KeLBaYKuŞ Forum

Geri git   KeLBaYKuŞ Forum > Kültür & Sanat > Edebiyat > Destanlar ve Efsaneler


Destanlar ve Efsaneler - Tüm destanlar ve efsanelerin yer aldığı bölüm.


Cevapla
 
Seçenekler
  #1 (permalink)  
Alt 21.11.09, 02:44
Estergon - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
KeLBaYKuŞ
 
Kaydolma: 07.09.09
Erkek
Mesajlar: 8.586
Teşekkürler: 315
Üyeye 796 kez teşekkür edildi
Standart Osmanlı Hikayeleri...


Tamami ile alınıtıdır...


FATİH'İN DİLENCİ KARDEŞİ

Taşköprülüzâde Mehmed Kemâlüddin Efendi’nin (Tuhfetü-l Ahbab) yâhut “Târih-i Sâf” adındaki eserinin birinci cüzünün 1287 İstanbul tab’ının 57-58. sayfalarında Fatih Sultan Mehmed’in hazır cevaplığını gösteren çok hoş bir menkıbe nakledilir: Hem kıssa, hem hisse sayılabilecek olan bu tatlı menkıbeye göre İstanbul Fâtih Sultan Mehmet bir gün atına binip ava çıkarken, karşısına bir dilenci çıkar: Fatih de cebinden bir altın çıkarıp verir, bir altını az gören dilenci:

— Padişahım, ben senin kardeşin olduğum halde nasıl oluyor da sen bana tek bir altın verirsin? Şu hareketin insâfa sığar mı?

Diye feryâd ve figâna başlamış! Bunun üzerine Hz. Fâtih atının dizginini çekip durmuş ve dilenciyi yanına çağırıp sormuş:

— Bu ne söz böyle. Sen benim kardeşim olduğunu nasıl iddiâ edebilirsin?

Dilenci de hemen cevabını dayamış:

— Nasıl olur da sen benim kardeşim olduğunu bilmezsin? Hiç öyle şey olur mu?

Fatih Sultan Mehmed, kardeşliğin sırrını öğrenmekte ısrâr edince, nihâyet cesur dilenciden şu cevâbı almış:

— Padişahım, ikimiz de Âdem babamızın oğulları değil miyiz?

Bu cevaptan çok hoşlanan Sultan da şöyle mukâbele etmiş:

— Eğer öteki kardeşlerimiz de haber alacak olurlarsa, senin hissene bu bir altın bile düşmez!

Bununla beraber, bu nükte çok hoşuna gittiği için, cömert Sultan dilenci kardeşine ihsanda bulunmuş.


KAFKAS KARTALI” İMAM ŞÂMİL


Büyük Kafkas kahramanı İmam Şâmil (1798-1871), gençlik yıllarından îtibâren Kafkasya’nın istiklâli için Ruslara karşı mücâdeleye başladı. İlk büyük zaferini General İveliç ve General Fese’nin kumandasındaki birliklere karşı kazandı. Ruslar barış yapmak zorunda kaldılar.

Kendisinden kat kat üstün düzenli düşman kuvvetlerine karşı mücâdelesini uzun müddet başarı ile sürdürdü. Ancak sonunda kuvvet bakımından çok zayıf düştü ve yakınındakileri kırdırmamak için teslim oldu.

Rus Çarı, bu “Kafkas Kartalı”nı cesâret ve kahramanlığından dolayı bir esir gibi değil, bir misâfir gibi karşılamıştı. Üstelik sarayında onun için bir de ziyâfet düzenlemişti.

İmam Şâmil, bu ziyâfet sırasında, yıllardır savaş meydanlarında bulup yeme imkânına kavuşamadığı yemekleri bulunca öylesine iştahlı yemişti ki, Rus Çarı bir aralık:

— Yâhu, bu adam beni de yiyecek! demekten kendini alamamıştı. İmam Şâmil bunu duyunca tereddütsüz cevap verdi:

— Elhamdülillâh biz müslümanız; domuz eti yemeyiz!..

Rusların iyi muâmelesini gördüğü esirlik hayatından izinle kurtulan ve Medine’ye yerleşen İmam Şâmil orada vefât etti.



BEN BU ŞİİRİ BİLİYORUM....


Yavuz Sultan Selim Han zamanında bir şâir yeni yazdığı şiirini pek beğenmiş ve sultana okumak dilemiş.

Tabii o zamanlar gerçek sanatkâra çok kıymet verildiği için, kısa zamanda huzura kabul edilmiş. Selim Han´ın yanında Hasan Can ve diğer vezirler de varmış. Şâir zât, heyecandan sesi titreyerek şiirini okumuş bitirmiş, sonra da pâdişaha bakmış.

Yavuz Selim Han hiç tereddüt etmeden :

- "Ama ben bu şiiri biliyorum." Deyince, adamcağız şaşırmış;
- "Nasıl olur efendim, bu şiiri ben yazdım ve ilk defâ burada okuyorum." Pâdişah - "İstersen bir de ben okuyayım" demiş - "Siz bilirsiniz." Selim Han gerçekten teklemeksizin adamın az evvel okuduğu şiirin aynısını okumuş.

Adam şaşkınlıklar içindeyken bu sefer Hasan Can atılmış:
- "Bu şiiri ben de biliyorum sultanım. Destur verirseniz ben de okuyayım." O da okumuş. Sonra hemen yanındaki vezir ve diğerleri de sırayla okumuşlar.
Böylece huzurda şiiri okuyan on kişi çıkmış. Şâir ne yapacağını şaşırmış;

- "Nasıl oluyor anlayamıyorum efendim. Ama bu şiiri gerçekten ben yazdım" diye kendini savunmaya çalışmış. Neyse ki sonradan gerçeği anlatıp, adamcağızın gönlünü almışlar.



Pâdişah´ın duyduğunu bir seferde ezberlediğini, Hasan Can´ın iki ve diğerlerinin de sırayla artan sayılarda ezberleyebildiklerini söylemişler. Böylece şâir de rahatlamış."


İKİ ANEKDOT...

Avrupa Hıristiyanları, Papa'nın kışkırtması ile bir araya gelip, Osmanlı topraklarına saldırınca, Kanuni Sultan Süleyman Han ordusuyla sefere çıktı.

Ordu, ağır ağır hedefe doğru ilerliyordu. Yol dar olduğundan, ordu mecburen bağların içinden geçiyordu. Hava çok sıcaktı. Asker susuzluktan kıvranıyordu.

Çok güzel üzümleri bulunan bir bağdan geçerken, askerin biri dayanamayıp, bağdan bir salkım üzüm kopardı. Yiyerek biraz olsun susuzluğunu giderdi. Sonra da, asma ağacına, yediği üzümün çok üzerinde bir para bağlayarak, yoluna devam etti.

Çok geçmeden mola verildi. Bu esnada, kan ter içinde bir köylünün koşarak geldiği görüldü. Hıristiyan köylü ısrarla Padişah ile görüşmek istiyordu. Köylüyü Kanuni'nin huzuruna götürdüler.

Kanuni sordu:
- ”Nedir bu halin, kan-ter içinde kalmışsın? Bir şikayetin mi var?”

Köylü,
- “ Ben şikayet için değil, tebrik etmek için geldim. Askerleriniz bağdan geçtikten sonra, asmanın dalında bağlı bir çıkı gördüm. İçini açtığımda, para vardı. Dikkatli baktığımda, bir salkım üzümün koparıldığını gördüm. Anladım ki, koparılan üzümün parası olarak bırakılmış. Sizde böyle güzel ahlaklı asker olduğu müddetçe sırtınız yere gelmez. Sizi tebrik ederim!”

**********
Aynı ordu, Belgrat yakınlarında, yine mola vermişti. Askerler, susuzluklarını gidermek, abdest almak için çeşme arıyorlardı.

Bir manastırın yakınında bir çeşme bulup, ihtiyaçlarını giderirken, manastırdaki birkaç rahibe, askerlere yardım etmek için çeşmenin başına geldi. Kadınların geldiğini gören askerler, hemen çeşmenin başından çekilip, sırtlarını döndüler, kadınlara yan gözle bile bakmadılar.

Bu durumu uzaktan ibretle seyreden, Başrahib, hemen eline kağıt-kalem alıp, haçlı kumandanına şunları yazdı:

- ” Siz bu ordu ile nasıl başa çıkabilirsiniz? Bunlar kadına-kıza, mala-mülke önem vermiyorlar. Bütün mal ve mülklerini feda ederek, dinlerini yaymaya çalışıyorlar. Herkese karşı iyi davranıp, kimseye zulmetmiyorlar.
Ey Haçlı kumandanları! Siz “Onlardaki bu ahlakı bozmadan, ortadan kaldırmadan” onlarla mücadele ederseniz, canlarınızdan ve mallarınızdan mahrum kalacağınız açıktır. Kendinizi ölüme atmayınız!..”


YAVUZ SELİM HAN'DAN İKİ KESİT

Yeniçerilerin saygısız bazı davranışları, en olmadık zamanda yaptıkları taşkınlıklar Yavuz'u bunaltıyor, canını sıkıyor ve zor durumda bırakıyordu..
Aldığı sert tedbirlerle suçluları derhal cezalandırmak onun gönlünü sakinleştirmiyordu.
Yavuz Padişah, kendi buyruklarına kayıtsız - şartsız bağlı bir orduyla İslamı cihana yaymak istiyordu.

Nihayet bir gün yeniçeri ileri gelenlerini huzura çağırarak şunları söyledi:

"Muradınız bu itaatsizlikte devam etmekse haber verin, şimdi nefsimi hükümetten men edeyim.
Ben bu saltanatı mücerret İslam'a hizmet için babamın elinden aldım ve İslah-ı alem uğruna birader ve birader zadelerimi feda eyledim.
Biat teklif ettim, kabul ettiniz.
Ben uykularımı, rahat ve huzurumu terk ile din-i mübinin teyidine uğraşıyorum.
Eğer İslam'ı ihya etmek maksadınız değilse, benim de nefsü'l-emir de saltanata kat'a hevesim yoktur."

*********

Heybetiyle cihan Padişahlarini ürküten, dünyayi iki hükümdara dar bulan, fermanlariyla yürekleri titreten Yavuz Sultan Selim, bir İslam alimi önünde boyun bükmüş, Allah huzurunda hesap verememe endişesiyle kendi fermanini yirtmiş ve bu olayin ders olmasi için dilden dile aktarilmiştir…
Bu ibret alınacak hadisenin içeriği şöyle hikayeleştirilir…

Yavuz Sultan Selim Edirne'ye gidiyordu.
Belli bir yere kadar padişahı yolcu ettikten sonra geri dönerken, devrin müftüsü Zembilli Ali Efendi, elleri arkasına bağlanmış 400 kişiye rastladı.
Bunlar padişahın ipek ticaretini yasaklamasına rağmen ferman dinlemeyen tüccarlar olup, hepsi de idama mahkum edilmişti.
Bunu duyan müftü efendi atını geri çevirip sürdü.

Padişahın arkasından yetişti, her ikisi de at üzerindeydi.
Zembilli söze başlayıp dedi ki:

"Padişahım! Gördüm ki bazı adamlar bağlamışlar…
Eğer muradınız katl ise indallah helal değildir."

Yavuz Selim Han işine müdahale edilmesine çok sinirlendi, beti - benzi attı.

"Mevlana! Nizam-ı Alem için insanların üçte birini katletmek helâl değil midir?" diye sordu.

Müftü efendi:

"Helaldir amma, cihanın işleri bozulup, fitneler çıktığı zaman helâldir" diye karşilik verdi.

Yavuz daha çok öfkelenerek, kendi emrine muhalefet etmenin en büyük fitne olduğunu söylediyse de şeyh-ül İslam, meselenin hiç te öyle olmadığını izaha çalıştı.
Bu israr Yavuz'u sakinleştirecegi yerde büsbütün celallendirdi ve:

-"Ben sana dedim ya, saltanat işlerine karişmak senin vazifen degildir !" diye çıkıştı.

Zembilli Ali efendi de asabileşmişti:

-"Sultanım, bu ahiret işidir. Buna karışmak benim vazifemdir. Eğer affederseniz, kurtulursunuz.
Aksi halde büyük bir ilahi cezaya müstahak olursunuz" diyerek selam bile vermeden padişahın huzurundan ayrıldı.

Sultan Selim bir müddet olduğu yerde kalıp, düşünceye daldı.
Devlet erkanı, atlarının üstünde hayret ve dehşet içinde bekleşiyordu.
Yavuz Sultan, suçluların hepsini bağışladı.
Sonrada Şeyh-ül Islam Zembilliye bir mektup göndererek:

-"Anadolu ve Rumeli kazaskerliğini birleştirip, sana verdim.
Bildim ki cümle sözünde hak üzeresin" dedi.

Zembilli Ali efendi özür beyan ederek, bu büyük makam ve mansıbı kabul etmediğini bildirdi.

Zira Zembilli gibi büyük alimler için ilim rütbesinin üzerinde bir başka makam yoktu.
Yavuz Sultan Selim gibi büyük sultanların korkacağı yegane divan da ilahi adalet divanıydı.

(Türk Tarihinde Osmanlı Asırları-S.Ayverdi.)



SİNA DENEN BELA

Sina Çölü kelimenin tam mânâsı ile belâdır. Yer sarıdır, gök sarı. Güneş tepsi kadar iri, hava toz yüklüdür. Kum dağları biteviye yer değiştirir ve klavuzlar dönektir. Sonra çölün tek vahası yoktur. Molalar ayrı derttir. Sıcak kum vücudu kuşatır ama, kumun az altı yılan, çiyan kaynar. Kunduralardan akrepler çıkar. Kaypak zemin yorucudur. Dahası toplar, çadırlar, hasırlar Yerinden kıpırdamayan ağırlıklar.

İşte askerin tâkâtını zorladığı anlardan birinde Yavuz Selim atından atlar, yürümeye başlar. Eh sultanın yürüdüğü yerde, hayvanına binmek kimin haddine?

Bu işe mana veremeyen vezirler önceleri susmayı dener, yutkunup dururlar. Yavuz'a tek kelime söyleyemezler ama, güçleri Hasan Can'a yeter. Fırsatını bulup çevirirler:

- "Yetti gayri!" derler, "Astırırsanız astırın, kestirirseniz kestirin! Ama itirazımız var!"

- "Neye?"

- "Askeri yürütmenize!"

Hasan Can mânâlı mânâlı güler. Önce boynu bükük, gözleri yarı kapalı yürüyen sultanı gösterir, sonra vezirlerin kulağına eğilir:

- "Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem yaya olarak yol gösteriyor" der, eğer yakışır diyorsanız, binelim atlarımıza..."

İnanın imdad-ı İlahi ortadadır. Nitekim hiç olmadık şeyler olur. Orduya kara kara bulutlar gölge yapar, sahraya görülmedik yağmurlar yağar. Bu çölü 13 günde geçen ikinci bir ordu yoktur. Anlaşılan o ki, halifelik İslam'ın zinde gücüne bahş olmaktadır: Türk'e!



19. yüzyılda Almanya'nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Alman’lar, öbür yakasında da Fransız’lar oturuyordu.
Fransız’lar, her sene nehrin karşı kıyısına geçiyor, Alman’lara âit topraklardaki mahsûlün tümünü toplayıp götürüyorlardı.
O sıralarda, birliğini henüz te’mîn edememiş olan güçsüz Alman’lar ise buna fazlaca ses çıkaramıyorlardı.
Ancak bu durum her yıl tekrarlanmayı sürdürünce, Alman’lar çâreyi Osmanlı sultanına durumu yazıp, imdât istemekte bulurlar ve sultâna bir mektup gönderirler.
Mektupta şöyle denilmektedir:
“Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsûlümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyâya adâlet dağıtan bir imparatorluğun sultânı, İslâmiyet’in de halîfesisiniz. Bizi bu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkânı sağlayın.”
Osmanlı’nın gerileme yıllarına girdiği bir zamâna denk gelen bu yardım isteğini inceleyen pâdişâh asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbîsesi göndermeyi kâfî bulur. Yardım isteğini bildiren mektuba cevâbî bir mektup yazılır. Bu mektupla birlikte içi asker elbîsesi dolu üç çuval da Alman’lara yollanır.
Şaşkına dönen Alman’lar, çuvalları alıp mektubu okurlar: Mektupta şunlar yazmaktadır:
“Fransız’lar korkak adamlardır. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kâfîdir. Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbîselerini adamlarınıza giydirin. Bu adamları mahsûl zamânı, nehrin görülecek yerlerinde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kâfîdir.”
Bağ bahçe sâhipleri hemen Osmanlı askerinin kıyâfetlerini kapışırlar. Hasat vakti geldiğinde giydikleri bu yeniçeri kıyâfetleriyle ve büyük bir heyecanla, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar.
Ertesi gün, nehrin karşı yakasından gelen haber, Alman’ların sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur: “Alman’lara Osmanlı’lardan imdât geldiğini zanneden Fransız’lar, korkudan, köylerini de terk ederek iç kısımlara doğru kaçmaktadırlar. Mahsûlünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir.”
Bu olay, Mülhaym’lıların gönüllerinde taht kurar.
Giydikleri yeniçeri kıyâfetlerini, daha sonra Mülhaym'a bağlı Karlsruhe müzesine koyup ziyârete açarlar. Şehrin en yüksek binâsına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, hâlen olayın yıldönümünde şehirde bir karnaval düzenleyip hadiseyi temsîlen kutlarlar.
Bu olay, Osmanlı'nın sâdece birkaç yeniçeri kıyâfetiyle Alman’ları Fransız’ların elinden ve talanından nasıl kurtardığını anlatan, mâziden kalma, pırlantalarla resmedilmiş bir tablo gibidir.
Bir de şimdiki Türkiye'ye bakın, bizi ne hâle getirmişler, bizi yönetenler...


BİZ SENİ UYANIK BİLİRDİK...

İstanbul’da kenar semtlerden birinde oturan yaşlı bir kadın, padişahın huzuruna çıkmak istediğini saraydaki görevlilere bildirmiş. Bunun üzerine sultanın karşısına çıkarılmıştı.
Yaşlı kadın, evinin soyulduğunu ve bu olaydan padişahın sorumlu olduğunu söyleyerek, şikayette bulunur.

Bunun üzerine hiddetlenen Kanuni:

“Bana bak kadın, sen niçin bu kadar derin uyku uyudun da evinin soyulduğunu duymadın?” deyince, yaşlı kadın :

“Padişahım! Kusura bakma, biz seni uyanık bilirdik, onun için evimizde rahat uyuyorduk der.”

Bu cevap üzerine Kanuni utanarak :

“Haklısınız” diyerek, kadının çalınan mallarının bedelini kendi malından öder.


Kritovulos, 15. yüzyılda yaşamış Bizanslı bir tarihçidir. İstanbul’un fethini ve diğer önemli olayları, savaşları yazıp Fatih Sultan Mehmed’e takdim etmiştir. Ve Fatih’in takdirini kazanmıştır. tarih-i sultan mehmethan-ı sani. yazarı: kritovulos yıl: 1328 fatih sultan mehmet bu tarihi yazan kritovulos u imroz adasına kral yaparak ödüllendirmiştir.
Kritovulos’un Fatih dönemindeki on yedi yıllık olayları yazdığı, İstanbul’un Fethi adlı kitabında İstanbul’un nasıl elden çıkacağını bir falcının gözünden anlatmakta ve sanki bu günlere nazire yapmakta.

Fatih, İstanbul’a girip Ayasofya önüne geldiği zaman, derinden derine bir inilti işitti. Sesin geldiği yöne bir adam gönderdi. Sakalları uzamış, perişan durumda bir keşiş bulup getirdiler. Huzura çıkardılar. Korktu, teskin ettiler. Neden zindana atıldığını sordular.
Keşiş, Türklerin kuşatma hazırlıkları sırasında Kostantin’in kendisini çağırıp İstanbul’u Türklerin alıp alamayacağını bildirmek için remil açmasını söylediğini; remilde İstanbul’un Türklerin eline geçtiğini bildirmesi üzerine, Kostantin’in kızarak kendisini zindana attırdığını anlattı. Keşiş sonra, “demek remilim doğru imiş” diye ekledi.
Bunun üzerine Fatih de İstanbul’un kendi elinden çıkıp çıkmayacağına dair remil açmasını ve doğruyu söylerse armağanlar vereceğini bildirdi. Keşiş yeniden, bu defa Fatih için remil açtı. Ve remili şöyle yorumladı:
– İstanbul, Türklerin elinden savaş ile çıkmayacak. Lakin öyle bir zaman gelecek ki ellerindeki emlak ve toprak azalacak, bu suretle İstanbul Türk malı olmaktan çıkacak.
Bu falın bildirdiği sonuçtan ileri derecede meteessir olan Fatih, ellerini gökyüzüne kaldırarak: “İstanbul’da edindiği yerleri yabancılara satanlar, Allah’ın gazabına uğrasınlar” diye beddua etti.



Alman İmparatoru Şarklen'in Türkiye'deki elçisi tarafından "Dünyanın en güçlü ordusu" olarak tanımlanan Türk Ordusu, Birinci Viyana kuşatmasından önce Budapeşte önüne gelmiş, şehri kuşatmıştı.

Etrafta dolaşan şüpheli birini yakalayan askerler onu doğruca Başvezir İbrahim Paşa'nın huzuruna çıkardılar.

İbrahim Paşa ile o adam arasında şöyle bir konuşma geçti:

"- Sen kimsin?"

"- Kral Ferdinand'ın subayyım efendimiz!"

"- Demek casusluk niyetiyle geldin... Peki, ne öğrenmek istersin?"

"- Görevim, ordunuz hakkında bilgi toplamaktı!"

"- Anlaşıldı... Şimdi var, istediğin bilgileri topla!.."

İbrahim Paşa, sonra da ilgililere dönüp emir verdi:

"- Bu casusa istediği herşey gösterilsin, sorduğu herşeye doğru cevap verilsin!"

Söylenenler yapıldı ve Alman subayı adeta misafir olarak ağırlandı.

Osmanlı ordugâhını baştan başa dolaşan casus subay gördükleri karşısında hayretini gizleyemiyordu. İşi bittikten sonra tekrar huzura çıkarılınca İbrahim Paşa'ya da durumu anlattı. İbrahim Paşa gülerek elini uzattı ve onu yolcu etti:

"- Haydi git, gördüklerini kralına anlat!.."

Osmanlıların kendi güçlerinden ne kadar emin olduklarını gösteren güzel bir örnek, değil mi?

Öyle bir örnek ki, dünyada eşi ve benzeri ne görüldü, ne de görülecek!

İşte büyük ordu, işte büyük devlet ve işte büyük devlet adamları!..


Hazreti Fatih, İstanbul'u fethettikten sonra, hemen kendi ismiyle anılan bir cami ve etrafına da büyük bir medrese yaptırdı. Bugünün üniversitesi sayılan medresede, Fatih de, bir oda almak istiyordu. Fakat Fatih'in bu isteğini medresenin ilim neyeti:

— Siz ne talebesiniz, ne de hacegân sınıfındansınız. Bu durumda medresede bir odaya sahip olmanız mümkün değil, dediler.

Hazreti Fatih, aldığı bu cevaba kızmadığı gibi: ,

— Medresede bir odaya sahip olabilmem için, ne yapmam lâzım? dedi.

— İmtihan olmanız lâzım, dediler.

Fatih, aynı talebe imiş gibi imtihana girdi ve imtihanı kazanarak kendi yaptırdığı medresede bir odaya sahip oldu.


Adı kahramanlık türkülerine konu olan Genç Osman, 1630 yılında Padişah 4. Murad tarafından düzenlenen ikinci Bağdat seferinde yer alan 17 yaşında bir delikanlıydı. Genç Osman’ın tavsiyesiyle dökülen toplarla Bağdat ele geçirilir. Genç Osman savaşta iki eli kesilmesine rağmen sancağı düşürmez ve ordunun en önünde gider. Bir adamın onu görüp hayret etmesi üzerine bayrak yere düşer ve Genç Osman şehit olur.

1914 ile 1917 yılları arasında Bağdat uğruna canını veren 187 askerle, şehrin kapılarını ilk açan Genç Osman, Bağdat’taki şehitlikte yan yana yatıyor.




Mehteran takımlarının cenk öncesinde çaldığı, hemen her kulağın aşina olduğu şu sözler kazınmış Genç Osman Şehitliği’ndeki mozoleye: “İptida Bağdat’a sefer olanda, Atladı hendeği geçti Genç Osman. Vuruldu sancaktar, kaptı sancağı; iletti burca, dikti Genç Osman. Bağdat’ın kapısını Genç Osman açtı, Gören düşmanların tedbiri şaştı. Allah Allah deyip geçti, Genç Osman...”


Irak’ta Bağdat Şehitliği, Osmanlı Şehitliği ve Kut–el Amare Şehitliği olmak üzere üç Türk şehitliği bulunuyor. Buralarda binlerce şehit yatıyor.

Genç Osman, tarih sayfalarına 1630 yılında Padişah 4. Murad’ın Bağdat seferi öncesinde geçti. Kahramanlığı dilden dile anlatılarak efsaneleşti. Tarihçi Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün ‘Kayıkçı Kul Mustafa ve Genç Osman’ adlı eserinde Genç Osman’ı özetle şöyle hikaye eder: “Bağdat seferine çıkacak olan Padişah, tellalları çağırtıp, bıyığına tarak batabilecek yaşta olgun kimselerin orduya katılmasını ister.


Ordudaki kumandanlardan birinin genç yaşta bir oğlu vardır. Sultan’ın huzuruna çıkarılan bu çocuğa padişah, “Bıyığına tarak batmayanın orduya katılmamasını, aksini yapanların öldürüleceğini bilmiyor musun?” diye sorar. Delikanlı sakalının, içinde olduğunu söyleyerek tarağı dudağına saplar. Bu durum da sultanın hoşuna gider ama Genç Osman ilk Bağdat seferine götürülmez ve şehir ilk saldırıda alınamaz.


Abdulkadir Geylani Hazretleri, Genç Osman’ın rüyalarına girerek top konusunda öğütler verir. Barut yerine toprak, gülle yerine taş koymalarını öğütler. Genç Osman’ın Sultan’la beraber sefere çıkması ve Abdulkadir Geylani’nin tavsiyeleri üzerine hareket edilmesi sonucu kale surlarında gedik açılır. Ve şehir ele geçirilir. Genç Osman iki eli kesilmesine rağmen sancaktar olduğu için sancağı düşürmez, ordunun önünde gider. Bir adamın onu görüp hayret etmesi üzerine ise bayrak yere düşer, Genç Osman şehit olur.”

Bu mesaj; Estergon tarafından '21.11.09 - 02:55' tarihinde değiştirildi. Sebep: Üst üste birden fazla mesaj yazamazsınız.
Alıntı ile Cevapla
Sponsor
  #2 (permalink)  
Alt 21.11.09, 10:12
Joannie - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Lonely...
 
Kaydolma: 15.07.09
Kadın
Mesajlar: 10.176
Teşekkürler: 1.351
Üyeye 613 kez teşekkür edildi
Standart Cevap: Osmanlı Hikayeleri...

Hepsi çok güzel Furkan. Çok teşekkürler ama lütfen devamı da gelsin.
Ben böyle hikayeleri çok severim
Alıntı ile Cevapla
  #3 (permalink)  
Alt 21.11.09, 11:06
Estergon - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
KeLBaYKuŞ
 
Kaydolma: 07.09.09
Erkek
Mesajlar: 8.586
Teşekkürler: 315
Üyeye 796 kez teşekkür edildi
Standart Cevap: Osmanlı Hikayeleri...

Beğenmene sevindim..Buldukça ekleyeceğim zaten..
Alıntı ile Cevapla
  #4 (permalink)  
Alt 21.11.09, 11:10
Joannie - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Lonely...
 
Kaydolma: 15.07.09
Kadın
Mesajlar: 10.176
Teşekkürler: 1.351
Üyeye 613 kez teşekkür edildi
Standart Cevap: Osmanlı Hikayeleri...

Kritovulos, 15. yüzyılda yaşamış Bizanslı bir tarihçidir. İstanbul’un fethini ve diğer önemli olayları, savaşları yazıp Fatih Sultan Mehmed’e takdim etmiştir. Ve Fatih’in takdirini kazanmıştır. tarih-i sultan mehmethan-ı sani. yazarı: kritovulos yıl: 1328 fatih sultan mehmet bu tarihi yazan kritovulos u imroz adasına kral yaparak ödüllendirmiştir.
Kritovulos’un Fatih dönemindeki on yedi yıllık olayları yazdığı, İstanbul’un Fethi adlı kitabında İstanbul’un nasıl elden çıkacağını bir falcının gözünden anlatmakta ve sanki bu günlere nazire yapmakta.

Fatih, İstanbul’a girip Ayasofya önüne geldiği zaman, derinden derine bir inilti işitti. Sesin geldiği yöne bir adam gönderdi. Sakalları uzamış, perişan durumda bir keşiş bulup getirdiler. Huzura çıkardılar. Korktu, teskin ettiler. Neden zindana atıldığını sordular.
Keşiş, Türklerin kuşatma hazırlıkları sırasında Kostantin’in kendisini çağırıp İstanbul’u Türklerin alıp alamayacağını bildirmek için remil açmasını söylediğini; remilde İstanbul’un Türklerin eline geçtiğini bildirmesi üzerine, Kostantin’in kızarak kendisini zindana attırdığını anlattı. Keşiş sonra, “demek remilim doğru imiş” diye ekledi.
Bunun üzerine Fatih de İstanbul’un kendi elinden çıkıp çıkmayacağına dair remil açmasını ve doğruyu söylerse armağanlar vereceğini bildirdi. Keşiş yeniden, bu defa Fatih için remil açtı. Ve remili şöyle yorumladı:
– İstanbul, Türklerin elinden savaş ile çıkmayacak. Lakin öyle bir zaman gelecek ki ellerindeki emlak ve toprak azalacak, bu suretle İstanbul Türk malı olmaktan çıkacak.
Bu falın bildirdiği sonuçtan ileri derecede meteessir olan Fatih, ellerini gökyüzüne kaldırarak: “İstanbul’da edindiği yerleri yabancılara satanlar, Allah’ın gazabına uğrasınlar” diye beddua etti.






YA GERÇEK Mİ BUU?
Alıntı ile Cevapla
  #5 (permalink)  
Alt 21.11.09, 11:40
Estergon - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
KeLBaYKuŞ
 
Kaydolma: 07.09.09
Erkek
Mesajlar: 8.586
Teşekkürler: 315
Üyeye 796 kez teşekkür edildi
Standart Cevap: Osmanlı Hikayeleri...

bilmiyorum...Alıntı yaptım ancak gerçeklik payı olabilir de

Hünkar'ın Ayasofya ile alakalı bedduasının hışımına mı uğradık?

O'nun vasiyet namesindeki şu bedduayi hatirlamak acaba bizi bir uyanış ve silkenişe kavuşturabilir mi?:

"Benim bu camimi, camilikten çıkaranlar, ALLAH'ın (c.c), meleklerin ve bütün müslümanların lanetine uğrasınlar!.. Onlar, hiçbir zaman hafiflemeyen bir azap içinde bulunsunlar!.. Yüzlerine bakan ve kendilerine şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın!.."

Şair, bu hazin manzarayı soyle ifade ediyor:

AYASOFYA

Ürperdi hayâlim, bu nasıl korkulu rüya?..
Şaştım, neyi temsil ediyorsun. Ayasofya?..

Çöller gibi ıssız, ne hazin ülke muhitin,
Yâd el gibi, yurdunda garib olmalı mıydın?..

Beşyüz senelik bezmine ermekti ümidim,
Çöller gibi ıssız, seni ben görmeli miydim?..

Bayram, Ramazan, Cum'a, mübârek gecelerde,
Avize değil, mum bile yanmaz mı içerde?..

Gâşyolmuş İbâdetlere hayrandı felekler..
Tekbirine ses verdi, asırlarca melekler..

Coşmaz mı denizler gibi, yâdındaki âlem?..
Göklerde melekler, tutuyor hep sana mâtem..

Yâdında bin üçyüz senelik menkıbeler var.
Her menkıbe, hicrânına mâtem tutar, ağlar!.

Beş yüz sene âlem, seni tehdid ediyorken,
Devler gibi düşmanlara, meydan okudun sen!..

Târihimin ömründe, gönüller dolu güldün,
Çılgınca esen, bir acı rüzgârla döküldün!..

Paslanmada! Altın yazılar, âh! O eserler.
Kabrinde kan ağlar, bunu gördükçe (Kazasker)..

Fâtihleri ağlatmada, hâlin, Ulu Mâbed..
Yâdın, kanar imânlı gönüllerde müebbed!...

Gamlı renklerle örülmüş, ne hâzin çerçevesin,
Bir yıkık türbe mi, virâne misin, yoksa nesin?

Bak, hayâlimdeki âlem, geliyor vecde yine,
Gözlerim daldı; sütunlarla (Fetih Âyeti) ne!..

Muhteşem âbidesin: Dinimin ulviyetine,
Remz idin, beş asır ecdâdımızın şevketine!...

Aldı senden beş asır, azmine kuvvet kaleler..
Yine hep, aynı tehassüsle yücelmiş kuleler..

Nerde: Yandıkça, Süreyyâlara dehşet vererek,
Coşan âvizelerinden yayılan: Binbir renk!..

Çan sesinden, seni kurtarmış ezanlar nerde?..
Hani bülbül gibi Kur'ân okuyanlar nerde?

0 ezanlar, bütün İslâm'a şerefler verdi,
Sanki her pencere, lâhuta bakan gözlerdi!..

O ilâhî yüce sesler, yine gelmez mi dile?
Şimdi artık, işitilmez mi, sönük nağme bile?

Şimdi Cennet, sana sermez mi yeşil gölgesini?..
Şimdi hûriler, işitmez mi ilâhî sesini?..

Nice bin hâtıra, gönlümde coşup canlanıyor..
O ne parlak görünüş! Sanki hayâlim yanıyor!

Hutbeler çağlamaz olmuş, şu yeşil minberden,
Gamlı bir gölge yayılmakta bugün, her yerden!

Gizli bir âh ile artık yanar ağlar mı için?..
Nice bin derdile kalbin doludur çünki senin!

Hangi eller, sana akşamları, zinci vuruyor?
Yüce feryâdını, kimler boğuyor, susturuyor?..

Sen, ne âlemleri gördün, ne ömürler sürdün..
Batı dünyasına dehşet saçıyorken daha dün.

Gizli kurşunla, habersizce vuruldun mu bugün?..
Dönmeler, dans ederek yapmada karşında düğün'...

Dehre meydan okuyan, koskoca tarih, nerde?'..
Ülkeler fetheden erler, yüce (Fâtih) nerde?..

Seni Tevhide kavuşturmanın aşkıyla yanan,
O şehir orduların, döktüğü seller gibi kan,

Heder olmuş mu desem? Ah! Dilim varmaz ki,
Bugün onlar bile, mâtem tutuyorlar. Belki!

Bugün ağlattın eminim, ölüler âlemini,
Kerbelâ tutsa gerektir yeniden mâtemini!..

Tek ziyâretçin olan gün de yol almış gidiyor,
Muhteşem kubbeni, zulmette nasıl terkediyor?'..

Cemiyetlerden uzak; çölde mezâr olsaydın,
Orda billâhi, mezarlar bile senden aydın!..

Çöllerin, Ay-Güneş, en hisli ziyâretçisidir,
Hilkâtin Arşa çıkan zikrini her an işitir!

Şu perişan denizin inlemesinden duyulan!
Hıçkırıklarla boğulmuş, tutuşan bir hicran!..

Çağıdır ağlamanın, ey Ulu Mâbed, ağla!..
İntikam aldı firenkler, seni ağlatmakla!..

Dostun ağlarken, o bir yanda da düşman gülsün,
Kanamıştır yeniden kalbi, hazin (Endülüs)'ün!..

Bu elim fâcia, billâhi, yürekler acısı,
Müslüman Türkün evet şimdi bu en kanlı yası!..

Ey derin fâcia, manzumeye sen sığmazsın,
Tutuşup yanmada kalbim, seni târih yazsın!..


Ali Ulvi KURUCU









Bakınız...:

"23 Mayıs 1936’da İngiltere’de çıkan ünlü “The Times” gazetesi, Fatih’in kayıp vasiyetinin bulunduğu haberiyle çıkmıştır. Bu haberi okuduktan sonra iflah olmaz bir Fatih sevdalısı olan Süheyl Ünver hocanın yerinde durması mümkün müdür? İngiltere’de bulunan dostu Esad Fuad Tugay’dan yazıyı bulup kendisine göndermesini ister. Yazı eline geçer ama elindekinden yine de tatmin olmaz ateşli ruhu. Gözü, belgenin Fransızca aslındadır. “The Times”a mektup gönderip belgenin aslı hakkında bilgi rica eder. Londra civarında bir kütüphanede bulunduğunu, lakin kitapların Amerikalılar tarafından satın alınmak istendiğini öğrenir. Bu defa Londra Büyükelçisi Cevat Açıkalın’dan belgenin Princeton Üniversitesi Kütüphanesi’ne satıldığını öğrenir. Ne de olsa işin ucunda Fatih vardır ve Süheyl hocanın altın oku, hedefine ustaca yaklaşmaktadır. Yıllardan 1950 olur. Süheyl hoca, Princeton Üniversitesi Kütüphanesi’nde yazma eserler kataloğunda 168 numarada kayıtlı olduğunu öğrendiği kitabın bir kopyasını sonunda temin etmiştir. Belge, eski Fransızca ile kaleme alınmıştır, dolayısıyla Türkçeye tercümesinden önce ‘yeni Fransızca’ya çevrilmesi gerekmektedir. Bu görevi Galatasaray Lisesi profesörlerinden M. P. Gauthier üstlenir. İstanbul Üniversitesi de basmayı kabul etmiştir. Gayri hocanın keyfine diyecek yoktur. Yıllardan 1952’dir ve işte elimizde bir kitapçık durmaktadır: “Fâtih Sultan Mehmed’in Ölümü ve Hâdiseleri Üzerine Bir Vesika.”

“Fatih’in Vasiyetnamesi” denilen ve bir mektubun içinde geçen bu metinde neler vardır?
Mektup Galata’da oturan bir Ceneviz tüccarı tarafından Avrupa’da oturan kardeşine yazılmıştır. Bir kere, Fatih’in hâlâ bir sır olmaya devam eden ve ölümüyle yarıda kalan son seferini hangi devlete karşı açtığıyla ilgili meseleye dair bir ipucu yakalıyoruz mektupta. Sefere katıldığını öğrendiğimiz yazar, 3 Mayıs 1481’de vefat eden Fatih’i, nisan ayının sonunda Halep’ten gelen elçilerin ziyaret ettiğini ve eğer kalkıp gelirse, şehri kendisine seve seve teslim edeceklerini bildirdiklerini aktarır. Takdir edersiniz ki, Fatih, İtalyanların 12 Ada’yı teklif ettikleri ve ‘Teşekkürler, almayayım’ diyen İsmet İnönü’ye hiç mi hiç benzemez. Derhal harekete geçen Fatih, Memlûklar üzerine sefer açmış, ancak Gebze civarına vardığında hastalanmış, ölümünün yaklaştığını anlayınca da, huzuruna 3 önemli kişiyi çağırıp vasiyetini yazdırmıştır. Mektup bu vasiyetnameyi ve Fatih’in ölümüyle ilgili bazı bilinmeyen noktaları aydınlatan ‘içeriden’ bir belge hüviyetinde.

Sıhhati tartışmalı da olsa, seferde hazır bulanan birisi tarafından yazıldığı besbelli olan bu belgeye göre Fatih
1) İstanbul’da yaptırdığı Fatih Camii’nin avlusuna gömülmek istemiştir (bilindiği gibi o zamana dek padişahların cenazeleri Bursa’da toprağa veriliyordu dolayısıyla bu hanedanın ‘mezar siyaseti’nde köklü bir değişiklik demekti)



2) Sanılanın tersine sağ olan iki oğlundan Cem Sultan’ın değil Bayezid’in kendisinden sonra tahta çıkmasını emretmiştir



3) Ordudaki yeniçerilerin Bayezid tahta çıkmadan önce İstanbul’a sokulmamasını tavsiye etmiştir (yağmaya girişeceklerinden korkuyordu)



4) Tahta geçecek olan oğlu II. Bayezid’e bazı danışmanlarından şikayet ederek onların tavsiyeleriyle ‘yenilikler’ yapmak zorunda kaldığını bu yüzden onları hizmetinde tutmamasını söylemiştir



5) Topladığı muazzam hazinenin büyük bir itina ile muhafaza edilmesi gerektiği zira ileride ona muhtaç olacakları uyarısında bulunmuş



6) Kölelerinin âzad edilmesini buyurmuştur.



Metinde dikkat çeken nokta Fatih’in ölümünden önce gerçekleştirdiği hızlı reformlarından neredeyse bir tür pişmanlık duymuş olmasıdır. Bu tavır değişikliği muhtemelen ölümünden önce yeniliklere karşı biriken toplumsal ve siyasî tepkilere bir tür taviz olarak anlaşılabilir. Gerçi genç tarihçilerimizden Oktay Özel Fatih’in gerçekleştirdiği reformların abartıldığı kadar radikal olmadığını söylemektedir ama zamanın toplumu Fatih’in kararları karşısında açıkça ‘sürklase’ olmuş daha doğrusu ‘yorulmuş’ vaziyetteydi. Tahta ‘fütuhatçı’ politikasıyla öne çıkan Cem’in değil de ‘güvercin’ kanada mensup Bayezid’in geçirilmesinden Fatih’in peşinde şimşek hızıyla kıtadan kıtaya savrulmuş olan Osmanlı siyaset ve toplumunun 30 yıllık koşturmanın ardından bir hazım sürecine bir sükûnet devrine ihtiyaç duyduğu sonucunu çıkarmamız daha doğru görünüyor.



Vasiyetname’nin bir diğer önemli maddesi Fatih’in Kanunname’sine sonradan katıldığına inandığım Cem Sultan’ı öven paragrafı yalanlayan cümledir. Burada Fatih’in de toplumu aktif bir dinlemeye geçirmeye ikna olduğunu görmekteyiz. II. Bayezid’i ‘pısırıklık’la suçlayanlar onun iktidarının Yavuz ve Kanuni’nin gelişini hazırlayan bir pekişme çağı olduğunu unutuyorlar nedense.



Aslında ‘danışmanlar’ meselesi bugün de güncel. Demek ki Fatih’in çevresinde ona sürekli fikir ve proje sunan onu yönlendiren ve kendisi üzerinden siyaset üretmeye hevesli bir danışman kadrosu vardı ve tıpkı bugün Başbakan’ı yönlendiren çekirdek kadro gibi hedeflerini ona dikte ediyor onu harekete zorluyor onun üzerinden siyaset üretiyorlardı. Mektuptan Fatih’in bu kadronun tasfiyesini düşünmüş ama başaramamış olduğunu anlıyoruz."

Bu mesaj; Estergon tarafından '21.11.09 - 11:45' tarihinde değiştirildi. Sebep: Üst üste birden fazla mesaj yazamazsınız.
Alıntı ile Cevapla
Teşekkür Edenler:
  #6 (permalink)  
Alt 21.11.09, 12:11
Joannie - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Lonely...
 
Kaydolma: 15.07.09
Kadın
Mesajlar: 10.176
Teşekkürler: 1.351
Üyeye 613 kez teşekkür edildi
Standart Cevap: Osmanlı Hikayeleri...

Bu bilgileri paylaştığın için çok teşekkürler kankim.
Alıntı ile Cevapla
Teşekkür Edenler:
  #7 (permalink)  
Alt 21.11.09, 12:20
Estergon - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
KeLBaYKuŞ
 
Kaydolma: 07.09.09
Erkek
Mesajlar: 8.586
Teşekkürler: 315
Üyeye 796 kez teşekkür edildi
Standart Cevap: Osmanlı Hikayeleri...

Ben teşekkür ederim duyduğun ilgiden dolayı..
Alıntı ile Cevapla
  #8 (permalink)  
Alt 04.03.10, 18:33
Estergon - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
KeLBaYKuŞ
 
Kaydolma: 07.09.09
Erkek
Mesajlar: 8.586
Teşekkürler: 315
Üyeye 796 kez teşekkür edildi
Standart Cevap: Osmanlı Hikayeleri...

Yarım kalan bilgileri ekledim.
Uyardığın için teşekkürler Ekin.
Alıntı ile Cevapla
Teşekkür Edenler:
  #9 (permalink)  
Alt 04.03.10, 22:09
Joannie - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Lonely...
 
Kaydolma: 15.07.09
Kadın
Mesajlar: 10.176
Teşekkürler: 1.351
Üyeye 613 kez teşekkür edildi
Standart Cevap: Osmanlı Hikayeleri...

Asıl ben teşekkür ederim ,





Hımm..... Çok şüpheli.
Belki Fatih'in yanındakiler onun yapmak istedikleri ıslahatlardan hoşlanmıyorlardı...
Ama sonuçta tahta 2. Beyazid geçti...

Dilerim günün birinde o belgeyi görebilirim.

Bu mesaj; Joannie tarafından '04.03.10 - 22:16' tarihinde değiştirildi.
Alıntı ile Cevapla
  #10 (permalink)  
Alt 04.03.10, 23:36
okyanuso1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Profesör Baykuş
 
Kaydolma: 01.12.09
Erkek
Mesajlar: 2.209
Teşekkürler: 89
Üyeye 83 kez teşekkür edildi
Standart Cevap: Osmanlı Hikayeleri...

abdulhey öldü
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Konuya Ait Popüler Kelimeler
eski osmanlı hikayeleri gerçek osmanlı hikayeleri osmanlı hikayeleri eski osmanli hikayeleri





© 2013 KeLBaYKuŞ Forum | AtEsH
Telif Hakları vBulletin v3.8.4 - ©2000-2024 - Jelsoft Enterprises Ltd.
Search Engine Optimization by vBSEO 3.2.0'e Aittir.
Açılış Tarihi: 29.08.2006