Savaşımızı, şövalyelerimizin neden savaştığını anlayabilmek için çoğunluğun unuttuğu bazı gerçekleri yeniden gün ışığına çıkarmalıyız. İçinde bulunduğumuz savaşın kökleri evrenin başlangıcına dek uzanıyor. Ne de olsa dünya hep bugünkü gibi bir yer değildi.
Bizim zaman diye adlandırdığımız dönemden önce yalnızca mistik bir boşluk vardı ve bu boşlukta çok eski, hiçbir özel şekli olmayan enerjiler dolanıyordu. Bilinmeyen bir sebeple bu eski enerjiler yavaş yavaş biçim kazanmaya başladı. Bu cisimleşme/maddeleşme sırasında çok özel bir güç bilinç kazandı.
Logos adındaki bu gücün tek amacı kendi yansımasını yaratmaktı. Yüksek dağları, derin vadileri ve masmavi gökyüzü ile Carnac dünyasına ilk şekil veren o oldu. Sonra, kayaları yontması, vadileri ve okyanusları doldurması için suyu getirdi. En sonunda dünya mistik boşlukta turkuaz renkli bir mücevher gibi salınan muhteşem bir yere dönüştü. Ancak, Logos tatmin olmamıştı. Yarattığı nehirlerin, okyanusların ve göllerin ihtişamına tanıklık edecek birilerinin olması gerektiğini hissediyordu. Kayalar ve dağlar tek başlarına görkemliydi fakat hiçbirinde hayat yoktu.
Logos, dağları yapmak için kullandığı enerjiden artanlar ile hayatı yarattı. Artık suda yüzen balıklar ve toprakta yetişen ağaçlar vardı. Ardından yeryüzünde hayvanlar belirdi ve gökyüzünde kuşlar süzülmeye başladı. Logos, son olarak, kendisine benzeyen insanları yarattı. İnsanlar, Logos gibi, dünyayı kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirme gücüne sahipti.
Bir süre herşey yolunda gitti. Logos, insanlar onu Tanrı diye adlandırıyordu, durumdan memnundu; yarattıkları ise kendilerine bahşedilen dünyanın tadını çıkarıyordu.
Oysa yakında hepsinin huzuru bozulacaktı.
Yansıması olan insanları yaratma telaşı içinde Logos, bir enerji parçasına biçim vermeyi atlamıştı. Unutulan bu parça, yüzyıllar boyunca, karanlık bir vadide güzel bir cisme dönüştürüleceği anı bekledi durdu.
Başlarda oldukça sabırlıydı.
“Logos’un benim için özel bir planı vardır.” diye düşünüyordu. “Belki de beni neye dönüştüreceğine henüz karar vermedi.”
Uzun bekleyişin sonunda, biraz ilgi gördükten sonra terkedilen her bilinçli varlığın yaptığı gibi, sabrı tükendi ve öfkesi kabarmaya başladı. Logos’unkine benzeyen bilinci sayesinde, unutulan bu enerji parçası yavaş yavaş kendine biçim vermeyi başardı. Üstelik insanlar gibi sınırlı bir şekli yoktu, aksine her değişimde insanların sınırlarının ötesine geçiyordu. Değiştikçe daha da güçleniyor, unutulduğu için duyduğu öfke gitgide büyüyordu.
Logos, Unutulan’ı nihayet hatırladığında çok geç olmuştu. Unutulan, kendine Pathos adını veren bir varlığa dönüşmüştü. Logos’un gücüne kafa tutacak kadar kuvvetliydi, fakat içinde ondaki merhametin zerresini taşımıyordu. Aksine, Logos’un özenle yarattığı herşeyi mahvetmek için yanıp tutuşuyordu. İntikam almak uğruna yaptığı ilk hamle dünyaya Değişim getirmek oldu.
Pathos’un getirdiği Değişim yüzünden dört mevsim, gece ile gündüz, hayat ve ölüm ortaya çıktı. Pathos için bu yeterli değildi, kendisinin duyduğu acıyı ve terkedilmişlik hissini Logos’un da tatmasını istiyordu. Pathos, bir avuç kumu aldı; her bir kum tanesine, ileride insanlığın günahları olarak anılacak, en karanlık duygu ve dürtüleri doldurdu. Ardından her bir zerreyi alıp insan doğasına ekti. İnsanlar Logos’tan uzaklaşmaya ona yüz çevirmeye başladı. Hükmetmeye ve yok etmeye yarayan hırsı, şehveti ve arzuyu tatmışlardı.
Pathos’un ölümü getirmesiyle Logos’un dünyanın görkemli varlığının sonsuza dek süreceği yönündeki hayali yıkıldı. Çünkü, Logos’un sadece yaratma gücü vardı, yenileme gücü yoktu. Böylece, Pathos’un öyle bir niyeti olmadığı halde, hayat ve ölüm arasındaki ayrım yeni bir varlığın ortaya çıkmasına neden oldu. Ölenlerin geride bıraktığı enerjilerden yeni hayatlar yaratma görevi yeni tanrıya, Hayat Tanrıçası Akara’ya verildi.
Akara her canlı ile devamlı bir ilişki içindeydi. Yaşlanıp ölenleri gözetir, onların yerini gençlerin almalarını sağlardı. Dünya üzerindeki canlıları Logos’un anlayamadığı bir şekilde anlamayı başarıyordu. Kendisine hiç saygı göstermedikleri halde canlıları ona aitlermiş gibi seviyordu. Zaman geçtikçe, üzüntü içindeki Logos’un onlardan uzaklaştığını fark etti; yarattıklarının değiştirilmesine özellikle ölmesine katlanamayan Logos onları ihmal etmeye başlamıştı. Akara, yaratıcı rehberlik etmediği sürece hayatın verimli yaşanamayacağını biliyor, üzülüyordu.
Bazen insanlar şöyle dua ediyordu:
Biz senin çocuklarınız,
Unutmuş olsan da
Terketme bizi asla.
“Belki,” diye düşündü Akara. “Belki bu çocuklara kendi çocuklarım gibi sahip çıkmalıyım.”
Logos, Akara’nın niyetini anladı; yarattıklarını tamamen kaybetmekten korktuğundan sorumluluklarını yerine getireceğine dair Akara’ya söz verdi. Tanrıça bir süreliğine rahatlamıştı.
Tam Logos sözünü tutmak üzere işe koyulduğunda Pathos yeniden ortaya çıktı. Bu defa, Logos’un en başta yarattıklarından birini, Logos’un üzerinde ilk kez rüzgarı hissettiği, bulutlara ilk kez dokunduğu dağları yok etmeye karar vermişti. Pathos, Carnac’ın çekirdeğinin derinliklerinden ateşi çağırdı; çok sevdiği dağlarının yıkılması karşısında dehşete kapılan Logos Pathos’u durduramadı. Yok edici alevler ormanları tutuşturmuş, nehirleri kurutmuştu. İnsanlar tanık oldukları felaket karşısında çaresizdi, pek çoğu hayatını kaybetmişti.
Logos derin bir kederle yeniden kabuğuna çekildi, artık ona ait olmayan dünya ile ilgilenmiyordu.
Bu defa Akara, Logos’un sorumluluğunu üstlenmekte kararlıydı. Ancak Logos’un kolay vazgeçmeyeceğini biliyordu. Hayatın sürdürülebilmesi için, dünyayı zayıf yürekli Logos ve acımasız Pathos’tan kurtarmak üzere bir komplo düzenledi.
Akara’nın bu arzusu yeni bir Tanrı’nın yaratılmasına neden oldu: Cypher. Yeni Tanrı, yıkım ve aldatmacadan başka bir şey bilmiyordu.
Akara, Logos’un yanına gidip ona yeni Tanrı’dan bahsetti. “Yok etme gücü var, ne daha fazlası ne daha azı. Onun gücünü kullanarak Pathos’tan kurtulabilirsin.”
Akara’nın anlattıklarını dinleyen Logos sevinç içinde Cypher’ı aramaya koyuldu. Dünyayı yeniden eski haline getirme hayalleri ile oradan uzaklaşırken Tanrıça’nın yüzünde beliren tebessümü göremedi.