“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.”
(Tîn: 4)
“Ona kendi ruhumdan üfledim.”
(Sâd: 72)
“O’nun âyetlerinden (varlığının delillerinden) biri de sizi topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra hemen birer insan olarak yeryüzüne yayılırsınız.”
(Rûm: 20)
“Allah Âdem’i bütün yeryüzünden aldığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Âdemoğulları vücutlarındaki toprak miktarına göre; kimi kızıl, kimi beyaz, kimi siyah ve bunların arasında bir renkte, kiminin yaratılışı hafif ve kolay, kimi güç, kimi kötü, kimi iyi, kimi de bunların arasında bir tabiatta gelmiştir.”
(Ebu Dâvud - Tirmizi)
İLK İNSAN
Allah’ın Halifesi:
Allah-u Teâlâ ilk insan olma şerefini kazanan Âdem Aleyhisselâm’ı yaratmadan önce “En yüce melekler meclisi” mânâsına gelen Mele-i a’lâ’da onu anarak yüceltmiş, ona olan lütuf ve ihsanını önce meleklere haber vererek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Bir zamanlar Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti.” (Bakara: 30)
Yani ilâhî irademle ona bazı salâhiyetler vereceğim, bana vekil olarak yarattıklarım üzerinde bir takım kullanma yetkilerine sahip olacak, benim adıma hükümlerimi icrâ edecek. Sonra onun arkasından gelenler içinde, ona halef olarak aynı vazifeyi icrâ edecek kimseler bulunacak.
“Halife” kelimesi; birisi adına işleri idare eden, tasarrufta bulunan, kanun ve kaideleri yerinde tatbik ederek nizam ve intizamı sağlayan kimselere verilen bir isimdir.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur.” (Fâtır: 39)
Bu âyet-i kerime Muhammed Aleyhisselâm’ın ümmet-i muhteremesine geleceğin hükümranlığını vaad eden gayb haberlerindendir.
“Sizi yeryüzünün hâlifeleri yapar.” (Neml: 62)
Halifelik, Allah-u Teâlâ’ya ait bir ruh taşıma imtiyazından doğmaktadır.
Zira Âyet-i kerime’de:
“Ona kendi ruhumdan üfledim.” buyuruluyor. (Sâd: 72)
Allah-u Teâlâ yeryüzünde bir halife yaratacağını büyük bir haberle ilân ettiği zaman; orada kendisine vekâlet edecek, iradesini temsil edecek, buyruklarını tatbik ederek nizam ve intizamı sağlayacak, diğer bütün canlılardan üstün olacak ve onları emri altına alacak ilâhî hükümranlığı gerçekleştirecek olan bir varlığı murad etmiş, yaratacağı varlığın yüceliğini ve değerini ifade etmek için bütün meleklere müjdelemiştir.
Allah-u Teâlâ yeryüzünde kendisine vekâlet edecek böyle bir insan yaratmayı murad ettiğini meleklere haber verince, melekler hayretler içinde kaldılar. Kendilerini istişare makamında gören melekler, bir taraftan bundaki şerefi takdir ettiler, diğer taraftan da yeryüzündeki bir yaratığa Allah-u Teâlâ tarafından böyle yüksek bir irade salâhiyeti verilmesinde herhangi bir şer ihtimalinden de korktular.
Allah-u Teâlâ’nın kendilerine öğrettiği bilgi ile şöyle söylediler:
“Orada bozgunculuk yapacak, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, devamlı takdis ediyoruz.” (Bakara: 30)
Meleklerin bu suâli itiraz için veya bu halifeyi kıskandıkları için değil; mesele hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak, bilmedikleri esrarı anlamak, hikmetini öğrenmek için sorulmuştur. Çünkü melekler Allah-u Teâlâ’nın bütün buyruklarını mutlak olarak kabul edip benimseyen, emirlerine isyan ve itiraz etmeyen, sadece kendilerine emrolunanı yapan ve bunun için yaratılmış olan itaatkâr varlıklardır.
Allah-u Teâlâ onların bu suâllerine cevap olarak:
“Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.” buyurdu. (Bakara: 30)
Yani sözünü ettiğiniz bütün fesatlara rağmen, insanı yaratmaktaki hikmeti sizin bilmediğiniz şekilde ben bilirim. Onların arasından peygamberler göndereceğim. İçlerinde sıddıklar, şehidler, sâlihler, âbidler, zâhidler bulunacaktır.
İlk İnsan Hazret-i Âdem
Aleyhisselâm’ın Yaratılışı:
Meleklerle olan bu konuşmadan sonra, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah-u Zülcelâl Vel-kemâl Hazretleri Âdem Aleyhisselâm’ı yarattı.
Âyet-i kerime’sinde:
“Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘Ol!’ dedi ve oluverdi.” buyuruyor. (Âl-i imran: 59)
Bir şeyi yaratmak istediği zaman; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve nümuneye muhtaç değildir. Kâinatı ve içindeki her şeyi misalsiz yaratmıştır. Her şeyin ilk nümunesini yaratan O’dur.
Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılışında Allah-u Teâlâ’nın kudretinin tecellileri kat kattır
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Andolsun ki biz sizi yarattık.” (A’raf: 11)
Siz hiç bir şey değilken, şu bulunduğunuz şekil ve biçimi almadan önce ilk mayanızı takdir ve icad ettik.
Burada bizzat Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılışı yerine, bütün insanların yaratılışı ifade edilmiştir. Çünkü onun yaratılmasından maksat, nesli vasıtasıyla yeryüzünün bayındırlığının sağlanmasıdır. Böylece onun yaratılışı, bütün insanların yaratılışı mesabesindedir.
“Sonra size şekil verdik.” (A’raf: 11)
Yaratılışın başlangıcında şekilsiz bir yaratık olduğunuz halde sizi “Ahsen-i takvim” olan insan şekline koyduk.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah Âdem’i kendi suretinde yarattı.” (Buhari)
İnsanda öyle tecelli ettiği gibi kâinatta da öyle tecelli etti.
İnsanın hayat bulması hakkındaki ilâhî iradesi tecellî edince; zamana, tahavvüle, teselsüle muhtaç olmaksızın ilk insan müstakil olarak vücuda geldi.
Onun bir insan olmasını diledi ve öyle oldu. Üzerine kudretinin sırlarını, eşsiz hikmetini akıttı. Hikmetinin muktezâsına uygun olarak yedi merhaleden geçirdikten sonra insan haline getirdi.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“O sizi merhalelerden geçirerek yaratmıştır.” buyuruluyor. (Nuh: 14)
Bunları yapan o güzel Yaratıcı, ululama ve saygıya layık değil mi? O insanları başka bir şekil ve yaratışla yükseltemez mi? Yahut elem verici azaplara düşüremez mi?
Toprağın Merhaleleri
Ve Ruh Verilme:
Âdem Aleyhisselâm’ın yaratıldığı toprak, muhtelif Âyet-i kerime’lerde değişik terimlerle ifade edilmektedir:
1– Âdem Aleyhisselâm’ın vücud buluşunun ana maddesinin toprak oluşu.
Âyet-i kerime’de:
“Allah onu (Âdem’i) topraktan yarattı.” buyuruluyor. (Âl-i imran: 59)
Yeryüzünde hiç insan yok iken, kuru toprağa hayat vererek insan cinsini yaratmıştır.
Burada başlayış unsurunun toprak olduğu belirtilmiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Musa -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde; Allah-u Teâlâ’nın Âdem Aleyhisselâm’ı yeryüzünün her tarafından alınan toprakların birleşiminden yarattığını, bu toprağın muhtelif olmasından dolayı da Âdem Aleyhisselâm’ın neslinin değişik karakterler taşıdığını beyan buyurmuştur:
“Allah Âdem’i bütün yeryüzünden aldığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Âdemoğulları vücutlarındaki toprak miktarına göre; kimi kızıl, kimi beyaz, kimi siyah ve bunların arasında bir renkte, kiminin yaratılışı hafif ve kolay, kimi güç, kimi kötü, kimi iyi, kimi de bunların arasında bir tabiatta gelmiştir.” (Ebu Dâvud - Tirmizi)
2– Toprağın su ile hamur edilip çamur haline getirilmesi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyruluyor:
“O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya da çamurdan başlayandır.” (Secde: 7)
Bütün canlıların menşei toprak ve sudur. O’nun her yarattığında bir başka güzellik vardır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O ki, insanı sudan yarattı” (Furkan: 54)
Yalnız “Hakir su” denilen insan nutfesinden değil, hiç insan tohumu yok iken, hayatın kaynağı olan ve gökten indiği bildirilen sudan yarattı.
“Onların arasında soy ve hısımlık meydana getirdi.” (Furkan: 54)
Birincisi, soy kendilerine nisbet edilen erkeklerdir. Zira nesep babalara âittir. İkincisi, kendileri sayesinde akrabalık kurulan hanımlardır. Nesep sayesinde birbirleriyle kaynaşırlar, evlilik akrabalığı sayesinde de aralarında sevgi ve muhabbet olur.
“Rabbin her şeye kâdirdir.” (Furkan: 54)
Çünkü O, tek bir maddeden çeşitli uzuvları ve değişik özelliklere sahip bir insanı yaratmayı ve o insanı, erkek ve dişi olmak üzere farklı sınıfa ayırmayı takdir etmiştir.
3– Çamurun süzülerek özleştirilmesi:
Allah-u Teâlâ, önce çamurdan seçerek bir sülâle çıkarmış ve insanı ilk defa o sülâleden yaratmıştır. Yaratıldığı toprak da her türlü topraktan süzülmüştür.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki biz insanı süzme çamurdan yarattık.” (Müminun: 12)
Çamurdan madenleri, bitkileri ve hayvanları sıyırıp çıkardıktan sonra, bunların hülâsasından da insanı hiç yokken yaratmış ve insan bunların sonuncusu olmuştur.
4– Çamurun istenilen şekli almaya elverişli ve hazır duruma gelmesi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz onları (insanı) özlü ve yapışkan bir çamurdan yarattık.” (Saffat: 11)
Nutfenin gıdadan, gıdanın da suyla toprağın karışmasından olması sebebiyle, insanların hepsi çamurdan yaratılmışlardır. Çamur, su ile karışık bir toprak olduğu için Allah-u Teâlâ onu yapışkanlık sıfatı ile vasıflandırmıştır.
Âdem Aleyhisselâm’ın çamuru hazırlanırken bir takım safhalardan geçirilmiş, tedrici bir tekâmüle tabi tutulmuş ve böylece her safha ve kademede insan cinsinin özelliği korunmuştur.
5– Çamurun şekillendirilerek kurutulması ve havanın tesiri ile renginin değişmiş olması.
Âyet-i kerime’de şöyle buyruluyor:
“Andolsun ki biz insanı pişmemiş çamurdan, işlenebilen kara balçıktan yarattık.” (Hicr: 26)
İnsanın aslını ve ilk ferdini herhangi bir misli ve benzeri olmaksızın, diğer fertlerin yaratılış çekirdeğini de içinde taşımak üzere kara balçıktan yarattık.
O kurumuş çamurun esası; su ile çok zaman karışmış ve rengi siyahlaşmış, su ile çok durmaktan kokmuş, sonra da kurumuş çamurdur.
6– Çamurun iyice ıslah edilmesi ve âdeta saksı gibi merhalelerden geçirilerek pişmesi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah insanı ateşte pişmiş gibi kuru bir balçıktan yarattı.” (Rahman: 14)
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ı; toprağı çamur haline, sonra kara balçık, daha sonra ses getiren kuru balçık haline getirerek topraktan yaratmıştır.
Bunlar yaratılışın merhaleleridir ve ilâhî kudretin tecellisiyle şekillendirilmiştir.
7– Ruh verilerek yaratılışın kemale ermesi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyruluyor:
“Ona kendi ruhumdan üfledim.” (Hicr: 29 - Sâd: 72)
Böylece ilâhî ruh, şekillendirilmiş balçığa girince her tarafına sirayet etti, orada hayat ve hareket başladı. O basit balçığa o üstün ve yüce insanlık şerefini veren unsur, bu ilâhî ruhtur.
Ruh Allah-u Teâlâ’nın emrindendir. Üfleme tabiri de maddeye fiilen hayat başlangıcının akışını temsil eder.
Allah-u Teâlâ onu şereflendirmek, üstün bir varlık, şerefli mahluk olduğunu ve Rabbi ile münasebeti olan bir durumu bulunduğunu ortaya koymak için ruhu kendisine nisbet etmiştir.
İlâhî ruhtan üflenen nefha bu bünyeyi meydana getirmiş ve insan en mükemmel bir şekle ve en güzel bir hale gelmiştir.
Bu cismen küçük, gücü az, eceli kısa, ilmi sınırlı olan varlık; naîl olduğu bu izzet ve şerefe, kıymet ve değere o ilâhî nefha olmasaydı eremezdi. O ilâhî nefha, onu Allah-u Teâlâ ile ilgi kurmaya ehliyetli kılmaktadır.
Merhalelerdeki Hikmet ve İbret:
Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılış safhasından insan haline gelmesine kadar uzun bir zaman geçmiştir.
İnsan anılmaya değer hiç bir şey değil iken, zayıf ve güçsüz bir varlık olduğu halde; Allah-u Teâlâ bu değersiz damlayı geliştiriyor, iskeleti kuruyor, ruhunu nefhediyor ve insan olarak yeryüzüne gönderiyor.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsan anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir zaman geçmemiş midir?” (İnsan: 1)
Âdem Aleyhisselâm çamur halinde yoğurulup hazır duruma getirildikten sonra, ruh üfürülmeden, şekillendirildiği hal üzere bir süre bekletilmiş, ruhunun üflenmesine uygun bir kıvama getirilmiştir.
Kâinat ve yeryüzündeki canlılar Âdem Aleyhisselâm’dan çok önce yaratıldıkları için, o dönemde ismi, cismi ve nişanı yoktu.
İnsana gelince;
Dünyaya gelmeden önce babasının sulbünde bir hücre ve onu yaratacak olan Allah-u Teâlâ’dan başkasının bilemeyeceği kerih bir su idi. Üzerinden belli bir zaman geçti, ki o zaman yeryüzünde ismi esamesi yoktu. Ne gibi bir isim alacağı, niçin yaratılmış olduğu bilinmiyordu. Sonra Allah-u Teâlâ onu mülk âlemine getirdi. Daha önce tanınmayan bir şey iken, tanınan bir varlık oldu. Yaratılışındaki gaye ortaya çıktı.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhüma-dan rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde Âdem Aleyhisselâm’ın çamur halinden başlayarak her yaratılış merhalesinde kırk yıl kaldığı beyan buyurulmaktadır.
Allah-u Teâlâ insanı bir anda yaratmak kudretine haiz iken, insan şeklini alıncaya kadar aradan uzun zamanlar geçmesinde, topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir çiğnemlik ete ve nihayet insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışın her safhasında, hiç şüphesiz ki O’nun kudretinin yüceliğini gösteren bir çok hikmetler ve ibret verici incelikler vardır. Bu deliller her canlıda mevcuttur. Âyet-i kerime’de:
“Sizin yaratılışınızda ve yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır.” buyuruluyor. (Câsiye: 4)
İnsanın yaratılışı olduğu gibi; hayvanların yaratılışları, beslenmeleri, doğurma ve üremeleri de Allah-u Teâlâ’nın kudret ve azametine delâlet etmektedir.
Âlem-i Kebir:
Allah-u Teâlâ bu âlemi büyük bir ceset olarak vücuda getirdi ve o cesede ruh olarak Âdem Aleyhisselâm’ı koydu. Bu âlemden maksat Âdem Aleyhisselâm’dır. Âdem Aleyhisselâm’dan maksat ise insan-ı kâmildir.
Bu âlem görünüşte “Âlem-i kebir” yani büyük âlemdir. Fakat aslında “Âlem-i sağir” yani küçük âlem olup, “Âlem-i kebir” Âdem Aleyhisselâm’dır. Çünkü âlemde mufassal olarak ne ki varsa, hülâsa olarak Âdem Aleyhisselâm’ın vücudunda dürülmüştür ve mevcuttur. Arzın, melekûtun, ceberut ve lâhutun özü ve mânâsı insandır. Bunun için “Âlem-i kebir” denmiştir.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyurmaktadır:
“Yere göğe sığmadım mümin kulumun kalbine sığdım.”
İnsanın bedeni maddi âlemden, ruhu manevî âlemdendir. Onun için bu iki âlemde mevcut olan her şey onda vardır. Yine bu sebepledir ki insan, bu iki âlem arasında bir berzahtır.
Ahd ve Misak:
Allah-u Teâlâ Ehadiyet mertebesinde bir gizli hazine iken; rahmetinin cemâlini, kudretinin kemâlini, azamet ve celâlini, sanatının inceliğini ve hikmetinin sırlarını duyurmayı irade buyurdu. Bunun üzerine ruhlar âlemini ve cisimler âlemini yarattı.
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi arzuladım, bunun için de mahlukatı yarattım.” (K. Hafâ)
Bunu bir bilgi, bir haber değil, aynı zamanda bir emir olarak kabul etmek gerekiyor. Çünkü Allah-u Teâlâ’yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.
Allah-u Teâlâ’nın varlığı kadimdir, evveli yoktur. Zamandan da ezelden de önce vardı. Zât-ı akdes’inin varlığından evvel hiç bir şey yoktu. bütün varlıklar O’nun buyurduğu bir kelime ile meydana çıkmışlardır.
Hadis-i şerif’te buyurulduğu üzere:
“Allah var idi ve Allah’tan başka bir şey mevcut değildi.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 1317)
Sonra varlığını ve kemalini duyurmayı, hikmetiyle kâinatı ve insanları yaratmayı irade buyurdu ve dilediği şekil ve nizam üzere yarattı.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ın belinden zürriyetini çıkarıp onları akıl sahibi yaptı ve onlara hitapta bulundu. İman ile emir buyurup, imansızlıktan nehyetti.
Onlar o anda zerreler gibiydiler.
Ubey bin Ka’b -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah ruhlar âleminde bütün insanları topladı, onları türlerine ve yaşadıkları devirlere göre kümelere ayırdı ve onlara insan suretini, konuşma kabiliyetini verdi. Sonra onlardan söz (ahid ve misak) aldı, buna bizzat kendilerini şahid tuttu.”
Bu hususta Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Hani Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkarıp almıştı.” (A’raf: 172)
Âdem Aleyhisselâm’ın neslinin sulplerinden kıyamete kadar vücud bulacak zürriyetlerini birer birer çıkardı.
“Ve onları kendi kendilerine karşı şahit tutmuştu.” (A’raf: 172)
Kendi varlıklarından bile habersiz iken onların her birine şuhûd ve şehadet fıtratını, kendi varlığında Hakk’ın mevcudiyetini duymak ve duyurmak, itiraf etmek kabiliyetini verdi. Hâlikiyetine ve Rubûbiyetine delâlet eden delilleri gösterdi.
Hepsini varlığına ve birliğine şahit kılarken de:
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurmuştu. (A’raf: 172)
Üzerlerinde dilediği gibi tasarruf eden yegâne mürebbileri ve yaratıcıları olduğuna ikrar ettirdi.
Hepsi de:
“Evet Rabbimizsin, buna şahidiz dediler.” (A’raf: 172)
Terbiye ve emaneti kabul edip, şahidliği taahhüd eylediler. Hiç bir şey değil iken şuurlu birer insan fıtratına geçip birer insan hüviyeti aldılar. Hiç bir muhalefette bulunmadan ilâhi takdire uydular.
İşte insan, Rabbi ile kendisi arasında vuku bulan böyle bir sözleşme altına girmiş ve kendi varlığında Rabbine şahitliği ve O’na kulluğu taahhüt etmiştir. Bu mukavele Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun dinine yönelmenin başlangıç noktasıdır.
Daha sonra, bu şahitliği ikrar ettiği halde yerine getirmeyen, hatırlatma ve uyarılara rağmen inkâr ve küfürde ısrar edenler, kendilerine yaratılıştan ihsan edilen fıtratlarını ve akitlerini bozmuş, kendilerine yazık etmiş olanlardır.
“İşte bu şahitlendirme, kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu.’ dememeniz içindi.” (A’raf: 172)
Kıyamet gününde bütün işlerin neticesi en ince teferruatına kadar ortaya çıkınca hiç kimse itiraz edemeyecektir.
Bir ferdin kalkıp da Allah-u Teâlâ’nın kitabından haberdar olmadığını söylemesi hiç bir mesnede dayanmaz ve hiç bir mânâ ifade etmez.
“Veya: ‘Daha önce babalarımız Allah’a şirk koştu, biz de onlardan sonra gelen nesildik. Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helâk eder misin?’ dememeniz içindi.” (A’raf: 173)
Onlara karşı delil olabilecek hususlar bulunmuş olsaydı, onlar Allah-u Teâlâ’ya karşı delil getirerek bu sözleri söylemiş olacaklardı.
Halbuki her zürriyetin kendi başına bir taahhüdü, bir sözleşmesi vardı. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitâbına doğrudan doğruya şahit olmuşlardı. Fakat onlar şahitliklerini yerine getirmediler ve şirke düştüler.
Mümin olanlar ise ezeli imanlarını dünyada açığa çıkarmaya muvaffak oldular ve ebedi saâdete erdiler.
“İşte biz âyetleri böyle açıklıyoruz.” (A’raf: 174)
Bu misakı açıkladığımız gibi âyetleri de açıklıyoruz ki, insanlar onları düşünsün, bâtılda ve babalarını taklitte ısrardan vazgeçsinler.
“Umulur ki dönerler.” (A’raf: 174)
Belki onlar böylece fıtratlarının icap ettirdiği noktaya dönerler, Allah-u Teâlâ’ya verdikleri ahde sarılırlar, vahdaniyet ve ulûhiyetini tasdik ederek hidayete nâil olurlar.
Meleklerin İmtihanı:
Melekler bir çok şey öğrenmişlerdi. Âdem Aleyhisselâm ise bilgin değildi, bir şey öğrenmemiş, bir öğretici ile de karşılaşmamıştı. Yüzünü Yaratana çevirdi, gönlünü her şeyden çevirerek Rabbine yöneldi.
“Ve Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara: 31)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, Allah-u Teâlâ yaratmış olduğu cisimleri ona göstererek “Bunun adı dağdır... Bununki güneştir... Bu sudur... Şu denizdir...” diye ona eşyanın isimlerini, mahiyetlerini ve hususiyetlerini bir bir öğretti.
Bu makam Allah-u Teâlâ’nın Âdem Aleyhisselâm’a her şeyin ismini öğreterek, ona verdiği üstünlüğün zikredildiği makamdır.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve onu Allah’ın halifesi yapan en büyük özelliği, Allah-u Teâlâ’nın ona bahşettiği akıl ve onun semeresi olan ilim irfan sahibi oluşudur.
Gerçekte insanoğlunun eşya ile ilgili bütün bilgileri, onlara isimler vermesine dayanır. Bunun içindir ki, Âdem Aleyhisselâm’a her şeyin isimlerinin öğretilmesi, onlarla ilgili bilgilerin de öğretilmesi mânâsına gelir. Zira “İsim” daima “Müsemmâ” ya, yani verildiği şeye işaret eder ve her şey kendisine verilen isimle bilinir.
Allah-u Teâlâ meleklere Âdem Aleyhisselâm’ın hepsinden daha bilgili ve anlayışlı olduğunu göstermeyi murad etti ve onları imtihana tâbi tuttu.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Sonra da o eşyayı meleklere göstererek ‘Eğer sâdıklardan iseniz, bunların isimlerini bana söyleyin?’ dedi.” (Bakara: 31)
Onların kanaatlerini tasrih ederek, şüphe ve tereddütleri silmek lütfunda bulundu.
Melekler, kendilerine has ilim ve mârifetlerinin genişliğine rağmen, bu hususta bilgileri olmadığı için cevap veremediler. Allah-u Teâlâ’nın kendilerine öğretmediği hususlarda ilimlerinin hudutlu olduğunu kabul ettiler.
“Sen münezzehsin, seni tesbih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiç bir bilgimiz yok. Şüphesiz ki sen her şeyi hakkıyla bilensin, hüküm ve hikmet sahibisin dediler.” (Bakara: 32)
Çünkü her şeyi en ince teferruatıyla bilen, ilmi her şeyi ihata eden, yaratmasında, öğretmesinde, dilediğine verip dilediğine vermemesinde sonsuz hikmet sahibi olan ancak O’dur. Aslî ve hakiki sebep ancak O’nun iradesidir, hikmet de onun gereğidir.
Bu itirafta meleklerin, yeryüzünde bir halife yaratmasıyla ilgili ilâhî iradenin sebep ve hikmetini Allah-u Teâlâ’ya bırakmak mânâsı da vardır.
Allah-u Teâlâ meleklerin bu tenzih tesbihinden sonra onun halifeliğe layık olduğunu onlara göstermek için Âdem Aleyhisselâm’a şöyle hitap etti:
“Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere haber ver!” (Bakara: 33)
Âdem Aleyhisselâm bu emr-i ilâhi’ye imtisal ederek, Allah-u Teâlâ’nın kendisine bahşettiği ilim sayesinde:
“Vaktaki Âdem bunların isimlerini onlara haber verdi.” (Bakara: 33)
Allah-u Teâlâ’nın kendisine öğretmiş olduğu eşyanın isimlerini sıralayınca üstünlüğü de ortaya çıkmış oldu.
Âyet-i kerimesinde beyan buyurulduğu üzere, eşyanın isimlerini teker teker sayıp özelliklerini belirtince Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Size demedim mi ki, ben göklerin ve yerin gizliliklerini bilirim. Açıkladığınızı da gizli tuttuğunuzu da bilirim.” (Bakara: 33)
Gizlisiyle açığıyla gaybı bildiğini, açığa vurduklarını ve içlerinde gizlediklerini de bildiğini onlara hatırlattı.
Zât-ı Ehadiyet’ine hiç bir şey gizli kalmaz.
Allah-u Teâlâ’nın önce Âdem Aleyhisselâm’a sonra da meleklere yönelttiği bu hitapta, insanın diğer mahlukata nisbetle çok daha şerefli bir mahluk olduğuna açık bir işaret vardır.
Bu imtihan neticesinde Âdem Aleyhisselâm’ın üstünlüğü ve hilâfete lâyık olduğu ortaya çıkmış oldu.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Rahman olan Allah, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (açıklamayı) öğretti.” (Rahman: 1-4)
Âdem Aleyhisselâm, yaratıldıktan sonra kendisine eşyanın isimlerinin öğretilmesi sayesinde meleklerin bilmediğini bildi, onların ulaşamadıklarına ulaştı.
İnsanlığın atası olması sebebiyle Âdem Aleyhisselâm’a “Ebül-beşer” denilmiş, Allah-u Teâlâ’nın seçtiği bir kul olduğu için de “Safiyullah” ünvanıyla anılmıştır.
Melekler ve cinler önce yaratılmışlardı.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah Âdem Aleyhisselâm’ı Cuma günü ikindiden sonra bütün canlı yaratıkların en sonunda ve Cuma saatlerinin nihayetinde, ikindi ile akşam arasında bir zaman içinde yarattı.” (Müslim: 2789)
Âdem Aleyhisselâm’ın bütün mahluklardan sonra yaratılması, asıl maksat olduğu içindir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Üzerinize güneşin doğduğu en hayırlı gün Cuma günüdür. Âdem Aleyhisselâm o gün yaratıldı, o gün cennete konuldu, cennetten o gün çıkarıldı. Kıyamet de o gün kopacaktır.” (Müslim: 854)
Âdem Aleyhisselâm cennetten kovulduğu için çıkarılmış değil, bazı vazifeler görerek sonra tekrar oraya dönmek için çıkarılmıştır.
Tâzim Secdesi:
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ın bu yüce mevkini ve yeryüzünde halife olmaya ondan daha lâyık bir varlık bulunmadığını bildirdikten sonra, bu şerefi tescil etmek üzere meleklere ona secde etmelerini emir buyurdu.
Bu emr-i ilâhi’ye uyarak bütün melekler secde ettiler. İblis ise kibir ve inadı yüzünden secdeye yanaşmadı, böylece kâfirlerden oldu.
Bu hususta Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Bir zamanlar biz meleklere: ‘Âdem’e secde edin!’ demiştik.” (Bakara: 34 - İsrâ: 61 - Kehf: 50 - Tâhâ: 116)
Meleklere Âdem Aleyhisselâm’a secde etmeleri emrolunmuş, melekler de ona secde etmişlerdir. Allah-u Teâlâ insanlığa öyle bir şeref bağışlamış ki; Âdem Aleyhisselâm’ın meleklere değil, meleklerin Âdem Aleyhisselâm’a secde etmesini emretmiştir.
“İblis hariç hepsi secde ettiler.” (Bakara: 34 - Kehf: 50)
Melekler Allah-u Teâlâ’nın emr-i şerif’ine uyarak secde ettikleri halde, İblis bu secdeden kaçınmış, böylece Rabbinin emrine karşı gelerek büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştur.
“O ise yüz çevirdi, büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.” (Bakara: 34)
İblis her ne kadar meleklerin yaratıldıkları unsurdan değil ise de, onların yapmakta oldukları işleri yaptığı için meleklere yapılan hitaba o da girmişti.
“Meleklere: ‘Âdem’e secde edin!’ dedik. İblisten başka hepsi secde ettiler. O secde edenlerden olmadı.” (A’ raf: 11)
Görülüyor ki İblis Allah-u Teâlâ’yı inkâr ettiği için değil, emrine itaat etmediği için kâfir olmuştur.
Allah-u Teâlâ’nın herhangi bir emir ve nehyini kabul ve tebcil etmek iman alâmeti olduğu gibi, bunun hilâfına hareket ise küfür ve tuğyan nişânesidir.
Neticenin böyle olacağını Allah-u Teâlâ ezelî ilminde biliyordu. Bu itibarla da kâfirler defterinde kayıtlı bulunuyordu. Yoksa bu secde emr-i şerif’ine kadar hiç küfrü geçmemişti. Mümkün olduğu halde itaat yolunu seçmedi ve o zaman bilfiil kâfir oldu.
Diğer Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Rabbin meleklere: ‘Ben balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım.’ demişti.” (Hicr: 28)
Böylece onların kendilerini Âdem Aleyhisselâm’a hemen secde etmeleri hususunda daha önceden hazırlamış oldu.
“Rabbin meleklere: ‘Ben çamurdan bir beşer (insan) yaratacağım.’ demişti.” (Sâd: 71)
İnd-i ilâhîdeki izzet ve şerefine işaret buyurdu.
“Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!” (Hicr: 29 - Sâd: 72)
Âdem Aleyhisselâm’ın hilkatindeki hikmetten ve kudret-i ilâhî’nin tecellisinden dolayı melekler böyle bir secde ile memur bulunmuşlardı.
İşte Allah-u Teâlâ, o balçıktan yarattığı insanı nefhettiği ruhu ile böyle yükseltmişti.
“Bunun üzerine İblisin dışında bütün melekler hemen secde ettiler.” (Hicr: 30-31 - Sâd: 73)
O secdenin neticesidir ki, onlar peygamberlere vahiy getirirler. İnsanlar işte böyle bir babanın evlâdıdırlar.
Melekler yaratılışları icabı, Allah-u Teâlâ’nın emrine uyarak ve hikmetini de idrak ederek secdeye kapandılar.
İblis’e gelince:
“O, secde edenlerle beraber olmaktan çekindi.” (Hicr: 31)
Böylece de kendisini lânete, ebedî hüsrana atmış oldu.
“Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.” (Sâd: 74)
Fıtratı ve cibilliyeti kendisine hâinlik etti. İşte emr-i ilâhîye muhalefetin neticesi!
•
Âdem Aleyhisselâm insanların aslı olduğu gibi, İblis de cinlerin aslıdır.
“İblis cinlerdendi, Rabbinin emrinden dışarı çıktı.” (Kehf: 50)
O ateşten yaratılmıştı, melekler kadar fıtrî bir nurâniyete sahip değildi. Buna rağmen yine de kendisine büyük bir değer verip:
“Ben dedi, çamurdan yarattığına secde mi ederim?” (İsrâ: 61)
Yapılması emredilen bu secde, tebcil ve tâzim, hürmet ve ikram içindir. Âdem Aleyhisselâm’ın şerefini yüceltmenin, faziletini kabul edip itiraf etmenin ve:
“Allah Âdem’i üstün kılmıştır.” (Âl-i imran: 33)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere, ona bu üstünlüğü veren Allah’a teslim oluşun, emr-i şerif’ine ittibâ edişin bir ifadesi idi.
İlk Selâmlaşma:
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Allah Âdem’i altmış arşın boyunda yarattı. Sonra ona ‘Haydi, meleklerden şunların yanına git ve onlara selâm ver! Onların selâmına nasıl karşılık vereceklerini iyi dinle! Bu senin ve Zürriyetinin selâmlaşmasıdır.’ buyurdu. Âdem gidip meleklere: ‘Esselâmu aleykûm.’ dedi. Melekler: ‘Esselâmu aleyke ve rahmetullah’ diye rahmeti fazla olarak söylediler.
Cennete giren kişi Âdem’in boyunda, güzelliğinde olacaktır. Âdemoğlu (boy, pos ve güzellikte) eksiliyor. Bu eksilme bugüne kadar devam ediyor.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 1367)
Cennete giren bahtiyarlar boy pos ve güzellik itibariyle Âdem Aleyhisselâm’ın kılığında olacaklar, dünyadaki siyahlık, sakatlık gibi şeylerden eser kalmayacaktır.
•
HAZRET-İ HAVVÂ
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ın yalnızlığını gidermek, üreme ve cinsin çoğalması için, uyurken sol arka kaburga kemiğinden Hazret-i Havvâ’yı yarattı.
Âyet-i kerime’de:
“Sizi bir tek candan yarattı. Ondan da eşini vâretti.” buyuruluyor. (Zümer: 6)
Cinsleri, dilleri, renkleri ayrı ayrı olmasına rağmen bir tek candan yarattı, insanı tek iken çift hale getirdi.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Şüphesiz ki kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır.” (Müslim: 1468)
Âdem Aleyhisselâm uyandığında onu başucunda görünce gönlü teskin oldu, birbirine ısındılar. Çünkü insanın kendisine ait bir organa, yahut kendisinden olan bir parçaya yakınlık göstermesi kadar tabii bir şey olamaz.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Sizi bir tek candan yaratan ve ondan da gönlünün ısınıp huzura kavuşacağı eşini vâreden Allah’tır.” (A’raf: 189)
Allah-u Teâlâ kadınları başka bir cinsten değil, yine insandan yaratmıştır. İkisi de insandır. İkisi de beşerdir ve biri öbürünün tamamlayıcısıdır.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde insanların Âdem Aleyhisselâm ile Hazret-i Havvâ’dan çoğalıp yayıldıklarını haber veriyor:
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.” (Hucurat: 13)
Bu hitap bütün insanlaradır. Biz sizi kudretimizle bir tek asıldan yarattık ve bir anne ve babadan meydana getirdik.
“Erkeği ve dişiyi yaratana yemin olsun ki!” (Leyl: 3)
Allah-u Teâlâ eşsiz ve hikmet sahibi bir yaratıcı olduğuna dikkat çekmek için erkek ve dişi cinslerini yarattığına dair Zât’ına yemin etmektedir. Çünkü erkek ve dişi arasındaki bir farklılığın tesadüf eseri meydana geleceği düşünülemez. Menideki asli unsurlar da dengelidir. Aynı unsurlardan bazen erkek bazen dişi çocuk yaratmak ancak ilâhî kudretin eşsiz bir eseridir.
“Sizi çift çift yarattık.” (Nebe: 8)
Ki çoğalma işi düzgün olsun ve belli süreye kadar yeryüzünde hayat devam etsin.
“İbret alasınız diye her şeyi çift çift yarattık.” (Zâriyat: 49)
Bütün yaratıklar çift çifttir. Gece ve gündüz, kara ve deniz, karanlık ve aydınlık, ölüm ve hayat... gibi. Hayvanlar ve bitkiler de böyledir.
Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ ibret almaya davet etmektedir.
“Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden çift çift yaratan Allah münezzehtir.” (Yâsin: 36)
İnsanları erkek ve dişi olarak yaratması O’nun rahmetindendir. Bu lütuf devam edip gitmekte olup kıyamete kadar da devam edecektir.
Bunlardan başka Allah-u Teâlâ’nın insanları muttali kılmadığı daha nice çiftler vardır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde, beşeriyetin ilk hilkat sahasına nasıl getirilmiş olduğunu bildirmektedir:
“Ey insanlar! Sizi bir tek candan yaratan ve ondan eşini varedip, ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinize hürmetsizlikten sakının.” (Nisâ: 1)
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ı topraktan halketti, eşini de onun kaburga kemiklerinin bir tanesinden yarattı. Daha sonra bu ikisinden bir çok erkek ve bir çok kadın türetti ve insanlar çoğaldılar. Bugün var olan insanlar böyle meydana geldi.
Hiç yokken topraktan seçmek suretiyle insan yaratan ve o insandan eşini vareden, iki insandan birbirinden doğmaları suretiyle erkek dişi bir çok çocuklar ve torunlar halkedip dünyaya yayan Allah-u Zülcelâl’in şânı ne yücedir.
•
CENNET VE MEMNU MEYVE
İlâhî Uyarı:
Allah-u Teâlâ secde emriyle Âdem kulunun şânını yücelttikten sonra bu ilk insan âilesine cennette yerleşmelerini emir buyurarak şânını artırmıştır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Ey Âdem! Sen ve eşin, beraberce cennette yerleşin.” (Bakara: 35 - A’raf: 19)
Allah-u Teâlâ onlara cennet meyvelerinin hepsini, cennetin her nimetinden bol bol faydalanmayı helâl kıldı.
“Orada olanlardan dilediğiniz yerde bol bol yiyin.” (Bakara: 35 - A’raf: 19)
Diledikleri yerde otururlar, ne dilerlerse âfiyetle yiyebilirlerdi.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’a cennette büyük bir hürriyet vermekle beraber, ancak kendisinin bildiği bir hikmete göre, bu hürriyeti kısıtlamış, mahiyetini bilmediğimiz bir ağacın meyvesini yemelerini yasaklamıştır.
“Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz, her ikiniz de zulmedenlerden olursunuz.” (Bakara: 35 - A’raf: 19)
Ayrıca şeytanın kendileri için en büyük düşman olduğunu da haber vererek hilesine karşı ikaz etmiştir:
“Ey Âdem! Bu senin ve eşinin düşmanıdır.” (Tâhâ: 117)
Aslında her ikisi de şeytanın kendilerine düşman olduğunu biliyorlardı. Çünkü Âdem Aleyhisselâm onun secdeye çağrıldığında nasıl isyan ettiğine ve söylediği sözlere şahit olmuştu.
“Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz!” (Tâhâ: 117)
Burada her ikisi de emre itaatsizliğin âkibeti ile uyarılmaktadırlar.
“Doğrusu cennette senin için ne acıkmak ne de çıplak kalmak vardır.” (Tâhâ: 118)
Çünkü bütün nimetler ve giyim eşyaları orada mevcuttur.
“Orada ne susarsın, ne de sıcaklığın sıkıntısını duyarsın.” (Tâhâ: 119)
Allah-u Teâlâ cennetteki bütün nimetlerin hepsini saymak yerine sadece; “Yeme”, “İçme”, “Giyinme” ve “Barınma” gibi hayatın temel dört ihtiyacını beyan buyurmuştur.
Yani cennette hiç bir çaba harcamaksızın bu nimetler size bahşediliyor. Fakat siz şeytanın iğvâsına uyarsanız sadece bunlardan değil, cennetin bütün nimetlerinden mahrum kalacaksınız. Bu durumda ihtiyaçlarınızı elde etmek için çok çalışmak mecburiyetinde kalacaksınız.
Şeytanın Hile ve Tahriki:
Bu kadar cennet nimetleri yanında bu yasağın konması, hiç şüphesiz imtihan içindi. Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılışı ile melekler ve şeytan imtihan edilmişlerdi. Melekler önce soru sormuşlarsa da secde emrine hemen uymuşlardı. Şeytan ise isyan etmiş, imtihanı kazanamamış, bundan dolayı da Allah-u Teâlâ’yı sorumlu tutmuştu. Kendisinin bu duruma düşmesine sebep olarak bildiği Âdem Aleyhisselâm’dan intikam almanın yollarını aramaya başladı. İkisine de vesvese vererek yanılmalarını sağladı.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Sonunda şeytan ona vesvese verdi.” (Tâhâ: 120)
Her ikisi de kandırılmış, her ikisi de ona aldanmışlardı.
“Şeytan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi.” (A’raf: 20)
Şeytan ikisine de haset etmiş, onları çekememiş; içinde bulundukları nimetin elden gitmesi, üzerlerinde olan güzel elbiselerin soyulup alınması için ne yapıp yapıp yasak meyveden yemelerini sağlamaya çalışmış, bir yalan ve iftira olarak şöyle demişti:
“Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?” (Tâhâ: 120)
Sen ondan istifade ederek ebedî bir hayata sahip olasın.
“Rabbiniz, sırf melek olursunuz veya burada ebedi kalanlardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan menetti, başka bir sebepten değil.” (A’raf: 20)
“Ebedîlik” ve “Mülk” arzusu beşer tabiatında bulunan iki arzudur. Âdem Aleyhisselâm da beşer fıtratında yaratıldığı için, şeytan bu iki noktadan nüfuz etmişti.
“Ve onlara ‘Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim.’ diye yemin etti, böylece onları hile ile aldattı.” (A’raf: 21-22)
Onların iyiliğini istiyormuş gibi gözükerek kendi tuzağına düşürmeye çalıştı.
Âdem Aleyhisselâm ve Hazret-i Havvâ, melek olma veya cennette ebedî kalma ihtimallerini duyunca; Allah-u Teâlâ’nın ikazını ve şeytanın kendilerine en büyük düşman olduğunu unuttular. Onun yalan yere yemin edeceğine ihtimal veremediler, aldandılar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki biz daha önce Âdem’e de ahid vermiştik. Fakat o unuttu.” (Tâhâ: 115)
Allah-u Teâlâ’nın verdiği ahidde bir tek ağaç hariç, bütün meyvelerden yiyebilecekti. O ise bu ahdi unuttu, bu ilâhî tavsiyeyi hatırlayamadı.
“Biz onda azim bulmadık.” (Tâhâ: 115)
Allah-u Teâlâ’nın emrine aykırı hareket etme hususunda da bir kasıt ve yönelme yoktu.
“Bunun üzerine ikisi de o ağacın meyvesinden yediler.” (Tâhâ: 121)
O husustaki ilâhî emri unutmuş, şeytanın iğfâline kapılmış oldular. Eğer sebatkâr olsaydı, aslâ aldatamayacaktı.
“Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine görünüverdi.” (A’raf: 22)
O zamana kadar yaradılışlarında kendilerini utandıracak ve tiksindirecek bir şey bilmiyorlardı.
Fitnenin tuzağına düşen Hazret-i Âdem ve Havva, çok edepli olduklarından utandılar ve:
“Üstlerini cennet yapraklarıyla örtmeye çalıştılar.” (Tâhâ: 121 - A’raf: 22)
Daha önce cennet elbisesi giymişken, şimdi avret mahallerini örtmeye başladılar. Görülüyor ki bu ilk iki insan sıcak ve soğuğa karşı değil, birbirlerine karşı giyindiler. Henüz bu safhada kendilerine Allah-u Teâlâ tarafından verilmiş bir giyinme emri yoktu. Fakat ilâhî irade onları böyle duygularla ve fıtri bir terbiye ile donatmış bulunuyordu.
Tesettür, Allah-u Teâlâ’nın emirlerini uygulamak için vazgeçilmez bir esastır. Utanma duygusu insanda fıtridir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’nin devamında:
“Âdem Rabbine âsi olup şaşırdı.” (Tâhâ: 121)
Buyurarak, onun neslinden gelecek olan insanların böyle hataları işlemelerini vurgulu bir şekilde yasaklamaktadır.
Allah-u Teâlâ yasağa karşı gelmekten ve düşman sözüne aldanmalarından dolayı onlara sitemde, itapta ve hitapta bulundu, onları uyardı:
“Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?” (A’raf: 22)
Tevbe ve Bağış:
Bu hitâb-ı izzet karşısında utançlarından ezildiler. Hatalarını kabul ve itiraf ettiler, son derece pişman oldular. Rablerine yönelerek şöyle yalvardılar:
“Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamazsan ve bize merhamet etmezsen, muhakkak ki kaybedenlerden oluruz.” (A’raf: 23)
Bu kelimelerin o anda kalplerine gelmesi de ilâhî bir lütuftur.
Âdem Aleyhisselâm emr-i ilâhîye kasten muhalefet etmiş değildi. Yapmış olduğu bir unutma neticesi idi.
Kendisinden başka tevbeleri kabul edip, bağışlama sıfatı bulunmayan Allah-u Teâlâ, tevbelerini kabul buyurdu ve onları bağışladı:
“Rabbi yine de onu seçip tevbesini kabul etti, ona doğru yolu gösterdi.” (Tâhâ: 122)
Şeytan günahından dolayı uyarıldığı zaman hatasını itiraf etmediği gibi, itaat yoluna da dönmemiş, daha da inatçı bir durum sergilemişti. Âdem Aleyhisselâm ise hatası karşısında uyarıldığında hayâ ve üzüntü duydu, pişman oldu, Rabbine karşı itaat yoluna girdi.
Âdem Aleyhisselâm’ın affedilmesine sebep olan dört nokta vardır: 1. Hatasını anlaması. 2. İtiraf etmesi. 3. Pişmanlık duyması. 4. Çok tevbe ve istiğfar etmesi.
Beşincisi de affedilince nefsine paye vermemesidir.
“Âdem Rabbinden bir takım kelimeler aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhametli olandır.” (Bakara: 37)
O öyle merhametli bir Zât-ı âlî’dir ki, kulunu bir kere terkedivermekle ebediyyen terkedivermez. Kulu tevbe ettikçe, yine döner bakar. Çünkü O rahimdir, merhameti engindir.
Bu hâdise Âdem Aleyhisselâm cennette iken, yani peygamberlik verilmeden önce cereyan etmiştir. Kasıtsız olarak işlemiş oldukları bu hata, tevbe etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ tarafından bağışlanmıştır.
Şeytan bu yasağı çiğnetmekle; cennetten tamamen mahrum edeceğini, kendisi gibi ilâhi rahmetten ebediyyen kovulacaklarını zannediyor, tevbe ederek kurtulacaklarını hiç ummuyordu.
Cennetten Yeryüzüne:
Allah-u Teâlâ Hazret-i Âdem ve Havvâ’ya daha önceden ikazda bulunmuş, şeytana aldandıkları takdirde cennetten çıkarılacaklarını beyan buyurmuştu.
Dolayısıyle emre muhalefet ettikleri için yeryüzüne indirilmek üzere cennetten çıkarıldılar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ne var ki şeytan ayaklarını kaydırıp onları oradan uzaklaştırmış, içinde bulundukları yerden çıkarmıştı.” (Bakara: 36)
Aslında İblis’in gayesi Âdem Aleyhisselâm’ı cennetten çıkarmek değildi, onu eriştiği mertebeden düşürmekti. Kendisinin uzaklaştırıldığı gibi, onu da uzaklaştırmak istiyordu. Fakat gayesine erişemedi.
Cennetteki kendilerine âit fıtratlarında bir değişme oldu.
Allah-u Teâlâ onları yeryüzüne indirirken, şeytan da dahil olmak üzere hepsine birden şöyle hitapta bulunmuştu:
“Birbirinize düşman olarak inin!” (Bakara: 36 - A’raf: 24)
Karşılıklı olarak birbirinize düşmanlık edeceksiniz.
“Siz yeryüzünde bir müddet yerleşip geçineceksiniz.” (Bakara: 36 - A’raf: 24)
Çünkü yerler ve yerdekiler insanlar için yaratılmıştı. Cennette oturma ise bunun başlangıcı idi.
“Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan dirilip çıkarılacaksınız.” (A’raf: 25)
Ecellerinizin biteceği süreye kadar yeryüzünde yerleşecek, çalışacak ve barınacaksınız. Sonra da orada ölecek, oradan dirilerek çıkarılacaksınız.
“Hepiniz oradan inin! Size benden bir hidayet geldiği zaman, kim ki benim hidayetime tâbi olursa, onlar için hiç bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Bakara: 38)
Dünyada ele geçiremedikleri şeyler için üzülmedikleri gibi, nâil olacakları nimetler ellerinden çıkmayacağı için de mahrum olmazlar.
“O (dünyada) sapmaz, (ahirette de) bedbaht olmaz.” (Tâhâ: 123)
Bu gibi kimseler sapmaktan ve bu sapıklığın cezasından kendilerini kurtarmış olurlar.
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir.” (Tâhâ: 124)
Zâhiren nimetler içinde görünse bile, ne rahatı ve huzuru olur, ne de gönlünde genişlik ve ferahlık olur.
•
İnsanoğlunun yaratılışının birinci gayesi yeryüzünde Allah’ın halifesi olmasıdır. Allah-u Teâlâ insanı yeryüzünde halife yapmak için yaratmıştır. O sadece imtihan gayesiyle cennette tutuluyordu.
Şeytan da şüphesiz Âdem Aleyhisselâm’la birlikte ve ona düşman olarak gönderilmiş, cennette olduğu gibi dünyada da onu ve neslini doğru yoldan saptırmak için peşine takılmış; “Birbirinize düşman olarak inin!” emr-i şerifi mucibince, şeytan insanın düşmanı, insan da şeytanın düşmanı olmuştur ve aralarındaki bu mücadele kıyamete kadar devam edecektir.
İlâhî Takdir:
Âdem Aleyhisselâm “Cennetten kovulma” şeklinde, bir ceza olarak dünyaya gönderilmemiş, yaratılış gayesine uygun olarak cennetten indirilmiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Âdem ile Musâ münakaşa ettiler. Musa Aleyhisselâm ‘Hata etmen seni cennetten çıkardı.’ deyince Âdem Aleyhisselâm ‘Sen peygamber olarak seçilmiş Allah kelâmına muhatap olmuş Musâ’sın. Sonra da ben yaratılmadan önce Allah’ın takdir etmiş olduğu şeyde beni mi yeriyorsun?’ diye cevap verdi. Âdem iki kat kuvvetli delil getirdi.” (Buharî-Müslim)
Allah-u Teâlâ vukua gelecek hadiseleri ezelden murad etmiştir.
Yeryüzündeki Hayat:
Âdem Aleyhisselâm ve eşi Havvâ yeryüzünün iki ayrı yerine indirildiler. Uzun yıllar birbirinden ayrı yaşadılar. Nihayet Allah-u Teâlâ onları bağışladı. Arafat mevkiinde buluştular ve birlikte ömür sürdüler. Onlarla beraber şeytan ve avânesi de yeryüzüne indirilmişti.
Âdem Aleyhisselâm’a peygamberlik verildi. Ayrıca Allah-u Teâlâ emir ve yasaklarını bildiren on sayfalık “Suhuf” indirdi.
Âdem Aleyhisselâm’la Havvâ vâlidemizden pek çok erkek ve kadınlar türedi. Yeryüzünde insanlar çoğaldı.
Havvâ vâlidemiz her doğum yaptığında biri erkek biri kız olmak üzere ikiz doğuruyordu.
İlk batında Kabil ile kızkardeşi, ikinci batında Hâbil ile kızkardeşi doğmuştu. Allah-u Teâlâ birinci batında doğan erkekle ikinci batında doğan kızı, ikinci batında doğan erkekle birinci batında doğan kızı evlendirmesini Âdem Aleyhisselâm’a emir buyurdu. İlk zamanlarda kardeşler arasında evlenme yasak edilmemişti. Bununla beraber aynı anda doğan kız ve erkek kardeşler birbiriyle evlenemez, neslin çoğalma zaruretinden dolayı, bir önce veya sonra doğanlarla evlenebilirlerdi. Zamanla insanlar çoğalınca bu ruhsat ortadan kaldırıldı.
•
HALDEN HALE GEÇİŞ
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde insanların çeşitli hayat safhaları geçireceklerini beyan buyurmaktadır:
“Ki, şüphesiz siz tabakadan tabakaya (halden hale) geçeceksiniz.” (İnşikak: 19)
Kur’an-ı kerim bu safhaların belli başlıları olan çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık çağlarına temas etmektedir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Sonra sizi bir bebek olarak dünyâya çıkarıyor. Sonra güçlü kuvvetli bir çağa erişiyorsunuz.” (Mümin: 67)
Bünyeniz gelişir, güçlü kuvvetli olur. Aklınızın fikrinizin kuvvet bulacağı bir döneme girersiniz.
“Sonra da yaşlanıp ihtiyarlıyorsunuz.” (Mümin: 67)
İnsan vücudundaki kıllar ağarınca artık o kimse yaşlanmıştır.
“Kiminiz daha önce vefat ettirilirsiniz.” (Mümin: 67)
Ergenlik çağına geldikten sonra, en güçlü çağa erişmeden gençliğinin baharında ölür.
“Kiminiz ömrünün en kötü çağına, yaşlılık devresine ulaştırılır, bilirken bir şey bilmez olur.” (Hacc: 5)
Birisini öğrenirken diğerini unutur, tanıdığını tanımaz olur, gücü yettiğini yapamaz hale gelir.
“Kiminiz de belli bir süreye ulaşırsınız.” (Mümin: 67)
Her şahıs için tayin edilmiş olan vakte yani ölüme ulaşmanız için yaşatır.
“Belki artık düşünürsünüz?” (Mümin: 67)
Bir dönemden diğerine geçişinizde mevcut olan ibretleri kavrarsınız. İman eder, ibadet eder, teslim olursunuz.
•
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde insanın nutfeden yaratılan güçsüz bir varlık iken safha safha nasıl güçlenip bambaşka bir varlık olarak ortaya çıktığını, yaratılışındaki merhalelerde bir halden başka bir hale geçip durduğunu beyan buyurmaktadır:
“Allah sizi oldukça güçsüz (bir madde)den yarattı.” (Rum: 54)
Bir damla kerih sudan yaratılmıştır. Ana rahminde küçücük bir cenin iken güçsüz bir canlıdır. Dünyaya gelince güçsüzdür, çocukluk çağında güçsüzdür. Tâ ki delikanlı oluncaya kadar.
“Güçsüzlükten sonra kuvvetli kıldı.” (Rum: 54)
Gerek vücut yapısı, gerekse akli ve ruhi yapısı itibarıyla Allah-u Teâlâ onu güçlü kılmıştır:
“Sonra o kuvvetin ardından da zayıflık ve ihtiyarlık verdi.” (Rum: 54)
Yaşayan her insan ömrü oldukça bu merhaleden geçer. Bünyesi zayıflar. Şekli ve sureti değişir. Cinsi kudreti her geçen gün azalır ve bir gün kesilmeye yüz tutar. Zihin kabiliyeti yavaş yavaş gerilemeye başlar. Yaşlılığın yıpranmışlığını durdurmak mümkün değildir.
“Biz kime uzun ömür verirsek, onun yaratılışını başaşağı çeviririz.” (Yâsin: 68)
Gençliğinin aksine olarak günden güne kuvvetten düşürüp zayıflığını artırır, ölüme doğru yürütürüz.
Bazı kişiler çok uzun bir ömürden sonra dünyaya gelişlerinin ilk safhasına döndürülürler. Buna iyice bunama dönemi denir. Bebekliğinde olduğu gibi bir şey bilmez duruma gelir.
“Hâlâ akıllarını kullanmıyorlar mı?” (Yâsin: 68)
Ne kadar yanlış düşünce! Ne büyük gaflet!
“Sizden kimi ömrünün en fena ve en sevilmeyen noktasına itilir ki (o devrede artık) bildiğini bilmez olur.” (Nahl: 70)
Bu da çok yaşlanıp bunaklık döneminin başladığı zamandır. Bütün duygularını yitirir, kendisine bile bakamayacak hale gelir. Bu durumun ise belli bir yaşı yoktur. Bazen altmış yaşında bile bu duruma girilebilir.
“Şüphesiz ki Allah bilendir, her şeye gücü yeter.” (Nahl: 70)
Dilediği kulunu daha genç yaşta iken alır, dilediği kulunu daha çok yaşatır. Hikmet neyi iktiza ediyorsa onu yapar.
Güçsüzlük, zayıflık, kuvvet, gençlik ve ihtiyarlık hallerinden;
“O dilediğini yaratır. O bilendir, kudret sahibidir.” (Rum: 54)
Bütün bu olanların yegâne müsebbibi Allah-u Teâlâ’dır, O’nun ezeli iradesidir.
İnsanlar bu safhaları kendi gözleri ile müşahede edip durmaktadırlar. Bu gelişme ve dönemler tesadüflerin bir eseri olmuş olsaydı, çoktan başka tesadüflerle yön değiştirirdi. Böylece ne düzen, ne denge ne de istikrar kalırdı.
Bütün bu merhalelerin sonu ise ölümdür. İnsanlar böyle en güzel bir kıvam ile yaratılmış olduklarından dolayı kendilerini her murada ermiş zannetmemelidirler.
“Sonra siz bunun arkasından hiç şüphesiz ki öleceksiniz.” (Müminun: 15)
Ölüm insanın kemal merhalelerinden bir merhaledir, dünya ile ahiret arasında bir köprüdür, son değildir.
“Allah sizi yarattı, sonra sizi vefat ettirecek.” (Nahl: 70)
Takdir edilen süreniz sona erince sizi alacak.
“Siz O’na döndürüleceksiniz.” (Zuhruf: 85)
Herkese yaptığının karşılığını verecektir.
“Sonra siz kıyamet günü muhakkak diriltileceksiniz.” (Müminun: 16)
Kazananlar için, aynı merhalenin devamı olan “Öldükten sonra dirilme” safhasında mükemmel bir hayat başlar.
Eşler, Evlât ve Torun:
Hesaba gelmeyen her türlü nimetleri hiç bir karşılık beklemeden gayb hazinesinden bağışlayan Allah-u Teâlâ’nın bütün buyrukları ve işleri hikmetlidir. Hikmetinin güzellikleri varlıklar üzerinde apaçık görülür.
Yegâne hacet kapısı O’nun kapısıdır. Bütün ihtiyaçlar O’na arzolunur. Bütün istek ve ihtiyaçları O verir. Dilekleri yalnız ve yalnız O yerine getirir. Dilediği haceti yerine getirir, dilediği haceti geciktirir, dilediğini cevapsız bırakır.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah’ındır. Ne dilerse yaratır.” (Şûrâ: 49)
Mülk O’nundur. İnsanlara verilenler ise emanet olarak verilmiştir. İlk sahibi de son sahibi de O’dur. Dilediğini dilediği şekilde yaratır. Dilerse çok yaratır, dilerse nâdir ve benzersiz yaratır. O’nun hükmünü geri çevirecek ve bozacak hiç kimse yoktur.
Dilediğini yaratmasının alâmeti şudur:
“O kime dilerse kız evlâtlar bağışlar, kime dilerse ona erkek evlâtlar lütfeder.” (Şûrâ: 49)
Kullarından dilediğine sadece kızlar verir oğul vermez, dilediğine de kız vermez sadece oğullar verir.
“Yahut o çocukları erkekler-dişiler olmak üzere çift verir.” (Şûrâ: 50)
O kuluna dilediği kadar hem oğullar hem de kızlar bahşeder. Kendi çabalarıyla hiç kimse diledikleri gibi kız veya erkek çocuk meydana getiremez.
“Kimi dilerse onu kısır bırakır.” (Şûrâ: 50)
Kadın çocuk doğuramaz, erkeğin de çocuğu olmaz. Nesilsiz ve çocuksuz kalırlar. Hikmetinin iktizâsı ne ise ona göre tecelli eder.
“O Âlim’dir, Kâdir’dir.” (Şûrâ: 50)
Ezelî ilmi, olan ve olacak olan her şeyi kuşatmıştır, kudreti her şeyin üstündedir.
İnsanlardan bazısına yalnız kız, bazısına yalnız oğlan, bazısına oğlan ve kız karışık vermesi, bazısını da hepsinden mahrum etmesi hep fâil-i mutlak olan Cenâb-ı Hakk’ın takdiri ve dilemesine göredir. Bu hususta insanlar arasında dilediği şekilde farklılık meydana getiren hâkim-i mutlak O’dur.
Allah-u Teâlâ insanları dört kısım olarak yaratmıştır: Âdem Aleyhisselâm erkek ve dişiden olmaksızın topraktan yaratıldı. Hazret-i Havvâ ise dişisiz olarak erkekten yaratıldı. İsa Aleyhisselâm dışındaki diğer insanlar ise bir erkek ve bir dişiden yaratıldı. İsa Aleyhisselâm ise erkeksiz olarak sadece dişiden yaratıldı. Allah-u Teâlâ bütün bu yaratılış şekillerini beşeriyete arzetmekle azametini izhar etmektedir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde beşeriyetin bir asıldan en güzel bir şekilde yaratıldığını ve temenni edilen bir nimetin husulünden dolayı Allah-u Teâlâ’ya arz-ı şükranda bulunmak icabedeceğini, bu nimetten dolayı açık veya gizli olarak şirk koşulmasının aslâ caiz olamayacağını beyan buyurmaktadır:
“Sizi bir tek candan yaratan ve ondan da gönlünün ısınıp huzura kavuşacağı eşini vâreden Allah’tır.” (A’raf: 189)
Bu ilâhî hükme göre karı-kocalığı geçerli kılan şey aralarındaki uyum ve sükundur. Bir tek candan erkek ve dişi çeşidinin yaratılmış olmasının hikmeti de budur. Bundan dolayı erkek ve dişi birbirine nikâhlandı.
Bunun üzerine:
“Ne vakit ki o, eşini örtüp bürüyünce hafif bir yük yüklendi. Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, karı-koca Rableri olan Allah’a: ‘Eğer bize sâlih bir çocuk verirsen muhakkak ki şükredenlerden olacağız.’ diye duâ ettiler.” (A’raf: 189)
Onlar doğacak çocuğun kusursuzluğundan emin olmadıkları için, çocuğun sağlam ve kusursuz, selim bir fıtrata sahip olması, sağ salim doğması noktasında Allah-u Teâlâ’dan yardım isterler.
Şu kadar var ki işin ilerisi böyle değildir.
“Fakat Allah onlara sâlih bir evlât verince, kendilerine verdiği bu nimet hakkında Allah’a ortak koştular. Oysa Allah, onların şirk koşmalarından çok yücedir!” (A’raf: 190)
Allah-u Teâlâ’nın yaratıcı kudretini unutarak, bunu basit bir hadise imiş gibi görmeye başladılar.
“Kendileri yaratıldığı halde, hiç bir şeyi yaratamayan şeyleri mi şirk koşuyorlar?” (A’raf: 191)
Günümüzde de nice insanlar çeşit çeşit şirklere batmışlar, Allah-u Teâlâ’ya iman ettikleri halde O’nun emir ve hükümlerini arkalarına atmaktadırlar.
•
Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime’sinde kendi öz nefislerinden, kendi cinslerinden eşler yaratmış olmakla, onlara ihsan etmiş olduğu nimetleri hatırlatmaktadır:
“Allah sizin için kendinizden eşler yarattı. Eşlerinizden de sizin için oğullar torunlar vâretti. Hoş nimetlerle, güzel rızıklarla sizi besledi.” (Nahl: 72)
İnsanları erkek ve dişi olarak yaratması O’nun rahmetindendir. Sonra Allah-u Teâlâ bu eşlerden çocuklar ve torunlar lütfetmiştir. Çocuklar insan için birer nimet olduğu gibi, torunlar da birer nimettir.
Hoş nimetler güzel rızıklar bahşetmesi de insan üzerindeki nimetlerin eksiksizliğini göstermektedir.
“Böyleyken onlar hâlâ bâtıla mı inanıyorlar?” (Nahl: 72)
“Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?” (Nahl: 72)
Asırlar boyunca müşriklerin yapageldikleri icraat işte budur!
Tefekkür:
İnsan; biri hisle müşahede edilen beden, diğeri de akıl ile idrak olunan ruh olmak üzere iki unsurdan husule gelmiştir.
Ruh Allah-u Teâlâ’nın insana bahşettiği en büyük nimetidir. O bir emr-i ilâhidir.
Âyet-i kerime’de:
“Resulüm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabbimin emrindendir.” buyuruluyor. (İsrâ: 85)
İnsan hadd-ı zâtında bir resimden ibarettir. Ona bütün hareketi veren ruhtur. Birisi bizi çağırdığı zaman “Efendim!...” diyoruz. Ruh alındığı zaman kalıbımız bunu diyebiliyor mu?
Bu noktada size mühim bir hususu arzedelim. Ruh O’nun değil mi? Evet... O’nunken ve bizi ayakta tutan, düşündüren, konuşturan, yürüten, ibadet ettiren ve Hakk’a yaklaşmaya çalışan ruh olduğu halde; Allah’ımızın bu ihsanından dolayı hiç şükrümüz var mı? Şükretsek edebilir miyiz? Şükür de yok, şükredemeyeceğimizin bilgisi de yok.
Diğer taraftan ruhu bu vücuda sığdırdı. Binayı kurdu, dayadı-döşedi, nimetlendirdi, ziynetlendirdi.
İnsan üzerinde öyle nimetler var ki, saymakla tükenmez.
Âyet-i kerime’lerde:
“Allah size zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir.” (Lokman: 20)
“Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur.” buyuruyor. (Bakara: 29)
Nutfeden kan pıhtısını, ondan da kemikleri yapıp, et ile örttü. Göz-kulak, el-ayak gibi organları ikmal ile insan suretini teşekkül ettirdi, ruh vererek onu canlandırdı. Ağlamaktan başka hiç bir şeye gücü yetmeyen mini mini bir çocuğa ana-baba gibi iki müşfik hizmetçi tayin ederek suya-ateşe, yağa-tuza, vakte-zamana muhtaç olmayan tatlı bir gıdayı ona yedirdi. An be an yeni yeni tecellilerle kendisini olgunlaştırmaktadır.
Ona öyle bir akıl, fehim ve idrak vermiş ki, o sayede akıllara durgunluk veren bu muhteşem kâinatın muazzam bir yaratıcısının olduğunu sezebiliyor, kavrayabiliyor.
Ona göz vermiş bakıyor. Göz bebeği denilen ufacık bir nokta ile dünyâları görüyor, semâları seyrediyor. Duyma hassasını vermiş işitiyor. Kaşlar, kirpikler hep birer önemli iş görüyor. Konuşma imkânı vermiş. O uzuvlara, o hassaları vermeseydi ne kulak duyardı, ne göz görürdü, ne de ağız konuşabilirdi. Nice kulaklar var duymuyor, nice gözler var görmüyor. Kalp vermiş, hayatını idame ettirmesi için nefes ihsan buyurmuş. Bir an kesiverse hayatımıza malolacak.
“Sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yaratıp veren O’dur. Ne de az şükrediyorsunuz?
Sizi yeryüzünde yaratıp türeten O’dur. Ve O’nun huzurunda toplanacaksınız.
Dirilten de O’dur, öldüren de O’dur.” (Müminun: 78-79-80)
“Güldüren de O’dur, ağlatan da O’dur.” (Necm: 43)
Ona el, ayak vermiş. İhtiyaçlarına göre âzâlar vermiş. Bunları satmaya kalksa kaça satar? Veya satar mı? Birisi “Gözlerini bana sat, sana şu kadar para vereceğim.” dese, acaba satmayı düşünür mü? Parmağın ucundaki hassasiyete bir bakın, kör onunla görüyor. Bir parmak izi diğer hiç bir insanın parmak izine uymuyor. İnsanlar hiç birbirine benzemiyor. Sesleri ayrı, şekilleri ayrı, mizaçları ayrı...
O bize ihsan ve ikram ederken hiç bir karşılık da talep etmedi. Sadece kendisini tanımamızı ve kulluk yapmamızı istedi.
Sonra onu kendi mülkünde yaşatıyor. Her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor.
Bütün kâinatı insana musahhar kılmış hizmet ettiriyor. Dağlar-denizler, ırmaklar-göller, ovalar-çöller... hep insanın emrine verilmiş. Nebâtat sana hizmet ediyor. Hayvanat sana hizmet ediyor. Güneş, ay, yıldızlar ve rüzgâr sana hizmet ediyor. Su senin emrinde, hava senin emrinde...
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Göklerde olanları, yerde olanları hepsini size musahhar kılmıştır.” (Câsiye: 13)
Yerleri, gökleri direksiz desteksiz tutuyor. Gündüzün peşinden geceyi, gecenin peşinden de gündüzü getiriyor. Dilediği zaman semâdan yağmurlar yağdırıyor, arzdan sular fışkırtıyor.
Bütün insanlar bir araya gelseler, ilimlerini fenlerini ortaya koysalar bir tek yaprak yapabilirler mi? Bir tek yaprak karşısında bütün kâinat acze düşüyor. Şu halde var olan yalnız Hazret-i Allah’tır.
Öyle bir Allah ki, dilekler çoğaldıkça ihsan ve keremi de çoğalıyor. Hacetler arttıkça in’am ve ikramı da artıyor. İyilik ve güzellikleri bitmez tükenmez.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın nimetlerini birer birer saymaya kalksanız icmâlen bile sayamazsınız.” (Nahl: 18)
Denizden büyük nimetlerin içinde yaşıyoruz. Her nimet O’nun, her lütuf O’ndan... Ruh da O’nun, beden de O’nun... İnsanda ne var? Hiç. Ruhtan haberimiz yok, vücuttan haberimiz yok. Bu kadar ihsanlardan haberimiz yok. Bizim daha kendimizden haberimiz yok. Üstelik bütün bunları benimsiyoruz, benim diyoruz. Hatta O’nun ihsanları ile O’na tefahüre kalkıyoruz. O’nun emanetlerini nefsimize mâlettiğimiz için O’nun malını O’na satmaya kalkmış oluyoruz.
Bu satış nasıl olur? Halka anlatırken benim diye anlatır. Ben biliyorum diye anlatır, bendendir diye anlatır. Halbuki Allah-u Teâlâ o ihsanları ona emaneten ve muvakkaten vermiştir. Biraz sonra da alacak, kendisini bile alacak. Çünkü kendisi de kendisinin değildir. İnsanoğlu bunu bir türlü bilemedi.
Âyet-i kerime’de:
“Çünkü insan çok zâlim ve câhildir.” buyuruluyor. (Ahzab: 72)
Bundan büyük cehalet, bundan büyük zulüm mü olur? Bizdeki şu gaflete bak!
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Gerçekten insan Rabbine karşı çok nankördür.” (Âdiyat: 6)
Bir damla kerih sudan yaratıldığı halde Yaratan’a hasım kesilen, nâmütenahi nimetlerle donatıldığı halde şükretmeyip nankörlük eden, Allah’a inanmayan, olanca kibriyle öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kimseleri Allah-u Teâlâ, Âyet-i kerime’lerinde zemmediyor. Akıl ve idraklerini gerçeği araştırmaya, bu en mühim husus üzerinde derinden derine düşünerek hakikati bulmaya dâvet ediyor:
“De ki: Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Kulak ve gözlerin sahibi kimdir? Diriyi ölüden, ölüyü de diriden çıkaran kimdir? Her işi düzenleyen kimdir? ‘Allah’ diyecekler. De ki: O halde O’na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?
İşte gerçek Rabbiniz Allah budur. Gerçeğin dışında sadece sapıklık vardır. Öyle ise nasıl olup da döndürülüyorsunuz?” (Yunus: 31-32)
Kâinatın Hülâsası İnsan:
İnsanı ne güzel yarattı ve onu nâmütenâhi nimetlerle donattı. İnsan kâinâtın hülâsası; arzın ve melekûtun, ceberut ve lâhutun özü ve mânâsıdır. Zira mufassal olarak yaratılmış ne ki varsa, hülâsa olarak insanda mevcuttur.
Hazret-i Ali -kerremallahu vecheh- Efendimiz bunu şöyle ifâde ediyor:
“Devân sendedir bilmezsin
Derdin de sendendir görmezsin
Sen kendini küçücük bir cirim zannedersin
Halbuki bütün âlemler sende dürülmüştür (de bilmezsin)
İnsanın yaratılışında sayılamayacak kadar çok ince sanatlar, garip hikmetler, çeşit çeşit ziynetler vardır.
Meselâ:
İnsanın bedeni yeryüzüne benzer. Damarlarda akan kan olduğu gibi, yeryüzünün vâdilerinde akarsular vardır. Bedende acı kulak pınarı, gözde burunda ve ağızda tadları değişik pınarlar olduğu gibi; yeryüzünde de tadları değişik su menbâları vardır. İnsandaki saç ve kıllara misal yeryüzündeki ağaç ve bitkilerdir.
İnsanın neşe ve sevinci gündüze, üzüntüsü geceye, ferahlığı açık havaya, sıkıntısı buluta, sesi gök gürlemesine, gülmesi şimşeğe, ağlaması yağmura, nefes alıp-vermesi rüzgâra benzer.
İnsanın ahlâkı da çeşitli hayvanların nümune ve benzeridir. Hilekârlığı tilkiye, bahilliği fareye, herkese saldırması köpeğe, nankörlüğü kediye, inatçılığı keçiye, düşmanlığı yılana... benzer.
İnsanın düşünce ve hatıralarına misal, berzah âlemidir. Kalbi ve ruhuna misal melekût âlemidir.
Dış âlemde bulunan her şey insan âleminde bulunanların nümunesidir.
•
MUHTELİF İNSANLARA ÂİT
KARAKTERLER
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kur’an-ı kerim’in çeşitli Âyet-i kerime’lerinde, çeşitli insan karakterlerinden misaller vermektedir.
1– Gerçek bir imanla Allah’a inanan, gönülden boyun eğen muttakî müminler:
“Müminler saâdete ermişlerdir. Onlar ki, namazlarında huşu içindedirler. Onlar ki, boş şeylerden yüz çevirirler. Onlar ki, zekâtlarını verirler. Onlar ki, eşleri ve câriyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar. Doğrusu bunlar kınanamazlar. Bu sınırı aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir.” (Müminun: 1-2-3-4-5-6-7)
“O müminler ki, emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler. Namazlarına riâyet ederler. Onlar Firdevs cennetine vâris olacaklar, orada ebedî kalacaklardır.” (Müminun: 8-9-10-11)
“Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve yalnız Rabblerine tevekkül ederler.” (Enfâl: 2)
“Müminler o kimselerdir ki, Allah’a ve Resul’üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmişlerdir. İşte onlar imanlarında sâdık olanlardır.” (Hucurât: 15)
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine ‘Düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!’ dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve üstelik ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i imran: 173)
“Onlara bir musibet geldiğinde ‘Biz Allah’ınız ve elbette ona döneceğiz.’ derler.” (Bakara: 156)
“Rahman’ın kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ve vakar ile yürürler. Cahiller kendilerine lâf attıklarında ‘Selâm!’ derler.
Onlar ki, gecelerini Rabbleri için secdeye vararak ve kıyama durarak geçirirler.
Onlar ki şöyle derler: ‘Ey Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azabı sürekli ve acıdır. Orası ne kötü bir yer, ne kötü bir konaktır!’
Onlar ki, harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik ederler. Harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur.
Onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zinâ etmezler.” (Furkan: 63-68)
“Onlar büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar. Kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar, affederler.” (Şûrâ: 37)
“Rabblerinin dâvetine icabet ederler, namazı kılarlar. Onların işleri kendi aralarında istişare iledir.
Kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar.” (Şûrâ: 38)
“Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirine yardım ederler.” (Şûrâ: 39)
“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygamber’e çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece ‘İşittik, itaat ettik!’ demekten ibarettir.
İşte saadete erenler onlardır.” (Nur: 51)
“Onlar ki Allah’ın ahdini yerine getirirler, verdikleri sözü bozmazlar.” (Ra’d: 20)
“Onlar Allah’ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi bitiştirirler. Rabblerinden korkarlar ve en kötü hesaptan ürkerler.” (Ra’d: 21)
“Onlar ki, Rabblerinin rızâsına ermek için sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık (Allah yolunda) harcarlar ve kötülüğü iyilikle savarlar.
İşte dünya yurdunun sonucu onlar içindir.” (Ra’d: 22)
“Onlar namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden bağışta bulunurlar.” (Enfâl: 3)
“İşte onlar gerçek müminlerin tâ kendisidir. Onlar için Rabbleri katında dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır.” (Enfâl: 4)
“Onlar bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah da güzel davrananları sever.
Onlar bir kötülük yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir? Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.
İşte onların mükâfâtı, Rabbleri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebedî olarak kalacaklardır.
Çalışanların mükâfâtı ne güzeldir!” (Âl-i imran: 134-135-136)
2– Allah-u Teâlâ’ya gönülden bağlı olup söz verenler ve hükmünü Hakk’tan bekleyenler:
“Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah’a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir. Onlar hiç bir şekilde ahidlerini değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb: 23)
“Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
3– Hazret-i Allah’ın büyük bir lütufta bulunarak hidayete erdirmesine ve marifetullah kapısını kendilerine açmasına rağmen; dalâleti hidayete tercih edenler, kalpleri dönenler:
“Onlara o kimsenin haberini de anlat ki, kendisine âyetlerimizden vermiştik. Fakat o bunlardan sıyrılıp çıkmıştı. Derken şeytan onu arkasına takmış nihayet azgınlardan olmuştu.
Dileseydik elbette bu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü.
Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, kendi haline bıraksan da dilini çıkarıp solur.
İşte âyetlerimizi yalanlayan kimselerin hâli böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünüp ibret alırlar.” (A’raf: 175-176)
4– Gönülden gelen bir imanla değil de, dünyevî bir menfaat sağlamak maksadıyla dine bağlananlar:
“İnsanlardan kimi de, Allah’a bir yar kenarındaymış gibi kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa buna pek memnun olur. Başına bir belâ gelirse yüz üstü döner. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.” (Hacc: 11)
“İnsanlardan kimi vardır ki ‘Allah’a inandık.’ derler. Fakat Allah uğrunda bir eziyete uğratıldığı zaman, insanların ezâsını Allah’ın azâbı gibi tutarlar. Rabbinizden bir yardım gelecek olursa, andolsun ki ‘Biz de sizinle beraberdik!’ derler. Allah herkesin kalbinde olanları daha iyi bilen değil midir?” (Ankebut: 10)
5– Musibet anında Hazret-i Allah’ı hatırlayıp, refah anında unutanlar:
“İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarken, otururken veya ayakta iken bize yalvarır yakarır. Fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki başına gelen sıkıntıdan ötürü bize hiç yalvarmamışa döner. İşte böylece haddi aşanlara yapmakta oldukları şeyler hoş gösterilmiştir.” (Yunus: 12)
“İnsana bir nimet verdiğimiz zaman yüz çevirerek yan çizer. Ona bir de zarar ziyan dokunacak olsa, iyice karamsarlığa düşer.” (İsrâ: 83)
“İnsan gerçekten pek hırslı yaratılmıştır. Başına bir felaket gelince sızlanır, feryad eder. Bir iyilik dokunduğunda ise cimri kesilir, onu herkesten meneder.” (Meâric: 19-20-21)
“İnsan hayır istemekten usanmaz. (Dâima nimetinin ve servetinin artmasını diler.) İstediği eline geçmeyip kendisine bir kötülük dokunduğu zaman da ümitsizliğe düşer, ye’se kapılır.” (Fussilet: 49)
“Eğer başına gelen zarardan sonra tarafımızdan kendisine bir rahmet tattıracak olursak ‘Bu benim hakkımdır. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbime döndürülecek olsam bile, O’nun katında benim için daha güzel şeyler vardır.’ der.
Andolsun ki biz o inkâr edenlere yaptıklarını elbette haber vereceğiz ve onlara çok ağır bir azaptan elbette tattıracağız.” (Fussilet: 50)
“İnsana bir nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip yan çizer. Fakat bir kötülük dokunduğu zaman da yalvarıp durur.” (Fussilet: 51)
6– Sulh zamanında “Cihad cihad!..” diyen, iş başa düşünce de korkusundan sıvışıp kaçmak isteyenler:
“İnananlar ‘Keşke cihad hakkında bir sûre indirilse de cihada çıksak!’ derlerdi. Fakat hükmü açık bir sûre indirilip de, orada savaştan söz edilince; kâlplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Korktukları başlarına gelsin!
Oysa onlara itaat etmek ve uygun olanı söylemek yaraşırdı.
İş ciddiye bindiği zaman Allah’a sadakat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.” (Muhammed: 20-21)
“Musa’dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerini görmedin mi? Ne yaptılar: Peygamberlerine ‘Bize bir hükümdar gönder. Başımıza geçsin de Allah yolunda savaşalım.’ demişlerdi. O da ‘Size savaş farz kılınır da, ya savaşmazsanız!’ demişti. Onlar ise ‘Allah yolunda niye savaşmayalım ki? Hem yurtlarımızdan çıkarıldık, hem çocuklarımızdan uzaklaştırıldık!’ demişlerdi. Üzerlerine savaş farz kılınınca, içlerinden pek azı hariç geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.” (Bakara: 246)
7– Rahman olan Allah’a inanmayan, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden, Kitap Peygamber tanımayan kâfirler:
“İnsanlar içinde öylesi var ki; ne bir bilgisi, ne doğruya götüren bir rehberi, ne de aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışır durur.” (Hacc: 8)
“Hak apaçık ortaya çıktıktan sonra bile onlar bu hususta, sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi seninle mücadele ediyorlar.” (Enfâl: 6)
“Öyleyken bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar? Sanki onlar aslandan ürküp kaçan yabânî merkepler gibidirler.” (Müddessir: 49-50-51)
“Onların hali, karanlık bir gecede ateş yakan kimsenin durumuna benzer. Ki, ateş tam onların çevresini aydınlatmışken, Allah onların nurlarını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır. Onlar artık hiç bir şeyi göremez olurlar.” (Bakara: 17)
“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onlar artık dönmezler.” (Bakara: 18)
“Yahut onların hali, gökten sağnak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir.
Yıldırımdan ölme korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah o inkârcıları çepeçevre kuşatmıştır.” (Bakara: 19)
“O esnada şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar. Etraflarını aydınlatınca bir kaç adım yürürler. Fakat üzerlerine karanlık çökünce oldukları yerde kalırlar.
Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi.
Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.” (Bakara: 20)
“Onlara gökten bir kapı açsak da, oradan yukarı çıksalar.
Yine de: “Gözlerimiz döndürüldü, biz herhalde büyülendik.” derlerdi.” (Hicr: 14-15)
“Onlar aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Peygamber’e çağırıldıkları zaman, bakarsın ki içlerinden bir kısmı hemen yüz çevirirler.
Amma hak kendilerinin lehinde ise, ona gönülden bağlı olarak koşa koşa gelirler.” (Nûr: 48-49)
“Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara iman etmeyi kibirlerine yediremeyenlere göğün kapıları açılmaz, deve iğnenin deliğinden geçmedikçe de cennete giremezler. Suçluları işte biz böyle cezalandırırız.” (A’raf: 40)
“İşte onlar Rabblerinin Âyetlerini ve O’nun huzuruna çıkmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden bütün yaptıkları boşa gitmiştir.” (Kehf: 105)
“Ateşin kenarına getirilip durdurulduklarında ‘Ah ne olurdu, keşke dünyâya geri çevrilsek de, Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek!’ dediklerini bir görsen!
Hayır! Evvelce gizleyip durdukları işleri karşılarına çıktı da ondan böyle söylüyorlar. Eğer geri döndürülselerdi, yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerlerdi. Çünkü onlar yalancıdırlar.” (En’am: 27-28)
8– İnandıklarını dilleriyle söyledikleri halde, kalpleriyle inkâr eden iki yüzlü münâfıklar:
“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Sanki onlar elbise giydirilmiş kof kütük gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah onları kahretsin! Nasıl olup da döndürülüyorlar?” (Münafikun: 4)
“Sen onları derli-toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.
Çünkü onlar akıllarını kullanmaz bir topluluktur.” (Haşr: 14)
“İnsanlardan öyleleri de vardır ki dünya hayatı hakkında söyledikleri söz senin hoşuna gider. Hatta böyleleri, söylediklerinin kalpten geldiğine (samimi olduğuna) Allah’ı şahit tutarlar. Halbuki o hasımların en yamanıdır.” (Bakara: 204)
“Onlar hep sizi gözetleyip duranlardır. Eğer Allah’tan size bir zafer gelirse ‘Biz de sizinle beraber değil miydik?’ derler. Şayet kâfirlere bir pay çıkarsa, onlara ‘Size üstünlük sağlayarak, sizi müminlerden korumadık mı?’ derler.
Allah kıyamet günü aranızda hüküm verir. Allah kâfirlere, müminler aleyhinde asla fırsat vermeyecektir.” (Nisâ: 141)
“Doğrusu münâfıklar Allah’ı aldatmaya kalkışıyorlar. Oysa Allah onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir.
Onlar namaza kalktıkları zaman üşene üşene kalkarlar insanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı pek az zikrederler.” (Nisâ: 142)
“Ne onlarla olurlar, ne de bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp dururlar. Allah’ın saptırdığı kimseye asla bir yol bulamayacaksın.” (Nisâ: 143)
“Sizden olmadıkları halde, sizinle beraber olduklarına yemin ederler. Oysa onlar korkak bir topluluktur.” (Tevbe: 56)
“İnsanların bir takımları da vardır ki, inanmadıkları halde ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.” derler. Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değildirler. Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların bu hastalıklarını artırmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlara elem verici azab vardır.” (Bakara: 8-9-10)
“Kendilerine ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler. İyi bilin ki asıl bozguncular kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)
“Onlara ‘Müslümanların inandığı gibi siz de inanın!’ denilince de ‘Beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım?’ derler. İyi bilin ki asıl beyinsizler kendileridir, fakat bunu bilmezler.” (Bakara: 13)
“Mü’minlerle karşılaştıkları zaman ‘İnandık’ derler, elebaşları ile başbaşa kaldıklarında ise ‘Biz şüphesiz sizinleyiz, onlarla sadece alay etmekteyiz!’ derler. Allah da kendileriyle alay eder, azgınlıklarında onlara mühlet verir, bu yüzden onlar bir müddet başı-boş dolaşırlar.” (Bakara: 14-15)
“İşte onlar hidayet karşılığında sapıklığı satın almışlardır. Bu alış-verişleri kendilerine kâr sağlamamıştır, doğru yolu da bulamamışlardır.” (Bakara: 16)
“Onlar her yıl bir veya iki defa çeşitli belâlara uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine de tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.
Bir sûre indirildiği zaman ‘Sizi bir kimse görüyor mu?’ diye birbirlerine bakarlar, sonra sıvışıp giderler. Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir. Çünkü onlar gerçeği anlamayan kimselerdir.” (Tevbe: 126-127)
“Münafıkların durumu şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana ‘İnkâr et!’ der. İnkâr edince de ‘Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.’ der.” (Haşr: 16)
•••