|
Sponsor |
|
||||
ATATÜRK'Ü HUMANİST BİR PERSPEKTİFTE KAVRAMAK
Atatürk'ün kişiliğini ve eserini incelemiş olan tarihçileri yanıltan çeşitli etkenlerin var olduğu kabul edilmelidir. Mussolini'nin ve Hitler'in çağdaşı olması, bir takım karşılaştırmalara ve benzetmelere yol açmıştır: günün geçerli yöntemi olan pragmatik ve pozitivist yöntem bu yoldaki çalışmalara hız kazandırmıştır. Ancak pragmatik ve pozitivist yöntem her şeyin yüzeyinde kalan, derine işlemeyen bir yöntemdir: böyle olduğu için de, geçerli bir yöntem olabilmesi ya da, hiç olmazsa, büyük yanılgılara yol açmaması için, bizzat olayların akla ve mantığa uygun olmaları ve gene akla uygun ve mantıklı koşullardan kaynaklanmaları gerekir. Ne var ki bu yöntem batı evreninden, yani içinde doğduğu evrenden farklı bir evrenin sorunlarını incelemek için kullanıldığı zaman tümüyle yetersiz olduğunu ortaya koymakta gecikmemektedir. Pragmatik yöntem Atatürk'ün, tıpkı Mussolini ve Hitler gibi, ülkede tek partili bir düzen kurmuş olduğunu saptamakla yetinir. Gözlemleri bu olay üzerinde odaklanır; değişik ülkelerde aynı sonucu doğuran çok değişik ve özel koşulların bulunabileceğini hesaba katmaz ve böyle bir araştırma ile kendini görevli saymaz: olayların nedenlerini incelemeye yanaşmaz. Güdülen amaçların ne olduğu ile de ilgilenmez. Oysa Atatürk ile Avrupalı diktatörler arasındaki büyük fark, güdülen değişik amaçlardadır. Mussolini ile Hitler Fransız ihtilalinin ilkelerine cephe alırlar ve, demokrasinin kokuşmuş bir yönetim biçimi olduğu savı ile, aslında diktatörlüğün övgüsü olan yeni bir devlet kuramı oluşturmaya uğraşırlarken, "diktatör" Atatürk kent kent dolaşıyor, cumhuriyet rejiminin yararlı yanlarını anlatmaya çalışıyordu; "Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir; sultanlık korkuya, tehdide müstenit olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir" diyordu. Takriri sükûn yasasının yürürlükte olmasından yararlandıysa "yalnız ve ancak bir noktai nazardan istifade etmiştir... O noktai nazar şudur: Türk milletini, medeni cihanda, lâyık olduğu mevkie ıs'at etmek ve Türk Cumhuriyetini sarsılmaz temeller üzerinde, her gün, daha ziyade takviye etmek için" yararlanmıştır. Bu ise, ancak bir koşulla, "istibdat fikrini öldürmek" koşulu ile olanaklıydı. De facto diktatörce olmakla beraber, kurulan rejim demokrasi ilkelerine inancını ilan eden ve toplumu demokratik ideale göre eğitmeyi amaç edinen bir rejimdi. Nesnelerin gözle görülür somutluğundan başka gerçek tanımayanlar için bu oldukça karışık bir durum gibi gözükebilir; ancak, ister çapraşık diye nitelensin, ister öngörüşlü olarak kabul edilsin, bu davranış Türk toplumuna 1945 'te çok partili rejime geçme ve, ülkeyi herhangi bir bunalıma sürüklemeksizin, 1950 seçimlerinde bir çeyrek yüzyıl süre ile ulusun yazgısını elinde tutmuş olan Cumhuriyet halk partisini iktidardan uzaklaştırma olanağını vermiştir. Eserinin yanlış anlaşılmasına yol açan ikinci bir etken, 1917'de Rusya'da patlak veren komünist ihtilalidir. Atatürk'ün siyasal ve toplumsal kurumların laikleştirilmesi için gösterdiği çaba, kötü niyet ya da bilgisizlik yüzünden, marksizmin öğretisel ateizmi ile sık sık karıştırılmıştır. İşte bu çeşit yanılgıların önlenmesi ve Atatürk üzerine bugün hâlâ özlemi duyulan ciddi bir eserin yazılabilmesi için, onun Mecliste ve Meclis dışında söylediği söylevleri ve özellikle 1927 yılında okuduğu Büyük Nutuk'unu okumak ve iyi anlamak gerekir. Bu o kadar kolay bir iş değildir; çünkü Atatürk'ün düşüncesini ve eserinin taşıdığı anlam ve değeri gerçekten anlayabilmek için iki ayrı evreni kapsayan geniş bir bilgiye gerek vardır: batının humanist değerlerini olduğu kadar, kuramsal eserlerden çok günlük hayatın gerçekliğinde beliren İslamlığın ruhunu tanımak zorunluluğu vardır. Oysa, batılı bilginler genellikle devrimin, kendi evrenlerine hiç te yabancı olmayan amaçlarını çok iyi anlamakla beraber, devrimin fikirsel ve manevi alanlarda harcamak zorunda kaldığı çabayı ölçecek, devrimin taşıdığı evrensel nitelikteki değeri kavrayacak güce sahip değildirler; bunun nedeni; bir yandan batılı olmayan dünyayı tanımamaları, bir yandan da kullandıkları pragmatik yöntemdir. Doğulu bilginlere gelince, bunlar batıyı çok yüzeysel bir biçimde tanımaktadırlar ve, Atatürk'ün çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma yolunda harcadığı çabanın büyüklüğünü değerince anlamakla beraber, devrimin gerçek amaçlarının ne olduğunu saptamak ve dolayısıyla devrimi fikir düzeyinde değerlendirmek gücünden yoksundurlar. Ruhuna erişilmesi ne kadar zor olursa olsun, Nutuk, Atatürk'ün kişiliğini ortaya koymak isteyen için en önemli kaynaktır. Böyle olduğu halde, bugüne kadar hiç bir ciddi incelemeye konu edilmemiş olması dikkat çekicidir. Onu gerçekten anlayanlar için, Nutuk edebi ve tarihsel değeri ilk bakışta göze çarpan önemli bir eserdir. Bizim kanımıza göre, Nutuk biçim ve içerik bakımından Türk nesrinin en büyük eseridir. Tarih eseri olarak, değeri her ölçünün üstündedir: tarih eserinden olayların gerçeğe uygun bir anlatımı ve mantığa uygun bir yorumu anlaşılıyorsa, 1919-1927 yılları arasında yer alan olayların bu anlatımından ve bu yorumundan daha kusursuz bir şey düşünülemez; çünkü yazar o olayları tasarlayıp gerçekleştiren insandır. Böylece Thukydides'in dilediği ideal durum oluşmuş olmaktadır. Atatürk'ün söylevi, tıpkı Thukydides'in tarihi gibi, bir tarih ve sanat eseridir, ve nasıl Thukydides'in eserinde devlet adamlarına atfedilen söylevler çıplak olayları fikir yönünden aydınlatıyorsa, Atatürk'ün Nutuk'unda da gönderilip alınan telgrafların metinleri okuyucuyu Kurtuluş savaşının manevi ortamına sokuyor; bununla da kalmayıp, geçen olayların en derin nedenlerini ortaya koyuyor. Nutuk'a geçirilen bu metinler birer gerçek belgedir; bu nitelikleri ile, Thukydides'in tarihine serpiştirdiği söylevlerden daha büyük bir değer taşırlar. Bundan daha önemli olmak üzere, o metinler bize asıl savaşımın muharebe meydanlarında değil, telgraf makinelerinin başında sürdürüldüğünü göstermektedir. Değinilmesi gereken önemli bir konu daha var: Atatürk devriminin fikirsel değerini hiçe indirmekte çıkarı olanlar, onun eserinin geçmiş çağlarda girişilen reform hareketlerinin yalnızca bir devamı olduğu görüşünü ileri sürerler; kişisel bir yargıya varma gücünden yoksunluğu bilimsel nesnelliğe sıkı bir bağlılık biçiminde anlayanlar da bu sava katılırlar. Devrimin önceki dönemlerin olaylarını izlediği, önceki dönemin tarihine bağlandığı kuşkusuz yadsınamaz. Ancak Atatürk'ün düşüncesi ile Osmanlı yenilikçilerinin düşüncesi arasındaki farkın öz farkı olduğu da ancak körü körüne yan tutanlarca reddedilebilir. Bu fark bir derece farkı değil, bir nitelik ve ruh farkıdır. Özellikle ticaretle ilgili bir çok maddelerinin şeriat esaslarını açıkça çiğnediğini bildiğimiz Mecelle'nin hazırlanması ile - İsviçre vatandaşlık yasasının hemen hemen eksiksiz bir çevirisi olan - Türk vatandaşlık yasasının, nisan 1926 tarihinde Türkiye'de yürürlüğe konması ve böylece yeni bir hukuk düzeninin kurulması arasındaki fark ne ise, bu iki düşünce arasındaki öz farkı odur. Aynı zamanda Peygamberin temsilcisi olması dolayısıyla, uyruklarının dünyasal ve ruhsal efendisi durumunda olan bir hükümdarın, kurulmasına razı olup izin verdiği bir parlamentolu rejimle, ulusal egemenlik ilkesine dayanan cumhuriyetçi ve laik bir rejim arasındaki fark ne ise, o iki düşünce arasındaki fark ta öyle bir ruh farkıdır. Nihayet, Sokrates'le davranışlarının bir örneğini Platon'un Phaidros'unda gördüğümüz sofistleri karşı karşıya getiren bakış açısındaki farklılık ne ise, bu da öyle bir farklılıktır. Sokrates, halkın çabucak kanıp inanma mizacı ile alay eden; Oreithyia adlı genç kızın Bora tarafından kaçırıldığına inanmayıp, rüzgârın kızı, kayaların üstünde arkadaşı Pharmakeia ile oynarken itip aşağıya yuvarlamış olacağını düşünen sofistlerin görüşüne uymayı reddeder. Eski mythosların bu biçimde, akılcı bir zihniyetle, yorumlanmasında onun için çekici bir yan yoktur; yararını da görmemektedir. Onun tutumu başkadır: bu halk öyküsündeki şiir havasını beğenir, ancak bu masalı mantığın ölçülerine vurarak incelemeyi reddeder. Mythosun yeri mythos alanıdır; bu alanı felsefe araştırmaları alanından ayrı tutar. Oreithyia ile Bora efsanesi onun gözünde halkın ince ruhunu dile getiren güzel bir masaldır, o kadar. Sofistler ise akılcı yorumları ile efsanenin şiir havasını bozmakta, buna karşılık gerçeği bulgulama yolunda tek adım atamamaktadırlar. Sokrates'in sofistleri eleştirmesinin nedeni budur. Aslına bakılırsa, Sokrates geleneklere sofistlerden daha saygılıdır. Ancak yığınlar bunu kavramakta güçlük çekerler; onların kanılarında mantığın yeri pek yoktur. Halk yığınları ciddi bir zihin çabası gösterme gücünden yoksun olduğu için daima ödünlü uyuşma yoluna sapanlarla beraberdir. Sofistlerin davranışı böyle bir ödünlü uyuşmadan -eski değer yargıları ile yeni görüşleri birlikte koruma olanağını veren bir ödünlü uyuşmadan - öteye varmaz. Sofistler mythosu bir yana itmiyorlar; kayaların üzerinde oynarken birdenbire yok olan Oreithyia'nın anısına bir bakıma bağlıdırlar. Bambaşka bir biçimde yorumlamakla beraber onlar efsanenin verilerini kabul ediyorlar. Hiç bir şeyi yıkmıyorlar, ortadan kaldırmıyorlar; eski bir öyküyü çağdaş anlayışa, günün görüşlerine ve duygularına uydurmakla, yani modernleştirmekle yetiniyorlar. Oysa Sokrates yıkıyor, yok ediyor. Tanıma kaynağı olarak mythoslar, tanıma kaynağı olarak ataların aktardığı bilgiler onun için geçersiz şeylerdir. Hakikatin kaynağı, devletin manevi ve toplumsal düzenine temel oluşturan ilkelerin kaynağı onun için artık gelenekler değil, akıldır. Bu durumda sofistler yenilikçidir, ama Sokrates ihtilalcidir. Onun Atina mahkemesi tarafından ölüme mahkûm edilmesinin gerçek nedeni bu ihtilalciliğidir. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyetin ilanını izleyen dönem, coşkulu bir etkinlik ve yaratma dönemidir. Atatürk'ün burada çizilen manevi portresi göz önünde tutulursa, büyük devrimi meydana getiren - laik devletin kurulması, Arapça ve Farsça nın okullardan kaldırılması, öğretimde çağdaş bilimlere ağırlık verilmesi, ülke kapılarının batı tekniğine açılması, din esasına dayanan yasanın yerine İsviçre vatandaşlık yasasının ve İtalyan ceza yasasının konması, Arap harflerinin kaldırılıp Latin harflerinin kabul edilmesi, Avrupalı örneklerine uygun bir çok toplumsal ve kültürel kurumlarla bir çok eğitim ve sanat kurumlarının kurulması, giyim kuşamda batıya uyulması gibi - büyük atılımların bu kadar kısa bir zamana nasıl sığdırılmış olduğu daha iyi anlaşılır. Birbirini süratle izleyen bu aşamaların son amacı ülkeyi, önceden ve özenle hazırlanan bir plan gereğince, özü ve görünümü ile baştan başa değiştirmektir. Radikal yenilenmeden Atatürk'ün anladığı, toplumun tümüyle de olsa sadece maddi yaşamının değişmesi değil, onun kültürel ve manevi yaşamının da özlü bir değişmeye uğramasıydı. Yeni değerlerin kabul edilmesini yeterli bulmuyordu; istediği, bu değerlerin kişilerin zihnine işlemesi, onların zihin habitus'u haline gelmesiydi. Pratikte imparatorluğun bütün ticaretini Müslüman olmayan azınlıkların tekeline bırakan ve böylece - dinin koyduğu ticaret yapma yasağının da yardımı ile - Türk ulusunu etkin yaşamdan uzak tutup onu tam bir hareketsizliğe zorlayan kapitülasyonların kaldırılması, Türk toplumunun bundan sonraki atılımını olumlu yönde etkilemiştir. |
|
||||
ATATÜRK İLKELERİ'NİN AMACI
Millî Mücadele'miz başarıyla sonuçlanıp bağımsızlık kazanılmıştı. Fakat son yüzyıllarda milletimizin içinde bulunduğu geri kalmışlık devam ediyordu. Bu durumu ortadan kaldırmak için Türk toplumunu aklın ve bilimin öncülüğünde çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak gerekiyordu. Atatürk'e göre çağdaş milletler, bu niteliklerini bilim ve teknolojiyi kendilerine rehber ederek kazanmışlardı. O hâlde, Türk milletine de her alanda yol gösterecek tek rehber, bilim ve teknik olmalıydı. Bu bakımdan ilim ve fennin dışında rehber aramak Atatürk'e göre gafletti, cahillikti ve doğru yoldan sapmaktı. Atatürk, Onuncu Yıl Nutku'nda "Türk milleti, millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir" diyerek millî birlik ve beraberlik açısından dayanışmanın önemini vurgulamıştır. Atatürk ilkelerinin amacı, Türk milletinin birlik, beraberlik içinde onurlu ve mutlu bir hayat sürmesini sağlamaktır. Bağımsız ve güçlü bir Türkiye, ulaşılmak istenen başlıca hedeftir. Türkiye Cumhuriyeti'nin gelişmesi, güçlenmesi ve sonsuza kadar bağımsız yaşaması varılmak istenen nihaî sonuçtur. Bunun için yeni Türk devleti, Atatürk ilkeleri ile çağdaş temeller üzerinde kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti'nin dayandığı Atatürk ilkeleri; "Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Lâiklik ve İnkılâpçılık" tır. Bu ilkeler 1937 yılında anayasaya girdi. Türkiye Cumhuriyeti'nin niteliklerini belirleyen bu ilkelerin öğrenilerek, davranış hâline getirilmesi gerekir. |
|
||||
ATATÜRK İLKE VE İNKILÂPLARI'NIN DAYANDIĞI ESASLAR
Atatürk ilke ve inkılâplarının dayandığı sosyal, siyasal, kültürel ve tarihî temeller vardır. Değişik konularda değindiğimiz bu esasları, toplu olarak şöyle sıralaya biliriz: - Millî tarih bilinci, - Vatan ve millet sevgisi, - Millî dil, - Bağımsızlık ve özgürlük, - Egemenliğin millete ait olması, - Millî kültürün geliştirilmesi, - Türk toplumunun çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarılması, - Türk milletine inanmak ve güvenmek, - Millî birlik ve beraberlik, - Ülke bütünlüğü. Millî Tarih Bilinci Millî tarih bilinci, fertlerin ve milletlerin tarihlerine ve geçmişlerine bağlılıkları, tarihlerindeki övünülecek olaylar ve şahsiyetler ile gurur duymaları, onlardan cesaret ve örnek almalarıdır. Böylece geçmişteki kötü olaylardan ders alarak böyle durumlara bir daha düşmemeleridir. Tarih bilincinin uyandırılmasında millî günlerimizin ve zaferlerimizin büyük bir yeri vardır. Bundan dolayı, millî günlere milletçe gereken önem verilmelidir. Millî değerlerine sahip çıkmayan, onları yeni nesillere aktarmayan milletler, yaşama güçlerini kaybederler. Vatan ve Millet Sevgisi Vatan; atalarımızın kan dökerek, can vererek bizlere miras bıraktığı, üzerinde yaşadığımız kutsal topraklardır. Bu uğurda her türlü fedakârlığı bizim de yaparak kendimizden sonra gelenlere bu emaneti teslim etmemiz lâzımdır. Bu da ancak vatanını ve milletini sevmekle olur. Millî Dil Türk milletini bir arada tutan, birlik ve beraberlik içinde yaşamasını sağlayan en önemli faktörlerden birisi de millî dilidir. Dil, millî birlik ve beraberliği korumada en etkili güçtür. Dil millî duyguyu geliştirerek, bağımsızlığın korunmasını sağlar. Bağımsızlık ve Özgürlük "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir." diyen Atatürk, yeni Türk devletini bu düşünceden ilham alarak kurmuştur. Hür ve bağımsız olmayan bir millet, istediği gibi hareket edemez. Bunun için Atatürk yeni Türk devletini hür ve bağımsız temeller üzerine kurmuştur. Egemenliğin Millete Ait Olması Atatürk ilke ve inkılâpları millet egemenliğine dayanır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ilkesi ile kurulmuştur. Atatürk, inkılâplarını bu ilkenin ışığında gerçekleştirmiştir. Millî Kültürün Geliştirilmesi Millî kültür, millî benliğin gelişmesinde, güçlenmesinde önemli rol oynar. Bundan dolayı Türk milleti için millî kültür hayatî önem taşır. Millî kültür dinamik ve gelişmeye açık olmalıdır. Aksi takdirde çağdaş kültürlerin gerisinde kalır. Türk Toplumunun Çağdaş Uygarlık Düzeyinin Üstüne Çıkarılması Atatürk'ün en büyük amacı, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmaktır. Atatürk Türk milletinin çağdaşlaşmasını her şeyden önce bir hayat davası ve var olma mücadelesi olarak kabul etmiştir. Türk Milletine İnanmak ve Güvenmek Atatürk'ün Türk milletine inancı ve güveni sonsuzdur. Millî Mücadele'ye Türk milletine güvenerek başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kurarken, Türk milletine olan sonsuz inanç ve güvenini hiç yitirmemiş, ilke ve inkılâplarının en güzel şekilde uygulanacağına inanmıştır. Millî Birlik ve Beraberlik Atatürk'ün en büyük amaçlarından biri de ülkede millî birlik ve beraberliğin sağlanmasıdır. Atatürk ilke ve inkılaplarının dayandığı temel esaslar, Türk milleti için büyük önem taşır. Çünkü Türk milleti bu temel esaslara sahip olduğu sürece hür ve bağımsız yaşayabilir. Ülke Bütünlüğü Ülke bütünlüğü, devletin fizikî unsurunu meydana getiren ülkenin birliğini, bütünlüğünü ve bölünmezliğini ifade eder. Ülke bütünlüğü, ilk defa Erzurum Kongresi'nde "millî sınırlar içindeki vatan bir bütündür. Ayrılık kabul etmez" kararı ile belirlenmiştir. Sivas Kongresi'nde de aynen kabul edilerek, Misak-ı Millî ile milletçe uygulanan bir politika hâline gelmiştir. Atatürkçülük, dinamik bir düşünce sistemidir. Çünkü daima geleceğe yöneliktir. Dinamik ideal, üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde millî birlik ve millî duyguyu meydana getiren Türk milletine ilişkin nitelikleri geliştirmeyi sağlayan hedefler ile Türk milletinin maddî hedefleri vardır. İkinci bölümde kişisel amaçlar bulunmaktadır. Fertlerin kültürlü olmaları, kişisel, sosyal ve millî güvenlik ideali birlikte ele alınmaktadır. Üçüncü bölümde ise manevî ve maddî hedeflere ulaşmamız için nasıl bir millî kültüre sahip olmamız gerektiği açıklanmaktadır. |
|
||||
ATATÜRK İLKELERİ'NİN ORTAK ÖZELLİKLERİ
Atatürk ilkelerinin çeşitli ortak özellikleri vardır. Bu özellikler şunlardır: - Atatürk ilkeleri Türk toplumunun ihtiyaçlarından doğmuştur. Bunların kabul edilmelerinde ve benimsenmelerinde, herhangi bir dış baskı ve taklitçilik yoktur. - Her ilkenin anlam, kavram ve yapısını, Türk milletinin ruhuna, karakterine ve geleneklerine uygun düşen yönüyle değerlendirmek gerekir. - İlkeleri birbirinden ayırıp tek tek değerlendirmek yanlış olur. Bunlar bir bütünün parçalarıdır. Milliyetçilik ilkesi halkçılıkla, halkçılık ilkesi cumhuriyetçilikle yakından alâkalıdır. - İlkeler akla ve mantığa uygundur. - Atatürk ilkeleri gerçeklere dayanan, geleceğe yönelik, birbirleriyle uyumlu ve tutarlı olması özelliği ile bir bütündür. Atatürk ilkeleri, Atatürkçü Düşünce Sistemi'ni meydana getirir. |
|
||||
ATATÜRK'ÜN DEHÂSI, DAVRANIŞLARI VE ÇALIŞMA BİÇİMLERİ
Dehâ ve dâhi kavramı türlü biçimlerde ele alınmış ve tarif edilmiştr. Bunların başlıcalarını anıyoruz. a) Doğuştan olağanüstü işler görmek ve eserler yaratmak kabiliyetinde olmak, yani olağanüstü yaratıcı bir dimağ taşımak. b) Herkesten çok önce anlamak görmek, sezmek, kavramak, duymak ve duygulanmak. c) Anlaşılması ve anlatılması imkânsız olan doğuştan büyüklük ve ululuk. d) İnsanlığın gelişmesi sırasında ulaşabileceği en yüksek zirveleri görüp göstermek ve topluluğu oraya götürecek olağanüstü yaradılışta olmak. e) Bazıları dehâyı uzun bir sabır diye tarif etmişlerdir. f) Bir akşam sofrada (1926 yazı) dâhinin tarifi yapılır ve herkes bir görüş ortaya atarken, Atatürk şunu demiştir: "Dâhi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğunda herkes onlara delilik der." Atatürk'ün taşıdığı vasıflar, bu tariflerin hepsine ayrı ayrı uyar. Onun dehâsının belirtilerini incelersek şunları görürüz. O, olağanüstü seziş, kavrayış ve duyuş hassalarına şu yönleri de eklerdi: Ortaya çıkması muhtemel konu, sorun ve olayları çok önceden tahmin edip, onlar üzerinde derinden derine dimağını işletir, en kötü ihtimallere kadar her şeyi gözönünde bulundurarak gereken tedbirleri kararlaştırır ve durumun ilerdeki gelişme derecelerine göre bunları kafasında sıralardı. Amaçlarını iyice tesbit ederdi; kafasında hiç dağınıklığa yer vermezdi ve hiç bir olay onu boş bulmazdı. Yukarıda Çanakkale vuruşmaları sırasında onun bu gibi davranıp ve görüşlerine rastladık. 6 Ağustos 1915 de başlayan İngiliz saldırıları dolayısiyle iki ay önce uyarılmaya çalışmış olduğu Liman von Sanders ve Esat Paşalar için: "... fikren hazırlanmamış oldukları harekât-ı hasmane karşısında pek nakıs tedbirlerle vaziyet-i umumiyeyi ve vatana pek büyük tehlikeye maruz bıraktıklarına vakayı şahit oldu" diye yazmıştır. İmlediğimiz üç kelime Mustafa Kemal'in büyük önem verdiği bir yönü aydınlatmaktadır. Conkbayırı'nın geri alınması sorunu dolayısiyle O, şunu yazmıştır: "Muharebede kuvvetten ziyade, kuvveti maksada muvafık sevk ve idare etmek mühim olduğu düşünülmüyordu." Yine bu Conkbayırı işinde kendisi üst ve alt makamlardakilerin inançlarına aykırı davranmaya karar vermesini izahı için şunları yazmıştır: "Bazı kanaatler vardır ki onların hesap ve mantıkla izahı pek güçtür. Bahusus muharebenin kanlı ve ateşli safhasında duyguların tevlit ettiği kanaatler... Bittabi her kanaat ve karar, içinde bulunulan ahval ve şerait tetkik ve bu tetkikat netayicini teferrüs (sezmek) ve takdir sayesinde tevellüt ener." Başarı onun dehâsının verdği "sezme" gücünün sonucudur. Ancak O, bunun da, durumu tetkike ve ona göre karar vermeye bağlı olduğunu açıklamaktadır. Yani doğuştan olan "seziş" kabiliyetine ek olarak dimağı çalıştırmanın esas olduğunu belirtmektedir. Atatürk'ün pek çok karar ve davranışları uzun inceleme ve düşüncelerin sonucu olmakla birilikte ani olaylar karşısında çarçabuk en uygun yolu seçmekte büyük kabiliyeti vardı. Arıburnu'nda ve Conkbayır'ındaki davranışları buna örnektir. Atatürk önem verdiği güç ve sıkıcı bir durumu çözdükten sonra rahatlardı ve bu yüzünden belli olurdu. Bu gibi durumlarda "beynime saplanmış bir çiviyi söküp attım" dediği olmuştur. Atatürk'ün çalışma tarzının bir önemli yönü de kendine öz bir danışma yolu seçmiş olmasıdır. O, böyle davranmakla hiç geriye doğru adım atmak zorunda kalmadan en şaşılacak devrimleri ve ileriye atılışları gerçekleştirmiştir. Pek çokları sanarlar ki Atatürk gerçekleştireceği devrimlere ve daha genel olarak göreceği önemli işlere birden bire ve kendi başına karar verip onları yürütürdü. Gerçektense onun demin dediğimiz gibi kendine öz bir danışma yolu vardır. Yapmak istediğini önce, bazen işin esasını pek belli etmeden ve nazari bir şey üzerinde konuşuyormuş gibi, sofrada söz konusu ederdi, içki ağızları daha kolay açtığı için leh veya aleyhte söyleyenler olurdu, konuşanların özel düşünce ve inançlarını bildiğinden söylediklerini ona göre değerlendirirdi. Bazı arkadaşlariyle ve halkla temaslarında, köylü ve kentli her türlü iş güç sahipleriyle konuşurken yine pek belli etmeden tasarısının uyandıracağı tepkiler üzerinde bilgi ve duygu edinirdi. Yalnız aldığı karşılıklardan değil, konuştuğu adamın yüzünden ve kımıltılarından da sonuçlar çıkarırdı. Böylelikle tasarladığı devrimin veya herhangi önemli işin nasıl bir tepki göreceğini ne ölçüde kolaylık veya güçlükle karşılaşacağını anlamış olur ve ona göre davranırdı. Özet olarak; dehâsı onu olağanüstü ve başka kimsenin yüreklenmeyeceği işleri görmeğe iterken O, çok esaslı psikolojik ve sosyal yoklama ve incelemelere girişmeden önemli hiç bir adım atmazdı. Bazen onun en yakınları arasında bile kendi gözleri önünde yapılmış olan bu yoklama ve çalışmaların anlamını sezmediklerinden atılan adımların delice ve tek başına alınmış kararların sonucu olduğunu sananlar bulunurdu. Bunun aksine olarak da onun bu yoklama usullerini bilmeyenler veya anlayacak kabiliyette olmayalar yapılan tartışmalar sırasında kendi savundukları görüşe uygun bir karar uygulanırsa kerameti kendilerinde sanmış ve Atatürk öldükten sonra söz veya yazı ile övüntülerde bulunmuşlardır. Bazen de bu gibi övünmeler büsbütün uydurma olaylar üzerine yapılmıştır. Atatürk göreceği işin eski deyişle "eşref saatte" yapılmasına da çok önem verirdi. Ancak onun eşref saatini falcı veya müneccim değil, durumun derinden derine incelenmesinden doğan inanç tesbit ederdi. Yukarda anılan yoklama ve danışmalar da bu anın tesbitinde rolü büyüktü. Elde edilen bir başarıdan azami verimi elde etmesini bildiği gibi nerede durulması gerektiğini de iyice tesbit etmesini bilirdi. Bu yazdıklarımız bazılarınca Atatürk üzerinde beslenen bir sanıyı da düzeltmeye yarar. Sanılır ki; O, hiç itiraz kabul etmez ve kimse onula tartışmaya yüreklenemez. Bu sanı baştan başa yanlıştır. O, tartışmaların kızışmasını, hele o işten anlayanların ne olursa olsun konuşmalarını, isterdi ve bunu yapmayanlara kızardı, "bilir, ancak bildiğini ortaya koymaz, ne yapayım böyle adamı" dediği olurdu. Şu kadar var ki tartışmalarda içtenlik şarttı; içten olmayarak ayrıca gizli düşünceler besleyerek, fesat ve tezvir için konuşanlara ise kızardı. Atatürk türlü yoklama ve tartışmalardan sonra bir karara vardı mıydı onu her ne olursa olsun yürütürdü. Uzun tartışmaların bir faydası da görülecek işin uygulanmasiyle görevlendirilecek olanların onun bütün yönlerine nüfuz etmelerini sağlamaktı. Atatürk buna çok önem verirdi. Tartışmalar ayna zamanda kararlaştırılan işe bir çok yanıt sağlamaya da yarardı. Ondaki azim ve irade de olağanüstü idi. Yenemeyeceği hiç bir güçlük, deviremiyeceği hiç bir engel yoktu. Her engeli sabır, tedbir veya zor ile yenerdi. Sakarya vuruşmasiyle Ağustos 1922 deki son büyük saldırı arasındaki süre içinde Mecliste pek çok ve acı tenkitlere uğramış, parasızlık ve türlü imkânsızlıklar yüzünden ordunun artık ayakta tutulamayacağı söyleniledurmuştu. O sıralarda Meclisin bir kapalı oturumunda, şunları söylemiş olduğu dışarda duyulmuştu: "Para var ordu var, para yok ordu yok. Ben böyle şey bilmen para olsa da olmasa da. ordu olacaktır." 1919'daki yıkımlı durumdan 1922 parlak zaferini çıkaran etkenlerin başında Türk azim ve iradesini temsil eden Atatürk'ün bu azmi ve iradesi bulunmaktadır. Atatürk'ün çalışma ve yorgunluğa dayanıma kabiliyeti de olağanüstü idi. Sakarya vuruşmasında üç kaburga kemiği kırık olarak bir koltuğa mıhlanmış ve hemen hiç uyumadan yirmi iki gün yirmi iki gece vuruşmayı yöneltmiştir. 1927 de okuduğu büyük Nutuk'u hazırlarken de dosyalar içinde aylarca sabahladığı olmuştur. Yukarda yazdıklarımız O'nun çok hesaplı oluğunu gösterir. Boş gösterişden ve övünmelerden , cafcadatan hiç hoşlanmazdı, ancak kesin lüzum görürse lüzumsuz sanılabilecek kahramanlıklarda bulunurdu. Bu gibi duyguları dolayısiyledir ki yukarda anılan "Vatan ve Hürriyet" Cemiyeti kurulurken ölmekten bahsedenlere, amacın ölmek değil yaşamak ve yaşatmak olduğunu söylemişti. Ankara'da daha çok, ilk devirlerde, henüz nüfuzu pek kökleşmemiş iken tasarladığı bazı işleri bir takım tartışmalar sonucunda başka birine, o kimseyi tasarının kendi öz düşüncesi olduğuna içten inandırarak ileri sürdürürdü ve kendisi gerekirse onu desteklemekle yetinirdi. Bazen de tasarladıklarını onlara karşın olan birine önertmeği şaşılacak biçimde becerirdi. Bir takım devlet adamları vardır ki karar verirken yurttan önce o işte kendi çıkarlarını düşünür ve ona göre bir yol tutarlar. Bu yüzden çok kere isabetsiz bir yola girilir ve bunun sonucunda, kendini zeki sanan açık göz devlet adamı da, yurt işlerinin kötü gidişinden manen ve maddeten zarar görür. Atatürk kesin olarak bu gibi küçüklüklerin üstünde kalmış ve daima yurt için ve güdülen dâva için en gerekli yolu tutmuştur. Bunun sonucunda da kendi mevkii yurdunki gibi daima ve adeta otomatik biçimde yüksele durmuştur. Bu yön başka bir biçimde ifade edilmek istenilirse denilebilir ki: Atatürk daima kendi çıkarını yurt ve ulusun çıkariyle birleştirmeyi ve birlikte yürütmeyi bilmiştir. Gerçek dâhi eğer dâvasını içtenlikle benimsemişse diktatör olmaya muhtaç değildir, çünkü bir dâhi doğru yolu göstermek ve onun doğruluğuna inandırmak gücünü kendinde görmeli ve bulmalıdır. Atatürk'ün yanında bulunmuş ve çalışmış olanlar aylar ve yıllar boyunca onunla tartıştıktan sonra sonuçta onun düşüncelerinin daima yerinde ve yararlı olduğunu göre göre onun en isabetli yolu seçeceğine o derece inanmışlardır ki her şeyde ona uymayı gerekli bilmişlerdir. Dolaysiyle eğer Atatürk'e diktatör denilecekse bu, onun üstün görüş ve anlayışına olan inançtan doğan uysallığın doğurduğu diktatörlük sayılmalıdır. Olayların daima kendisini haklı çıkarmasından ona karşı doğmuş olan güvene, onun pek büyük olan inandırma kuvvet ve kabiliyetinin de yanındakiler üzerindeki etkisini eklemek gerekir. Ancak şu yönü de belirtmeliyiz: Atatürk yalnız bir konuda genel serbest tartışmaya izin vermemiştir. O da dinin riyakarane sömürülmesi konusudur. Bir tedbirin yurt ve ulusun yarar veya zararına olduğu konusu üzerinde tartışılırken herhangi bir kimse veya parti bunu bilim, siyasal, hukuk ve saire bakımından inceleyeceğime o yönleri bırakıp halka açıkça veya el altından "bu yapılırsa cehennemde cayır cayır yanarsın" cinsinden telkinlerde bulunursa bu gibileriyle akıl ve mantık yolundan giderek tartışarak hak kazanmak doğal olarak ka'bil olamazdı. Buna göz yumulunca da Türkiye devletini Osmanlı'nın uğradığı yıkımdan kurtarmanın imkânı kalmazdı. Bir zamanlar basımevleri, modern bilimler, yeniçerilere yeni silâhların gerektirdiği talimler şeriate aykırı gösterilmiş ve baştakilerle halk cehennem azabiyle korkutularak bu yenilikler yüzyıllar boyunca Osmanlı ülkesine sokulmamıştı. Bu yüzden de XVI ncı yüzyılın en güçlü devleti her bakımdan geri bırakılıp git gide sönmüş ve bir hiç olmuştu. Atatürk'ün diktatörlüğü ancak ve ancak bu yönde kendini göstermiş ve tek parti usûlü, filî bakımdan, ancak ve ancak bu yüzden kurulup yaşamıştır. İlerde göreceğimiz gibi Kâzım Karabekir'in ve daha sonra Fethi Okyar'ın başkanlık ettikleri partiler, baştakiler istemeseler bile, hep bu gibi dini dünya işlerinde gericilik uğrunda kullananların desteğine mazhar oldukları için kapanmışlardır. Birinci Büyülk Millet Meclisi'nde O'nun ne kadar çetin saldırılarla karşılaştığı ve en "parlamanter" bir başbakan gibi uğraşmak zorunda kaldığı düşünülürse dünya ve devlet işleri "ahiret" tehdidi altında görülmeye kalkışılmadıkça O'nun hiç bir muhalefetten çekinmeyeceğini anlarlar. Atatürk hem doğuştan, hem de çok akıllı ve hesaplı olduğundan doğru ve vefalı olmaya, kimseyi aldatmamaya, özet olarak güven sağlamaya büyük önen verirdi. Aksini ileri sürenler ve ondan vefasızlık gördüklerini söyleyenler, bunu ya düşmanlıklarından yaparlar veya Atatürk'ün görerek edindiği uyarılarını anlayamamış, yahut da onlara önem verip aldırmamış olduklarından böyle bir sonuçla karşılaşmışlardır. Buna karşılık Atatürk kendisini bile bile aldatmış olanları mimler ve bir daha onlara güvenmezdi. Ancak taşıdığı yüksek duyguları, meselâ ölümünden az önce, yüzellilikleri affettirmekle göstermiştir. Biliyordu ki kendisinden sonra kimse bu işe yüreklenemezdi ve onbeş yıllık sürgünü yeter bulmuştu. Atatürk mahiyetindekilerin sorumlu oldukları işlere karışmaktan ve ayrıntılarla uğraşmaktan sakınır, bazen bunu yapsa da dostçasına yapardı, "işi mesulüne bırakalım" sözünü kendisinden çok işittim. Keza bir bakan onunla danışırsa düşüncesini söylemekle birlikte "ben böyle düşünüyorum amma işin sorumlusu sensin, ona göre düşün, taşın ve karar ver" derdi. Ancak çok önemli işlerde ve anlarda bütün ayrıntılara bile el koyduğu ve hemen her şeyi kendisi yaptığı görülmüştür. Conkbayır'ı geri alırken veya 1922 Ağustos'unda başlayan büyük saldırıyı yöneltirken böyle yapmıştır. Bunu yaparken de başarının şerefini yine mahiyetine bırakacak biçimde davranmak büyüklüğünü göstermiştir. Bu gibi durumlar dışında genel bakımdan işlere karışmayı sevmez ve herhangi bir (kolda işler iyi gitmezse bazen dediği gibi "baştakini değiştirmekle" yetinirdi. Hemen bütün yeni çığırlara onun "inisiyatif"i ile girilmiş olmakla birlikte o yeni bir işi yoluna koyduktan sonra onun devam ettirilmesini bir ehline bırakmayı görenek edinmişti ve bunu yapınca içi rahat ederdi. Genel olarak O, başka birinin görebileceği bir işi kendi üzerine almaz veya üzerinde tutmazdı. Pek çok iktidar sahibinde görülen ve onları yanlış yollara iten bir zaaf Atatürk'de yoktu. Birisi aleyhinde bir söz söylenildi miydi onu söyleyen ne kadar yakını ve güvendiği biri olursa olsun ona inanmadan önce işi yansız bildiği bir veya bir kaç kişiye inceletir, ondan sonra bir karara varırdı. Eğer söyleyen ve aleyhinde söylenilen kimselerin ikisi de yakını ise onları yüzleştirir ve edindiği duygulara göre bir inanca varırdı. Bu yüzden Atatürk'ün yanında iftira ve tevzir makinesi işleyemezdi. Atatürk sevmek, sevilmek, gönül almak konularında çok duygulu idi; neşeli olmak ve yanındakilerde neşeli kılmak ve görmek onun için adeta bir ihtiyaçtı. Şahsi cazibesi de bu işte kendisine çok yardım ederdi. Eğlence âlemlerini çok sevdiği bilinen bir yöndür, ancak yukarda yazdıklarımızdan anlaşılacağı gibi sofrası yalnız eğlenceye ayrılmış olmayıp orada çağırılmış olanların seviyesine göre siyasal, yönetimsel ve bilimsel pek çok konular ele alınır. Onun en önem verdiği yönlerden biri de her bir başarıyı, her bir büyük işi kendine değil Türk ulusuna mal etmekti. Her ne yapmışsa "Türk ulusundan, aldığı ilhamla" yaptığını söylemekten zevk alırdı ve yukarda anlattığımız yoklama ve danışımı usulleri bu sözünü doğrulayacak özdeydi. "Atatürk İnkılâpları" denilmesini de istemezdi ve bu gibi sözleri hep "Türk İnkılâpları" biçiminde düzeltirdi. Atatürk'ün önemli bir özelliği de yaşayışının hiç bir kısmının gizli kalmasını istememesidir. Açıkça içer ve açıkça her türlü eğlencelere dalardı. Doğuştan açıklığı sevmekte olmasından (başka bu yolu tutmasının iki etkeni vardı: 1) gizlilik onun eğlencelerine katılanlardan veya onları bilenlerden bu konular üzerinde kimseye bir şey söylememelerini istemeye varırdı ki bu Atatürk'ün bir nevi minnet altına girmesi demekti. O ise hiç bir minneti kabul edecek huyda değildi. 2) O, şu inançta idi ki, açıklık aleyhteki propagandaları etkisiz bırakmak için en iyi çaredir. Eğer halk kendisini içerken görürse ondan sonra düşman propagandacılar ona ayyaş deseler halk "onu biliyoruz gördük başka yeni bir şey söyle" karşılığında bulunur ve propaganda suya düşer. Devlet sırlarını saklama bakımından da kendine öz bir yolu vardı. Sofrasında her şey kondurduğundan yabancı casuslar sofra da bulunmuş konuklarının, meselâ dönüşte şoförler duyacak biçim de aralarında konuşmaları veya sofracı ve türlü hizmetçilerin gevezeliği sayesinde her şeyden hiç olmazsa dolayısiyle, yarım yamalak da olsa az çok haber aldıklarını sanar ve edindikleri türlü ip uçlarına derinleştirmekle yetinirlerdi. Halbuki gerçek sırrın pek az olduğuna inanan Atatürk onlar üzerinde en yakın ilgililer dışında hiç kimse ile konuşmaz, bazen aksini sandıracak konuşmalar yapar ve haberler yayarak casusları gafil avlardı. 1922 Ağustos'undaki büyük saldırı, 1926'daki Bozkurt vapurunun batması dolayısiyle La Hay'de görülen dâva için Adliye Vekili Mahmut Esat (Bozkurt)'a verilen yönergelerden kimsenin bir şey sezememesi bunun örneklerindendir. Özet olarak diyeceğiz ki; Atatürk Samsun'a çıktığı andan itibaren Türk ulusunun gerçek önderi olmuştur. Artık dilediği gibi çalışmak ve Türklüğün kurtuluş işini bir baş olarak ele almak imkânına sahiptir. Artık uzun tartışmalar sonucunda kile olsa her önemli işte son söz onun olacaktır. Gerçi bir çok birbirine zıt unsurlarla anlaşmak, onları gidilmesi gereken doğru yolun hangisi olduğuna inandırmak için epey uğraşmak gerekecektir. Ancak O'nun bu yoldaki uğraşları önderliği esas bakımdan kabul edilmiş bir kimsenin çabalarıdır; dolayısiyle de, daha önce olduğu gibi anlayışsız, kavrayışsız veya ürkek üstlere gerçek kurtuluş yollunu tutturmak için yapılması gereken uğraşlardan daha kolay ve daha az üzücüdür. O'nun hem askerlik hem de siyasal bakımından isabetli bir görüşe sahip olduğu genel savaş sırasındaki başarı ve zaferlerinden, yine o sırada ve daha önce İttihat ve Terakki ile Hükümete gerçek durumu ve doğru yolu göstermek için yaptığı uğraşlardan anlaşılmıştır; aydınların pek çoğu ve hatta kısmen de halk kütleleri bunu bilmektedirler. O, elinde bu kozlar olarak işe koyulacaktır. |
|
||||
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCEDE MİLLİ GÜÇ UNSURLARI
Atatürkçü Düşünce Sistemi'nde millî güç unsurları olan siyasî güç, ekonomik güç, askerî güç ve sosyo - kültürel güçlerin önemi çok büyüktür. Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında devletlerarası ilişkileri yakından takip edip devletin siyasî gücünü çok iyi kullanmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyet Rusya ve Fransa ile yapılan Moskova ve Ankara antlaşmaları ile bunu ispatlamıştır. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması ve Lozan Antlaşması ile bu başarılar devam ettirilmiştir. Bir devletin millî sınırlarını koruması ancak iç ve dış düşmanlarına karşı kuvvetli bir askerî güce sahip olmasıyla sağlanabilir. Başka devletler askerî yönden güçlü olan bir devleti istilâ etmeye cesaret edemez. İçeride de güvenlik sayesinde, halk huzurlu bir şekilde yaşar. Bütün bunların yanında ekonomik ve kültürel kalkınmayı gerçekleştiremeyen milletler başka milletlerin tehdidi altındadır. Kültürel çöküşle birlikte o toplumda çözülmeler başlar, millî birlik ve beraberlik ülküsü tehlikeye düşer. |
|
||||
ŞİİRLER 10 KASIM TÜRKÜSÜ Atatürk! Anıtkabir devrimlerini söyler, Bozkır ovalarına, Erciyes'e Ağrı'ya, Ulusun egemen olduğunu Özgür olduğunu Haykıracağım haykıracağım işte, Senin sustuğunca! Yolunda yürüyeceğim Atatürk; Ana baba oğul kız, Dere tepe bucak köy, Yeryüzü yaşamalarımla değil Oralarda, Senin gittigince! Atatürk, taşıyacağım Çanakkale'de, Sakarya'da, Çankaya'da, al al, Senin taşıdığını; Yurdun gök ülküsü Dalgalanırken, Senin bayrağını yücelteceğim. Senin çıktığınca. F. Hüsnü DAĞLARCA |
|
||||
ATATÜRK
Sen Atatürk'ü tanımazsın çocuğum Ne insandı O, ne insandı. İzmir'e gelişini görseydin. Ne şanlıydı O, ne şanlıydı. Benzerdi sana, bana Bizim gibiydi eli, ayağı Ama bir yol baksaydın yüzüne. İçin sevgisiyle dolardı. Vapura biniyorsak dilediğimizde, Sokakta geziyorsak hür, İyi bak dört yana, Atatürk'ün aklı görünür. Arı Türkçe konuşuyorsak, Türkçe düşünüyorsak bugün, Her işimizde O'nun gücü. Büyük öğretmeni Türk'ün. Halkımızın arasında, halktan, Davul vurur dengi dengine. Dünya rastlamış mıdır? Atatürk'ün dengine. N. Ulvi AKGÜN |
|
||||
ATATÜRK'Ü DUYMAK
Ulu rüzgâr esmedikçe Yaşamak uyumak gibi. Kişi ne zaman dinç; Dalgalanırsa bayrak bayrak gibi. Ne var şu dünyada ekmekten daha aziz? Sürdüğün tarlalara sevginle serpildik. Ekmek olmak için önce Buğday olmak gibi. Silinir sözcüklerden sen hatıra geldikçe Cılız sözler: Uzanmak, yorulmak, durmak gibi. Kuvvettir yaptıkların her yeni yetişene Her ışık-kaynak gibi. En yakınlar zamanla yüzyıllarca uzak gibi, Bir sen varsın kalacak, bir sen ölümsüz, Daha da yakınsın, daha da sıcak Bıraktığın toprak gibi. Kaç Türk var şu dünyada, bir o kadar susuz, Hepsinin gönlünde sen, bir pınar bulmak gibi, Ancak senin havanda sağlıklar esenlikler: Olmaya devlet cihanda Atatürk'ü duymak gibi. Behçet NECATİGİL |