu iddia ederler; ve, istemsiz hareketleri, istatistik anketlerini, farelerin öğrenme süresini ölçerek insan ruhuna yol bulmaya çalışırlar.
Her iki kamp da, ölçümün uygun bir standart gerektirdiğini, (mesela, mistik kampın şiddetle nefret ettiği, neo-mistik kampın ise kıskançlık duyduğu fizik bilimlerinde, uzunluğun kiloyla, ağırlığın metreyle ölçülmediğini) gözlemleyemez.
Ölçüm, bir ilişkinin sayısal terimlerle teşhisidir (kimliklendirilmesidir); ölçüm biliminin (matematiğin) karmaşıklığı, evrende mevcut olan ve insanın henüz yeni-yeni araştırmaya başladığı ilişkilerin karmaşıklığının bir göstergesidir. Maddenin algısal olarak verili olan (uzunluk, ağırlık gibi) temel hususiyetlerinin ölçülmesinde gerekli olan uygun standart ve yöntemlerin ne olacağı açıkca bellidir ve bu alandaki ölçümlerde dakik bir hassasiyet sağlanmıştır; bazı ilişkilerin ölçümünde ise, uygun standart ve yöntemlerin bulunması henüz mümkün olmamış veya bazı ölçümler, algısal olarak verili malzemede olduğu kadar büyük bir kesinlikle henüz yapılamamaktadır; fakat, her halü karda, bu ilişkiler evrende mevcuttur. Herhangi bir şey gerçekten "ölçülemez" olsaydı: bu şey ile evrenin geri kalan kısmı arasında hiçbir tür ilişki olmazdı; bu şey, hiçbir surette hiçbir şeyi etkilemeyip, hiçbir şeyden de etkilenmezdi; bu şey, hiçbir şeye sebep olmayıp, hiçbir şeyin sonucu olmazdı; kısacası, bu şey, mevcut olmazdı.
Anti-ölçüm tavrının motifi, apaçıktır; bu motif: psikolojik açıdan, irrasyonel bir davranışın sonuçlarından korunmada kullanılacak bir belirsizlik (veya şüphe) sığınağı bulundurma arzusudur; epistemolojik açıdan, bilgisel kesinlik sağlama ve geniş-ölçekli bütünleştirmeler yapma sorumluluğundan kaçma arzusudur; metafizik açıdan, mevcudiyetin, olguların, realitenin ve her şeyden önce Kimlik Kanununun mutlaklığından kaçma arzusudur.
|