"Tarih, yazılı tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir." (Marks-Engels, Komünist Manifesto.)
"Emperyalist Büyük Devletler (yani bütün öteki devletleri ezen ve onları mali-sermayenin ağına düşüren, vb. devletler) arasında ya da Büyük Devletlerle ittifak halinde verilen savaş, emperyalist savaştır." (Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, s. 36.
"İki tür tarihsel haksızlık vardır. Bazıları tarihin temel akışından uzaktadırlar, bu akışı durdurmazlar ya da onun gidişini engellemezler ve proletaryanın sınıf mücadelelerinin yaygınlaşmasına ve daha derin kökler atmasına engel olmazlar. Bu cinsten tarihsel haksızlıkları düzeltmeye çalışmak, elbette akıllıca bir şey olmaz. Almanya tarafından Alsace-Lorraine'in ilhakını örnek verelim. Hiç bir sosyal-demokrat parti bu cins bir yanlışlığın düzeltilmesini programına almayı düşünemez, ama öte yandan da hiç bir sosyal-demokrat parti, işledikleri bu suç yüzünden bütün egemen sınıfları lanetlemek ve bu haksızlığı protesto etmek görevinden kaçınmaz." (Lenin, Rus Sosyal-Demokrasisinin Tarım Programı, 1902)
Bugünün "dış politika" alanındaki en sıcak konusu, 1915 ve sonrasındaki "soykırım-sözde soykırım" söylemleri üzerinden yürütülen Türk-Ermeni ilişkileridir. Bir diğer ifadeyle, Türk-Ermeni ilişkilerinin dünü (tarihi) üzerinden bugünün ilişkileri inşaa edilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle Türk-Ermeni ilişkilerinin dünü (tarihi) üzerinden yürütülen, "belgelere dayanan"-"belgelere dayanmayan" "soykırım" tartışmaları, bölgedeki ulusların ve devletlerin geleceğini belirleyecek bir söz düellosuna dönüşmüştür.
Türkiye devletinin "Ermeni sorunu"na ilişkin "resmi" tutumu, "sadık uyruk"un (Tebaa-ı Sadıka") I. dünya savaşı sırasında, "dış kışkırtmalar" sonucunda "isyan" etmesiyle başlayan olaylar dizisinin Osmanlı devletini "tedbir" almaya zorladığı ve bunun sonucu olarak Ermeni nüfusun Anadolu'dan "tehcir", yani göç ettirildiği, dolayısıyla meydana gelen insan kayıplarının bu göçten kaynaklandığı şeklindedir. Diğer bir anlatımla, "Tebaa-ı Sadıka", Osmanlı devletine karşı "cephe gerisinde" ayaklanma hazırlığına girişmiş ve yer yer ayaklanmıştır. Yemen çöllerinden Galiçya'ya kadar "yedi düvel"le savaş halinde olan Osmanlı devleti, "savaş hukuku ve kendini koruma hakkı" çerçevesinde "isyancı Ermeniler"i "tehcir" etme kararı almıştır. Bu "tehcir" sırasında yüzbinlerce Ermeni değişik nedenlerle (hastalık, açlık, adi soygunculuk vb.) yaşamını yitirmiştir. Dolayısıyla ortada, iddia edildiği gibi bir "soykırım" sözkonusu değildir.
Türkiye devletinin "resmi" tutumu karşısında Ermenilerin devlet ve "sivil toplum" düzeyinde "resmi" tutumu ise, ortada hiçbir neden yokken, İttihatçıların "pan-türkist" ve "turancı" ideolojisinin "ırkçı-milliyetçi"liğine dayanan "Anadoluyu Türkleştirme planı" uygulamaya sokulmuş ve Ermeni "tehcir"i kararı alınmıştır. Bu "tehcir" kararının uygulanmasıyla, Anadolu topraklarında "dört bin yıldır yaşayan" Ermeniler, Türkler ve Kürtler tarafından sistematik olarak öldürülmeye, katledilmeye başlanmıştır. "Tehcir" ettirilen yüzbinlerce Ermeninin sistematik olarak katledilmeleri, sözcüğün uluslararası anlamıyla bir "soykırım"dır, jenosittir.
Bu iki karşıt "resmi" tez, "soykırım" ekseninde sürdürülen "söz savaşı"nda ellerindeki tüm güçleri cepheye sürmüşlerdir.
Bir "resmi görüş" 1,5 milyon Ermeninin "soykırım"da yaşamını yitirdiğini ileri sürerken; diğer "resmi görüş" elindeki "belgeler"e dayanarak, katledilen Ermenilerin sayısının "çok daha az" olduğunu, 200-300 bini geçmediğini ileri sürmektedir.
Bir "resmi görüş", Ermenilerin I. dünya savaşında Osmanlının düşmanlarıyla işbirliği yaptığını, ilk buldukları fırsatta ayaklanarak Osmanlının aleyhine silahlı faaliyet yürüttüklerini, yani "ihanet" ettiklerini ileri sürerken; diğer "resmi görüş", Ermenilerin içinde "bazı" ayaklanma yanlıları olmakla birlikte, tüm Ermenilerin böyle bir "ihanet" içinde olmadıklarını ellerindeki "yaşayan tarih"in "belgeler"ine dayanarak püskürtmeye çalışmaktadır.
"Resmi görüş"ler arasında süregiden bu "soykırım" savaşı, neredeyse her 24 Nisan'la birlikte yeniden şiddetli çatışmalara sahne olurken, yaklaşık doksan yıldır, tarafların birbirlerine karşı hiçbir üstünlük sağlamadan süregitmiştir. Ancak bu "soykırım" üzerinden yapılan "söz savaşı", son yirmi yıl içinde "yeni tarafların" katılımıyla yeni bir aşamaya girmiştir. Artık hangi "resmi görüş"ün haklı ya da haksız, doğru ya da yanlış olduğuna ilişkin yapılan tartışmalar, hangi ülkenin hangi "resmi görüş"ün yanında yer aldığına bağlı olarak karara bağlanmaya başlanılmıştır. Fransa'dan İsviçre'ye, Polonya'dan Rusya'ya kadar 15 ülkenin "Ermeni soykırımı"na ilişkin almış olduğu kararlar bu yeni aşamanın ilk çarpışmalarını oluşturmuştur. Böylece Ermeni sorunu uluslararası bir sorun haline gelmiştir.
Ermeni sorununun ya da daha geniş ifadeyle Ermeni soykırımı sorununun uluslararası hale gelmesiyle birlikte, uluslar ve ulusal devletler işin içine dahil olmuştur. "Türklerin Ermenileri soykırıma uğrattıkları"nı kabul eden uluslar ile "Türk ulusu" karşı karşıya gelirken, ulusal devletler bu karşıtlığın "diplomasisini" yapmaya başlamışlardır. Bu gelişme, kaçınılmaz olarak saflaşmaların hangi ulusal ya da uluslararası "çıkar"a dayandığı sorusunu da beraberinde getirmiştir. Bunun doğal sonucu ise, "Ermeni soykırımı"nın kabul edilmesinden kimlerin ne çıkarı olduğuna ilişkin yeni bir "savaş"ın başlaması olmuştur.
Oysa tartışmaları, "söz savaş"ını izleyen hemen herkesin çok açık ve net bir biçimde görebileceği ve gördüğü gerçek ise, sorunun temelinde savaşın yattığıdır. Clausewitz'in çok bilinen tanımlamasıyla ifade edersek, savaş, politikanın başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır. Dolayısıyla her savaş, bir politikanın silahla sürdürülüşüdür ve her politika topluma egemen olan sınıfın çıkarlarının ifadesidir. Bu nedenle, savaş politikadan ayrılamayacağı gibi, bu politikanın temsil ettiği sınıflardan ve sınıfsal çıkarlardan da ayrı değerlendirilemez.
Bugün "Ermeni soykırımı" sorununun, dünyanın yeniden paylaşımı için emperyalist ülkeler arasındaki I. dünya savaşının bir ürünü olduğunu kabul etmeyen hiç kimse yoktur. I. dünya savaşı, daha tam ifadeyle, emperyalistler arası I. yeniden paylaşım savaşı, Alman emperyalizmi ile İngiliz-Fransız emperyalistlerinin dünyayı kendi aralarında yeniden paylaşmak amacıyla başlatılmış bir savaştır. Savaşı "dünya savaşı" boyutlarına taşıyan, savaşın amacı kadar savaşa katılan ülkelerin "dünya çapında" yer almalarıdır.
I. yeniden paylaşım savaşında Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu ile ittifak kurarken, İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusyası ittifak kurarak savaşta yer almışlardır. Bu ittifak ilişkileri içinde başlayan savaşta pek çok ulus, ister ulusal devletine sahip olsun, ister "ezilen ulus" durumunda bulunsun, her durumda savaşın olası sonucuna bağlı olarak kendi çıkarlarını nasıl gerçekleştirebileceklerinin hesabı içine girmiştir.
Avrupa cephesinden bakıldığında, I. yeniden paylaşım savaşında savaşı kimin kazanacağına bağlı olarak pek çok yeni devletin kurulması gündeme gelmiştir. İngiliz emperyalizmi, savaşı kazandıkları koşullarda Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğunu parçalayarak Macaristan, Çekoslovakya, Avusturya, Yugoslavya ulusal-devletlerinin kurulmasını planlarken; Alman emperyalizmi zafer kazandığı koşullarda Rus Çarlığını parçalayarak Ukrayna, Estonya, Litvanya, Moldavya ve Finlandiya gibi ulusal devletlerin kurulmasının hesabı içinde olmuştur. Bu paylaşım hesapları çerçevesinde Avrupa'daki uluslar ve ulusal devletler kendi çıkarlarını gerçekleştireceğini umdukları emperyalist ülkelerin saflarında savaşa girmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu toprakları açısından bakıldığında, İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusyası'nın oluşturmuş olduğu "İtilaf" devletleri savaştan galip çıktıklarında, Osmanlı İmparatorluğunun egemen olduğu Anadolu, Ortadoğu ve Kafkaslar'da yeni devletlerin kurulması söz konusudur. Bu da, "Ermeni soykırımı" sorununu doğrudan ilgilendiren Anadolu ve Kafkaslar'a ilişkin paylaşım hesaplarıdır.
Osmanlı İmparatorluğunun Almanya saflarında savaşa katılmasındaki beklentisi ise, gerek 19. yüzyılın sonlarındaki savaşlarda, gerekse I. ve II. Balkan Savaşlarında kaybettiği toprakları geri almak ve böylece imparatorluğu güçlendirmekten ibarettir. Böyle bir sonuç, Osmanlı İmparatorluğunun korunması anlamına geldiğinden, bu topraklar üzerindeki ulusların ve ulusal toplulukların kendi devletlerine sahip olma olasılığını tümüyle ortadan kaldırmaktadır. Bu koşullarda Osmanlı İmparatorluğu içinde yer alan pek çok ulus ve ulusal topluluk İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusyası'nın oluşturmuş olduğu "İtilaf Devletleri"nin saflarında yer almışlardır. Osmanlı egemenliği altındaki "müslüman" Araplar gibi "hıristiyan" Ermeniler de, Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasının kendi çıkarlarına olduğunu bildikleri anlamda, Osmanlı İmparatorluğunun "düşmanları"yla ilişki içine girmişlerdir.
Bu tarihsel gelişim içinde anlaşılamayan ya da anlaşılamayacak fazlaca bir şey yoktur. Bir tarafta kendi üzerinde yüzlerce yıldır egemen olan ve ulusal haklarını kabul etmeyen bir imparatorluk (Osmanlı), diğer tarafta ise kendilerine ulusal haklarını vermeyi vaadeden "İtilaf Devletleri" bulunmaktadır. Bu koşullarda her ulus ve ulusal topluluk, kendi ulusal istemlerini gerçekleştirmeye en uygun olan tarafın zafer kazanmasını istemiş ve onunla ittifak kurmuştur. Böylece emperyalist bir savaşın çerçevesi içinde ulusal haklar ve istemler için de bir savaş başlamıştır. Bu yeni savaş emperyalist ülkelerin çıkarlarıyla çakıştığı ölçüde, doğrudan emperyalist ülkeler tarafından desteklenmiş ve pek çok durumda onlar tarafından örgütlenmiştir.
Lenin bu olguyu şöyle açıklar:
"... bugünkü emperyalist savaş, mali bağların gücünün ve ekonomik çıkarların, küçük, siyasal bakımdan bağımsız bir devleti, Büyük Devletlerin savaşımı içine nasıl çektiğine (Britanya ve Portekiz) ilişkin örnekler ortaya koymaktadır; öte yandan küçük ve emperyalist "patronları"na bakışla (hem ekonomik, hem siyasal yönden) daha zayıf olan uluslarla ilgili olarak demokrasinin ihlal edilmesi, ya başkaldırıya (İrlanda), ya da tüm askeri birliklerin düşmanın yanına geçmesine (Çekler) yolaçmaktadır. Bu durumda, küçük ulusların herbirine diledikleri kadar demokratik özgürlük vermek, siyasal bağımsızlığa izin vermek, böylece 'kendi' askeri girişimlerini zarar görme tehlikesine atmamak, mali-sermaye açısından yalnızca 'gerçekleştirilebilir' bir şey olmakla kalmaz, ama bazan tröstler için, onların emperyalist siyaseti için, onların emperyalist savaşı için daha kârlıdır."[1*]
Dolayısıyla emperyalist bir savaşta "küçük ulusların" kendi ulusal haklarını elde etmek amacıyla emperyalist güçlerin saflarında yer alışları, sadece onların kendi istemlerini gerçekleştirmeleri açısından değil, aynı zamanda doğrudan emperyalist ülkelerin kendi çıkarları, özel olarak da askeri çıkarları açısından da değerlendirilmesi gereken bir olgudur.
"Şimdiki savaş ne için yapılıyor? Bunun yanıtı (savaşan devletlerin savaştan onlarca yıl önce izledikleri siyasete dayandırılan) kararımızda verilmiştir. İngiltere, Fransa ve Rusya, ele geçirmiş oldukları sömürgeleri bırakmamak, Türkiye'yi soyabilmek, vb. için savaşıyorlar. Almanya o sömürgeleri devralmak, Türkiye'yi kendisi soyabilmek, vb. için savaşıyor. Almanların Paris'i ya da St. Petersburg'u aldığını varsayalım. Böyle bir şey bugünkü savaşın yapısını değiştirir mi? Hiç bir şekilde değiştirmez. Almanların amacı -ve daha önemlisi, kazandıkları takdirde o amacı gerçekleştirecek olan siyaset- sömürgelere elkoymak, Türkiye üzerinde egemenlik kurmak, başka ulusların, örneğin Polonyalıların vb. oturdukları toprakları kendine katmaktır. Amaçları, Fransızları ya da Rusları, yabancı egemenliği altına sokmak değildir. Şimdiki savaşın gerçek özü, ulusal değil, emperyalisttir. Başka deyişle, savaş, taraflardan birinin, ötekinin sürdürmeye çalıştığı zulmü ortadan kaldırmak amacıyla verilen bir savaş değildir. Savaş, zulmeden iki grup arasında çapulun nasıl bölüşüleceği, Türkiye'yi ve öteki sömürgeleri kimin soyacağı konusunda, iki haydut arasında verilen bir savaştır."[2*]
Böyle bir savaşta "ezilen uluslar" hangi emperyalist gücün yanında yer alırsa alsınlar, her durumda emperyalistlerin çıkarlarına hizmet etmek ve bu çıkarların aleti olmak durumunda kalmışlardır. Bu ilişkiler içinde bir ulusun "kurtuluşu", diğer bir ulusun "yıkılışı"yla karşı karşıya gelmiştir. Bu karşıtlığın en şiddetli yaşandığı yer ise, ulusal sorunların alabildiğine karmaşık olduğu, ulusal topluluklar arasındaki kin ve nefretin alabildiğine yoğun olduğu Kafkaslar bölgesi olmuştur.
Stalin Sovyet Devrimi öncesinde Kafkaslardaki durumu şöyle özetler:
"Kafkas-ötesi, uzun süreden beri bir kıyım ve uyuşmazlık alanı, ve sonra da, menşevizm ve Taşnaklar[3*] döneminde, bir savaş alanı olmuştur. Gürcüler ile Ermeniler arasındaki savaşı bilirsiniz. 1904 başları ve 1905 sonlarında Azerbaycan'daki[4*] katliamları (massacres) da bilirsiniz. Ermeni çoğunluğun, içinde Tatarların da bulunduğu nüfusun tüm geri kalanını katlettiği[5*], örneğin Zangezur gibi, bir dizi bölge adı sayabilirim. Zangezur, çoğunluğun Ermeniler tarafından oluşturulduğu ve bunların, bütün Tatarları katlettikleri[6*] bir bölgedir. Başka bir ilin, Nahcivan'ın adını da sayabilirim. Orada, çoğunlukla bulunan Tatarlar, bütün Ermenileri katletmişlerdir[7*]. Bu işler, Ermenistan ve Gürcistan'ın emperyalist boyunduruktan kurtulmalarından az önce oldu."[8*]
İşte böylesine ulusal çatışmaların ve katliamların yapıldığı Kafkas bölgesinde, uluslar ve ulusal-topluluklar arasındaki kin ve nefret, olabilecek en üst boyutlara ulaşmıştır. Emperyalist paylaşım savaşıyla birlikte bu ulusal çatışmalar ve katliamlar, emperyalist savaşın bir parçası haline gelmiştir.
"Bir savaş sırasında, görünüş odur ki, 'haklar'dan sözetmek saçmadır. Çünkü her savaşta hakların yerini düpedüz sınırsız zorbalık alır."[9*]
Kafkas bölgesindeki "sınırsız zorbalık", milyonlarca insanın acı çekmesine, yüzbinlerce insanın katledilmesine yol açmıştır.
Bugünden düne, tarihe bakarken, unutulmaması gereken en temel gerçek, uluslar ve ulusal topluluklar arasındaki kin ve nefretin ortaya çıkardığı katliamlar ve bu katliamların beslediği kin ve nefrettir. I. yeniden paylaşım savaşında, gerek savaşın sonucuna göre kendi ulusal çıkarlarının "gerçekleşebileceği" beklentisi ile emperyalist güçlerden birisinin saflarında yer alan uluslar ve ulusal topluluklar, gerekse bu ulusları ve ulusal toplulukları kendi emperyalist savaşlarının bir aleti durumuna indirgeyen emperyalist ülkeler, bu bölge halklarının katliamlarının sorumlusu olmuşlardır.
Ancak aritmetikte nasıl ki elmalar ile armutlar toplanamazsa, tarihte de uluslar ile ülkeler bir ve aynı kaderi paylaşmazlar. Bir yanda emperyalist güçlerle işbirliği yapan uluslar ve ulusal topluluklar, öte yanda bizzat emperyalist ülkelerin bulunması, gerçekleşen katliamların tek, ama somut sorumlusu olarak ulusların ve ulusal toplulukların ortada kalmasına yol açmaktadır. Bunun sonucu olarak da, emperyalist ülkeler, bu bölgedeki eski ulusal çatışmaları körükleyen ve buna bağlı olarak katliamların sorumlusu olarak ortaya çıkarken, emperyalist ülkelerin ulusları bu katliamlardan soyutlanabilmektedir. Böylece emperyalist ülkelerin egemen ulusları çok kolaylıkla ve rahatlıkla bu katliamların "hakemi" durumuna gelebilmektedir.
Diğer yandan I. paylaşım savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğunun yerine Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Çarlık Rusyası'nın yerine Sovyetler Birliği'nin kurulması, Kafkas bölgesindeki tarihsel olayların (katliamlar vb.) "sorumlusu kim" sorusunu daha da "yalınlaştırmış"tır. Bu süreçte Osmanlı İmparatorluğunun "mirasçısı" olan Türkiye Cumhuriyeti ve Türkler, tarihsel sürekliliğe sahip tek ülke, tek devlet ve tek ulus olarak ortada kalmıştır. Doğal olarak Sovyetler Birliği'nin Kafkas bölgesindeki ulusal ayrışma ve çatışmaları çözme başarısını gösterdiği oranda, tüm ulusal çatışmalar ve katliamlardan arta kalan Ermeni katliamı ve "sorumlusu", tarihsel sürekliliğe sahip olan "Türkler" olmuştur. Ancak Sovyetler Birliği bölgedeki ulusal sorunları çözdüğü koşullarda, "Ermeni soykırımı", Sovyetler Birliği sınırlarının dışına taşınmış, popüler ifadeyle "diaspora"nın varoluş nedeni haline getirilmiştir.
Sovyetler Birliği Kafkas bölgesindeki ulusal sorunları çözdüğü ölçüde, "Ermeni soykırımı" sorununun ağırlık noktası Anadolu'ya kaymıştır. Ancak bu durum, çoğunlukla Kafkas-ötesi bölgede bulunan Ermeniler ile "Batı Ermenistan"da yaşayan Ermeniler arasında bir ayrım yapılmasını da beraberinde getirmiştir. Bugün "Ermeni soykırımı" üzerine yapılan tartışmalarda, araştırmalarda ve "söz savaşlarında" bu ayrım mutlak hale getirilmiştir. Bunun sonucu olarak da Ermenilerin kendi ulusal çıkarlarını gerçekleştirmek için en elverişli durum olarak gördükleri "İtilaf Devletleri" saflarında yer alışları ve I. yeniden paylaşım savaşı, "soykırım"ın dışına çıkartılmıştır. Bugün "uluslararası tarihçiler ve tarih araştırmacıları" için Ermenilerin "İtilaf Devletleri" ile kurdukları ittifak ve "İtilaf Devletleri"nin Kafkas toprakları üzerindeki hesapları önemsiz bir "ayrıntı" haline gelirken, Türkiye'nin "resmi görüşü"nde bu ilişkiler ağırlıklı bir yere sahip olmayı sürdürmektedir. Bunun sonucu olarak da, "söz savaşları", sözcüğün tam anlamıyla bir "sağırlar diyalogu"na dönüşmüştür.
Evet, tarihte pek çok katliam, kitle katliamı yapılmıştır ve Anadolu toprakları üzerinde de gerçekleşmiştir. Büyük İskender'den Roma'ya, Bizans'tan Haçlı Seferleri'ne, Anadolu Selçuklularından Osmanlıya ve Osmanlıdan I. yeniden paylaşım savaşına kadar Anadolu toprakları üzerinde yaşayan halklar, büyük katliamlara maruz kalmışlar ve zaman zaman topyekün imha edilmişlerdir. Yediden yetmişe insanların öldürülmesi ya da ölüme terk edilmesi, BM'lerin 1948 kararlarına bağlı olmaksızın, sözcüğün tam anlamıyla katliamdır, kırımdır. Marksist-Leninistler sadece Ermeni katliamını değil, tarihteki tüm katliamları kınarlar ve bunların tarihsel ve sınıfsal temellerini, hangi sınıf egemenliğinin ürünü olduğunu ortaya koyarlar.
"Ermeni soykırımı", tarihteki tüm katliamlar gibi, hiç bir biçimde haklı gösterilemez. Hangi nedenle olursa olsun, bir ulusun üyelerinin (Ermeniler ya da bir başka ulus) topyekün "suçlu" kabul edilerek "cezalandırılması" da kabul edilemez. Sözcüğün Türkçe anlamıyla, Anadolu'da yaşayan Ermeniler katledilmişlerdir, kırıma uğramışlardır. "Tehcir", yine sözcüğün Türkçe anlamıyla, tam bir kırıma, kitlesel ölümlere yol açmıştır. Ermeniler "tehcir" boyunca, açlıktan hastalığa, soygunculardan toprak ağalarına kadar her kesimin saldırılarıyla yaşamlarını yitirmişlerdir. Burada yaşamlarını yitirenlerin on bin ya da yüzbin yahut bir milyon olmasının özel bir önemi yoktur. Nasıl ifade edilirse edilsin, "tehcir" olayı, Ermenilerin kırımına yol açmıştır. Kırıma uğrayanlar Ermeniler, yani belli bir "soy"un insanları oldukları için, bu kırım bir "soykırım" haline dönüşmüştür.
"Tehcir" kararını alanların "tehcir"in bir kırıma, "soykırımına" dönüşeceğini bilip bilmemelerinin, bunu önceden planlayıp planlamadıklarının, İttihat ve Terakki'nin "panTürkizm"inin bir ürünü olup olmadığının burada hiçbir önemi yoktur. Aynı şekilde, Ermenilerin "İtilaf Devletleri"yle işbirliği yapıp yapmamalarının, Osmanlı ordusuna arkadan saldırıp saldırmadıklarının da burada önemi yoktur. En olumsuz koşullar altında insanlar göç etmeye zorlanmışlardır ve bu göç sırasında yüzbinlercesi yaşamını yitirmiştir.
İlk ve tek tarihsel gerçek budur.
Bu tarihsel gerçek ortaya konulduktan sonra, herkesin, her ulusun ve her ulusun bireyinin üzerinde düşünmesi gereken soru, bu olayın neden meydana geldiğidir. Bu soru yanıtlanabildiği ölçüde her iki ulus arasındaki düşmanlıklar, kin ve nefret duyguları ortadan kaldırılabilinecektir. Aksi halde ulusal düşmanlıklar, ulusal kin ve nefret yeni çatışmaları ve katliamları besleyecektir.
Yukarda ifade ettiğimiz gibi, emperyalistlerin dünyayı yeniden paylaşma savaşı ve bu savaşta kendi amaçlarına ulaşmak için ulusları savaşa sürüklemeleri, daha henüz uluslaşma sürecinin başında yer alan ulusal toplulukların aralarındaki çatışmaları şiddetlendirmiştir. I. yeniden paylaşım savaşı öncesindeki bölgesel ulusal çatışmalar ve katliamlar, savaş koşullarında şiddetlenmiş ve yayılmıştır. I. yeniden paylaşım savaşı, uluslar ve ulusal-topluluklar için "nihai karar anı" nın geldiği düşüncesini uyandırmış ve onların her birini düşmanlarıyla "kesin hesaplaşma"ya itmiştir. I. yeniden paylaşım savaşı sonrasında "tehcir" edilen Ermenilerin geri dönüşüyle birlikte başlayan yeni çatışmalar, katliamlar ve göçler, bu hesaplaşma düşüncesinin ne denli yaygın ve ulusal toplulukların içinde ne denli kökleşmiş olduğunun bir kanıtıdır.
Böylesine açık biçimde emperyalist çıkarlar için kullanılmış ulusların, tüm bu gerçeklere gözlerini kapatarak, Ermenilerin Türkleri "sırtından vurdukları"nı düşünerek "tehcir"in haklı ve meşru olduğunu düşünmeleri ne denli yanlış ve insani değilse, aynı şekilde Ermenilerin yaptıklarını ve 1918 sonrasında geri dönüşle birlikte yapılanları basitçe "intikam duygusu" olarak açıklamak da o denli yanlış ve insanlık dışıdır. Bir tarafın (Osmanlıların) öbür tarafı, Ermenileri, sadece Ermeni oldukları için "tehcir"e zorlaması nasıl bir "soy" düşmanlığı ise, diğer tarafın, Ermenilerin, "intikam duyguları" ile sadece Türk oldukları için insanları öldürmeleri ve göç etmek zorunda bırakmaları da o denli "soy" düşmanlığıdır. Bir Türkün ya da o dönemin tanımıyla "müslüman"ın, sadece bu "soy" kimliği nedeniyle düşman olarak görülmesi de; bir Ermeninin, sadece bu "soy" kimliği nedeniyle düşman olarak görülmesi de kabul edilemez. Bütün bunlar, uluslar arasındaki düşmanlığı "soy" (ırk) düşmanlığına dönüştüren milliyetçiliğin insanlık dışı yüzüdür.
"Bütün halklar kardeştir" sloganı bu gerçekler üzerinde yükselir ve uluslar arasındaki düşmanlıkları sona erdirmenin yolunu gösterir. Bunun dışındaki her yol, "Ermeni soykırımı" çevresinde süregiden "söz savaşı"ndaki taraflardan birisi olmaya götürecektir. Ve her taraf da, son tahlilde, bu sorunun süregitmesinden yararlanan emperyalistlerin çıkarlarına hizmet etmektedir.
Bugün "Ermeni soykırımı" sorunu yalın bir "ulusal sorun" olmaktan çıkmıştır. Sorun, şu ya da bu biçimde, şu ya da bu büyüklükte topraklar üzerinde kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde ulusal-devletine sahip olmuş iki ulusun "tarihsel hesaplaşması"na dönüşmüştür. Ama kesinkes iki ulusun tarihle hesaplaşması değildir. Kim ki, sorunun bu dönüşümünü görmezlikten gelerek, basit ve yalın haliyle bir tarihle hesaplaşma, tarihte yapılanlarla ulusların yüzyüze gelmesi olarak koyarsa, bu kişi kendisini "tarihsel hesaplaşma"nın basit bir aracı haline getirmekten başka bir şey yapmış olmayacaktır.
"Ermeni soykırımı" çevresinde oluşan çıkar ilişkileri ve çatışmalar göstermektedir ki, ulusların kendi ulusal-devletlerine sahip oldukları koşullarda bile "tarihsel hesaplaşma"nın sona ermediğidir. Bu "tarihsel hesaplaşma" sona erdirilmediği sürece, uluslar arasında yeni çatışmalar, yeni savaşlar ve hatta yeni katliamlar kaçınılmaz olacaktır. Tıpkı 1919-1922 arasında Yunanlılar ile Türklerin "tarihsel hesaplaşma"sı gibi. Marksizm-Leninizmin çok açık biçimde ortaya koyduğu gibi, hiçbir ulusal sorun, bir ulusa bir başka ulusun üzerinden ayrıcalık sağlanarak çözümlenemeyeceği gibi, emperyalist sistem içinde kalıcı bir çözüme ulaştırılamaz ve hiçbir çözüm istikrarlı hale getirilemez. Ulusal-devletlerin kendi içsel sorunları ve asıl olarak da emperyalist ülkelerin ilişki ve çelişkilerindeki her değişim ulusal-devletler arasındaki ilişkileri değiştirebilmektedir. Bu değişim, çoğu zaman uluslar arasındaki "tarihsel hesaplar" üzerinden "dış politika" yapılmasına yol açmaktadır. Emperyalist ülkeler kendi sömürüleri altındaki görünüşte bağımsız ulusal-devletleri kendi isteklerini yerine getirmeleri için birbirlerine karşı kışkırtabilmektedir. Ulusal düşmanlıklar kullanılarak ve bu düşmanlıklar kışkırtılarak, "düşman ulusların" her türden emperyalist politikaya kayıtsız-şartsız boyun eğmesi sağlanmaya çalışılmaktadır. Amaç, "düşman uluslar"dan her birinin, diğer ulusun "düşmanlığı" karşısında, kendisini koruyacak tek gücün emperyalist ülkeler olduğuna inanmasını sağlamaktır. Bu yolla "düşman uluslar" içindeki her türlü anti-emperyalist, ulusal bağımsızlıkçı görüşler kolayca bertaraf edilebilecektir.
Bugün artık sorun, Ermeni soykırımının Türkiye tarafından kabul edilip edilmemesi, "tarihle hesaplaşmak", "tarihsel gerçeklerle yüzyüze gelmek" noktasından çıkmıştır. İster Ermeni soykırımı yapıldığı kabul edilsin, ister kabul edilmesin, bugün "soykırım savaşı"nın odak noktasında Kafkas bölgesinin emperyalist ülkeler tarafından yeniden paylaşımı bulunmaktadır. Emperyalist ülkeler, Sovyetler Birliği tarafından belli ölçülerde çözülmüş ve istikrara kavuşturulmuş olan Kafkaslardaki uluslar arasındaki eski ayrışmaları yeniden kışkırtmaya başlamışlardır. İster bölgedeki petrol ve doğal gaz kaynakları, ister petrol boru hatları, isterse kara ve deniz ticareti açısından ele alınsın, her durumda emperyalist ülkeler Kafkaslarda kesin ve mutlak bir egemenlik peşinde koşmaktadırlar. Bu amaca ulaşmak için yürütülen tüm faaliyetlerde AB emperyalistleri ile ABD arasında belli bir "consensus" olduğu görülmektedir. Gürcistan'daki "kadife devrimi"nden sonra Ermenistan bölgenin "kilit ülkesi" durumuna gelmiştir. Ermenistan ile Türkiye ve Azerbaycan arasındaki "tarihsel sorun", emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarıyla çatışmaktadır. Burada "kilit ülke" Ermenistan olmakla birlikte, "anahtar" Türkiye olarak görülmektedir. Azerbaycan-Ermenistan sorunu, İlham Aliyev'in halk desteğine sahip olmayan iktidarı, emperyalist ülkeler tarafından "ikili görüşmeler" aracılığıyla satınalınabilir bir çözüme sahip görünmektedir. Dolayısıyla gerek Gürcistan için, gerekse Ermenistan için Türkiye'nin Kafkaslardaki yeni emperyalist düzenlemelere engel oluşturmaması tek sorun olarak ortada kalmaktadır. Öte yandan ise, Ermenistan ve "diaspora Ermenileri" emperyalist ülkelerin kendilerine Kafkaslarda önerdikleri "misyonu" yerine getirebilmek için "soykırım" ve "soykırım"la ilgili toprak ve tazminat sorununun çözümlenmesini istemektedir. Bu ise, Türkiye'nin "Ermeni soykırımı" konusundaki "inkarcı" politikalarından vazgeçmesini ön koşul haline getirmektedir.
Türkiye devletinin "Ermeni soykırımı"nı kabul etmesi, son tahlilde, bölgedeki kısa vadeli emperyalist çıkarların gerçekleştirilmesinin bir adımı olmakla birlikte, aynı zamanda bu çıkarların gerçekleştirme "mas rafları"nın Türkiye'ye fatura edilmesi anlamına gelmektedir. Bu faturanın çıkartılabilinmesi için de, BM'lerin 1948 tarihli "soykırım kararı" ve Yahudi soykırımına ilişkin uygulamalar (tazminat vb.) bir temel ve emsal teşkil etmektedir.
Açıktır ki, yüzbinlerce insanın katledilmesinin ve mülklerine elkonulmasının tazmin edilmesi milyarlarca doları gerektirmektedir. 300 milyar iç ve dış borç altındaki Türkiye gibi bir ülkenin böylesine yüksek tazminatları ödeyebilmesi olanaksızdır. İşte "sözde soykırım"ın söz savaşlarında, emperyalist ülkelerin, özel olarak AB'nin devreye girmeye çalıştığı yer burasıdır. "Ermeni soykırımı"nı kabul etmek zorunda bırakılacak bir Türkiye, milyarlarca dolarlık tazminatları ödeyemeyeceği için, emperyalist ülkeler "arabulucu" olarak devreye gireceklerdir. Popüler ifadeyle, Türkiye'nin tazminat borçları için "ödeme planı" yapılacaktır. Tıpkı dış borçların ödenemez hale gelmesiyle birlikte IMF tarafından yapılan "ödeme planları" gibi. Bu tazminat ödeme planı da, borçlu ülkenin belli gelirlerinin karşılık gösterilmesiyle, yani ipoteklenmesiyle gerçekleştirilecektir. Türkiye'nin ipoteklenebilir varlığı ise, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı, Fırat ve Dicle'nin "uluslararası suları" ve GAP'tır.[10*] Böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun "varisi ve mirasçısı" Türkiye Cumhuriyeti, ikinci bir Duyun-u Umumiye yönetimi altına girecektir. AB, daha bugünden bu yönetime taliptir.
Bütün bunlar emperyalistlerin kısa ve orta vadeli çıkarlarıyla, "enerji politikalarıyla" ne denli uyumlu olursa olsun, her durumda iki ulus arasındaki düşmanlığı kışkırtmaktan ve yeni çatışmalar yaratmaktan başka bir sonuç vermeyecektir.
Uluslar arasındaki barış ve kardeşlik, ancak uluslar arasındaki ilişkilerde her türlü zor ve baskının ortadan kaldırıldığı, eşit ve demokratik bir ilişki kurulabildiği ölçüde gerçekleşir. Bunun tersine yapılan her davranış, bir dayatma, bir zorlama olacaktır. Bu da uluslar arasında barış ve kardeşliğin oluşmasının en temel engelidir. Bir ulusun karşı karşıya kaldığı zorluklardan yararlanarak, o ulusun kabul etmeyeceği şeyleri kabul ettirmeye çalışmanın ve kabul ettirmenin, o ulusun zorluklarını aştığı oranda kendisine bunları zorla kabul ettirenlerin zor duruma düşmesini bekleyeceğini ve uygun anı yakaladığında kaybettiklerini geri almak için zora başvuracağını tarih yeterince kanıtlamıştır.
Bugün "Ermeni soykırımı"nın ulusal ve uluslararası taraflarının hiçbirisi, sözcüğün tam anlamıyla "soykırım" konusuyla ilgilenmemektedirler. Kozmopolit küçük-burjuva aydınlarının "tarihle hesaplaşma" tezlerinin de, Ermeni "diasporası"nın "tarihsel hesaplaşması"nın da, Türkiye devletinin "belgelerle konuşması"nın da 1915 "tehcir" olayı ve bununla birlikte ortaya çıkan Ermeni katliamıyla uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Tüm taraflar "kılıçlarını çekmiş" hazır beklemektedirler. En küçük bir kıvılcımın kolayca çatışmalara yol açabileceği bir ortam oluşmaktadır. Öyle ki uluslararası her sorunda olduğu gibi, "Ermeni soykırımı"nda da kozmopolit küçük-burjuva aydınları "askere" çağrılmıştır. Karen Fogg'un ifadesiyle "uyuyan güzeller", bu kez Ermeni sorunu konusunda uyandırılmıştır. Kıbrıs'ta ortaya çıkan gelişmeye benzer bir gelişme için kollar sıvanmıştır.
Kozmopolit küçük-burjuva aydınları aracılığıyla bir ulusun milliyetçilerinin "tarih bilinci", bir başka ulusun milliyetçilerinin "tarih bilinci"yle yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Ermeni sorununda olduğu kadar, "Anadolu Rumları" sorununda da benzer bir gelişme yaşanmaktadır. Ermeni "soykırımı"nı Pondus "soykırımı" bir gölge gibi izlemektedir. AB'ye girme uğruna herşeyi kabul etmeye ve kendi ulusal "değerleri"ni terk etmeye hazır bir küçük-burjuva kitleye ve aydınlarına sahip bir ülkenin böylesi bir kuşatma altına alınmasında şaşılacak bir yan yoktur. Bu ülke, yani Türkiye Cumhuriyeti, Wall Street Journal'da yazıldığı gibi, "hasta adam" haline gelmiştir.
Bu durumdan Türkiye devletinin ve oligarşisinin tek çıkış yolunu ise Amerikan emperyalizmi göstermektedir.
Amerikan emperyalizmi, bir yandan Yunanistan ve Ermenistan'ı "el altından" destekleyerek Türkiye devletinin kuşatma altına alınmasını sağlarken, diğer yandan Türkiye'ye "seni bu kuşatmadan kurtaracak tek güç benim" mesajı vermektedir. Bunun bedeli ise, Amerikan emperyalizminin "Büyük Ortadoğu Projesi"ne "aktif" olarak katılmaktan ibarettir.
Herkesin kolayca görebileceği gibi, Türkiye'nin "Büyük Ortadoğu Projesi"ne dahil edilmesi, Türkiye devletinin militarize edilmesiyle eşdeğerdir. Militarize edilmiş ve Amerikan emperyalizminin "aktif askeri müttefiki" haline gelmiş bir Türkiye ise, Kafkaslar'dan Ortadoğu'ya kadar tüm bölgede yeni bir savaş ve terör döneminin başlamasına yol açacaktır.
Devlet düzeyindeki bu gelişmenin, "ulus çapında" milliyetçilik dalgasının daha da yükselmesine ve ırkçı-şoven milliyetçiliğe dönüşmesine yol açacağı da kesindir. Bunun bölgede yeni bir "sıcak çatışmaya" yol açıp açmaması fazlaca önemli değildir. Böyle bir gelişme, tüm bölgede yeni bir korku döneminin başlangıcını oluşturacaktır. Bu nedenle "Ermeni soykırımı" üzerinden kendi ulusal ve sınıfsal çıkarlarını "realize etmeye çalışan" her kesim, hangi "resmi görüş"ü benimserse benimsesin, bu korku tüneline girmekten kendisini kurtaramayacaktır.
Sorunun tek ve gerçek çözümü, Sovyetler Birliği tarafından ortaya konulmuş ve 72 yıl etkin biçimde yaşama geçirilmiş sosyalist çözümdür. Bunun dışındaki her "çözüm", emperyalist sistem içinde ve emperyalist çıkarlara bağımlı çözümler olacaktır ve sistem içindeki her değişime ve gelişmeye bağlı olarak değişecektir.