Bİlİm Felsefesİ-4 Oxford Fİlozoflari Ve DİĞerlerİ
1930'larda mantıkçı pozitivizmin buraya kadar anlattığımız eleştirilerinden çok değişik nitelikte başka bir eleştirisi geliştirildi. Pozitivistlerin duyularımızdan gelen duyumlarla güvenilir bilgiler edindiğimiz görüşüne karşılık, “Akşam yemeğinden önce öğlen yemeği yediğimi biliyorum” ya da “Önümde 'bir kitabın durduğunu biliyorum” şeklindeki bilgilerden başka güvenilir deneysel bilgi olamayacağı görüşü savunuldu. Felsefi sorunları çözmek için ideal bir formel dil geliştîrilmesi gereğini savunan pozitivist görüşün karşısına, felsefi sorunların günlük dilin işleyişinin yanlış anlaşılmasından doğduğu görüşü çıkarıldı. Felsefi sorunların çözülmesi değil, ortadan kaldırılması gerekir, denildi. Felsefe sorunları çözemezdi; ancak varolan dili açıklığa kavuşturabilirdi. “Felsefe herşeyi olduğu gibi bırakır” dendi (Wittgenstein) . Felsefenin niteliği üzerine bu anlayış, günlük dilin, amacına tam uygun olarak işlediği varsayımına dayanıyordu. Onların hiç biri bilim felsefesini ayrıntılı olarak ele almış değillerdir. (Austin, dilbilimi etkilemiştir; ancak bu etki, bilim felsefesiyle değil, bilimle ilgili olduğundan, burada ele alınmayacaktır.) Bu düşünürler genellikle, sözcüklerin belirli anlamları olduğunu ve bu anlamların zihinsel, öznel deneylere dayandığı görüşünü savunan çeşitli dil teorilerinin eleştirilmesiyle uğraşmışlardır. Çok özet olarak, şu görüşü ileri sürmüşlerdir: Bir sözcüğün anlamı, onun kullanılışıdır ve her sözcük çok değişik şekillerde kullanılabilir. Yukarıdaki bölümde, felsefenin ne olduğu konusundaki her anlayışın belirli bir bilim felsefesini içerdiğini söylemiştik. O halde oxford felsefesine özgü bir felsefe anlayışı belirlenebilirse, bundan Oxford okulunun bilim felsefesinin ne olduğu (her ne kadar hiçbir temsilcisi yoksa da) çıkarılabilir. (Oxford okulunun felsefe anlayışı şöyle özetlenebilir: Güvenilir günlük bilgiler ve temelde sorunsuz olan bir günlük dil vardır . Felsefenin görevi, günlük dilin yanlış anlaşılmalarını açıklığa kavuşturmaktan ibarettir.) Oxford felsefesine bağlı bir bilim felsefesi yoksa da, genel olarak bu okulun bakış açısına bağlı üç ünlü bilim felsefecisi vardır. Bu nedenle biz bu düşünürleri de `Oxford felsefesi' başlığı altında tanıtacağız: Stephen Toulmin (1922-), Peter Winch (1926 ve Norwood Russell Hanson (1924-196'7)
GILBERT RYLE
Ryle'ın The Concept of Mind (1949) adlı kitabının bir ölçüde psikolojinin bilim felsefesiyle ilgili olduğu söylenebilir. Kitap zihin kavramının bir eleştirisini ve bir tür yarı-davranışçı bakış açısının savunulmasını kapsar. Bizim açımızdan ilginç olan Ryle'ın savlarıdır. Ryle, Kartezyen (Descart'çı) zihin kavramının günlük bilgiler (günlük dil) ile çeliştiğini ve bu nedenle yanlış olduğunu ileri sürer: “Burada [Descartes'ın] öğretisindeki temel ilkelerin yanlış olduğunu ve bunlar çevresinde spekülasyon yapmadığımız sürece bu ilkelerin zihin [ “mind” ] hakkında bütün bildiklerimizle çeliştiğini savunacağım.” Kuhn'un bakış açısından; paradigmalar arasında çatışma söz konusu olduğunda Ryle'ın günlük bilgileri en geniş ölçüde kapsayan paradigmayı savunduğu söylenebilir. O'na. göre, kartezyen zihin kavramı bir “kategori hatası”dır; yani, iki ayrı düşünce kategorisi birbirine karıştırılmıştır. Bir kimseye bir üniversiteyi gezdirdiğimizi ve tüm binaları gösterdiğimizi düşünelim. Bu kimse daha sonra bize üniversitenin hangisi olduğunu sorarsa, bir kategori hatası yapmış olur, çünkü üniversiteyi bir bina sanmaktadır. Aynı şekilde Descartes da zihin kavramını yanlış anlamıştır. Bu konuya da Kuhn'un bakış açısıyla bakmak ilginç olur. Kuhn'a göre, farklı paradigmaların savunucuları arasında bir dil karışıklığı vardır. Dolayısıyla (yarı-davranışçı bir paradigmaya sahip olan) Ryle'ın Descartes'ın öğretisini bir kategori hatası olarak görmesi doğaldır. Ryle, fizik bilimini nasıl görüyor? Fizikte kuramlar ve kavram aygıtları öylesine köklü biçimde değiştirilmişlerdir ki, bu hem günlük bilgileri hem de günlük dili bir hayli etkilemiştir. Bugün nesnelerin yerçekimi nedeniyle yere düştüğü kabul edilmektedir. Oysa, Aristoteles fiziğinin egemen olduğu günlerde, nesnelerin yere düşmek için -insan çabasına benzer- bir çaba gösterdiklerine inanılırdı. Fizikte görülen bu değişmeler Oxford felsefesinin dil konusundaki görüşleriyle bağdaştırılabilir miydi? Ryle, bu sorunu, doğa bilimsel kuramlara araçsalcı (enstrümentalist) bir bakış açısıyla yaklaşarak .çözmeye çalışır. O'na göre, doğa bilimsel kuramlar birer “çıkarım-biletler”dir ( “inference-tickets” ) . Çevremizdeki günlük nesneler, ileride neler olacağını kestirmemize yarar. Bu kuramlar dünyanın kuruluşu ve yapısına ilişkin birşey söylemezler.
STEPHEN TOULMIN
Denebilir ki, Ryle'ın araçsalcılığı (enstrumentalizmi) Toulmin’in The Philosophy of Science [Bilim Felsefesi] (1953) adlı yapıtında daha belirgin ve daha gelişkin bir hale getirilmiştir. Toulmin sözlerine şöyle başlar: “[...] yeni bir kuramın benimsenmesi, yeni bir dilin kullanılmaya başlamasını da içerir.” Ve şöyle devam eder: “Bilimsel bir kuramın anlatmak istediklerini, bilim adamlarının kuramın amaçlarına hizmet etmek için geliştirdikleri teknik terimlere başvurmaksızın açıklamak her zaman olanaklıdır; ancak bunun için çok daha uzun bir süre konuşmak gerekecektir.” Yani Toulmin'e göre, bilimsel kuramlar günlük dille ve günlük bilgilerle bağdaşır. Toulmin, yeni kuramların ortaya atılışını, onları haritalara benzeterek şöyle açıklar: Bir harita, tanıdığımız dünyanın özlü bir betimlemesini verir ve aynı zamanda harita simgelerine ilişkin yeni kavramlar getirir. Haritadan yararlanarak, belirli bir yere nasıl ulaşılacağı kestirilebilir. Aynı şekilde bir kuramdan yararlanarak,. belirli bir sonuca varmak için, yapılacak deneyin nasıl düzenlenmesi gerektiğini saptamak olanaklıdır. Geometrik optiğin, ışığın dalga teorisi ile açıklanışı; çok ayrıntılı bir haritadan az ayrıntılı bir harita elde edilebilmesinden çok daha garip değildir. (Toulmin sonradan bu görüşlerini, Kuhn'un görüşlerine benzer görüşlerle değiştirmiştir. 1961 yılında, yani Kuhn'un The Structure of Scientific Revolutions [Bilimsel Devrimlerin Yapısı] adlı yapıtının yayınlanmasından bir yıl önce çıkan Foresight and Understanding [Öngörü ve Anlama] adlı kitabında Toulmin, Kuhn'un paradigmalarına benzeyen “Doğal düzenin idealleri” [ “Ideals of natural order” ] kavramından söz eder. Burada, Toulmin'in de Kuhn gibi bir bilim tarihçisi olduğunu belirtmek yerinde olur.)
LUDWIG WITTGENSTEIN
Oxford felsefesinin girişte anlatmaya çalıştığımız genel özellikleri, Ryle'ın düşüncesine çok uygun düşerken, Wittgenstein konusunda yanıltıcı olabilir. Ryle, geleneksel şekilde, dünya ve dil'den birbirinden tümüyle ayrı iki şey olarak söz eder. O'na' göre, felsefe sorunları dil sorunlarından ibarettir. Wittgenstein' da da benzer görüşler vardır; ancak bu görüşler “yaşam-biçimleri” üzerine akıl yürütmelerle birleşir. Wittgenstein'ın savı şudur: Dil sorunlarını olgusal sorunlardan ayırmak olanaksızdır. Dil sorunlarının çözümü ya da kavramların nasıl işlediğinin açıklanışı, belirli bir düzeye varıldığında, dünyanın ve insanların kuruluşu ve yapısı hakkında da birşeyler söyler. Wittgenstein'ın savlarının kısaca özetlenmesi olanaksızdır. Bu nedenle, burada bu konuda bir fikir vermekten öteye gidemeyeceğiz. Wittgenstein'a göre, bir önermeyi anlayabilmek için, bir dizi şeyi verilmiş kabul etmek gerekir. Birinin bir bardağa süt döktüğünü düşünün. Bir başkası “Bardağı verir misin?” diye sorarsa, muhtemelen, içinde süt olan bardağı istemektedir. Bir de, süt boşaltılırken, bir üçüncü kişinin elindeki güzel bir bardak hakkında konuşulduğu durumu düşünün. Bu durumda, “Bardağı verir misin?” diye sorulduğunda, acaba hangi bardak istenmektedir? Bir önermenin anlaşılabilmesi için, bağlamın anlaşılması gerekir. Ancak, bu da yeterli değildir. Hem insanların hem de bardakların varolduğu kabul edilmelidir. Bunların varolduğu söylenmez, varsayılır. Elbette ki, hangi bardağın istendiği sorulabilir; ancak yanıtın anlaşılabilmesi için yine bağlamın anlaşılması ve bazı şeylerin verilmiş olarak kabulü gerekir. Ve bu böyle sürüp gider. İnsanlar arasında bildirişimin (haberleşmenin) olanaklı olduğu ilke olarak kabul edilecek olursa, sorunsuz bir kavram aygıtı için bir temel, insanların birbirlerini anlamalarına olanak sağlayan bir temel var demektir. Bir durumun veya olayın açıklanması istendiğinde, getirilen açıklama bir açıklama alarak anlaşılmayabilir. O zaman yeniden “Niçin?” sorusu sorulabilir. Ama açıklamaların, artık açıklanması gerekmeyen bir son-noktası olmalıdır. Bu noktaya gelindiğinde, öyle olması gerektiği anlaşılır: Konuştuğumuz kimseyle aramızda böyle ortak bir son-nokta yoksa, ne dediğimizi anlayıp anlamadığını bilemeyiz. Kavram aygıtının ve açıklamaların son-noktasının temeli aynıdır: Wittgenstein'ın söylemek istediği budur. Bu temele varıldığında artık sorulacak birşey kalmaz; söz konusu “yaşam-biçim” yaşanır ya da . söz konusu “dil=oyun” oynanır. Buraya varıldığında anlamamak, başka bir dünya imgesine sahip olmak, ya da başka bir «yaşam-biçiminde yaşamak, demektir.
PETER WINCH
Winch 1958 yılında The Idea of A Social Science and Its Relation to Philosophy [Toplum Bilimi Düşüncesi ve Bunun Felsefeyle İlişkisi] adlı kitabı yayınlamıştır. Oxford felsefesi açısından yorumladığımızda, Winch'in görüşlerini şöyle açıklayabiliriz: Toplumsal yaşamı oluşturan dildir. Dolayısıyla, örneğin `emir' kavramının olmadığı bir toplumda emir verilemez. Emir kavramının içeriği bilinmeden emir verilemez Günlük dilin değişikliğe uğratılmasına gerek yoktur. Toplumsal bir olayı anlamak, söz konusu olayda konuşulan dili anlamak demektir. Doğa bilimlerinde olduğu gibi açıklama yapılamaz. Toplumsal olaylar açıklanamaz, ancak anlaşılabilir. Zira olaylar yalnızca dilde vardır; doğada olduğu gibi “kendi kendinde varoluş” söz konusu değildir. Sosyolojinin görevi, insanların toplumsal davranışlarını anlamaktır. Bu da; insanların davranışlarını anlamak için kullandıkları kav- ramları anlamak (ve belki de açıklığa . kavuşturmak) demektir. Dolayısıyla kişi kendi toplumunu anlamada gerçek bir sorunla karşılaşmaz; ama yabancı kültürleri anlamada karşılaşılan sorunlar çoktur. Bu görüşler “anlamaya dayanan açıklamalar»ı tümüyle yadsıyan mantıkçı pozitivist”lerin ve Popper'in görüşlerine bütünüyle karşıt görüşlerdir. Winch, buna rağmen, Popper gibi Marxizm'i ve psikanalizi şiddetle eleştirir. Ancak eleştirisi tümüyle başka bir açıdandır. Winch'e göre, Marxizm'in `ideolojik üstyapı' ve psikanalizin `rasyonalizasyon' gibi kavramları kullanılamaz kavramlardır. Sosyoloji ve psikoloji, kişilerin davranışlarını onların kendi kullandıkları kavramlardan başka kavramlarla açıklayamaz. Winçh şöyle der: “[...] savunduğum yaklaşım; genel olarak sosyoloji ve sosyal araştırmalarla ilgili olarak yaygın kabul' gören görüşlerle çelişir. Örneğin Emile Durkheim'ın şu görüşlerine ters düşer: `Toplumsal yaşamın, buna katılanların kendi terimleri ile değil, bilincin kavrayamadığı ve derinlerde yatan nedenlerle açıklanması fikrini son derece verimli buluyorum.” Winch'in görüşlerinin buraya kadar yapılan betimlenmesi yanıltıcı olabilir. Çünkü Winch de Wittgenstein'ın yaşam biçimleri görüşünden yola çıkar. Dolayısıyla, yaşam-biçimleri üzerine daha önce söylediklerimize burada bazı ekler yapmamız gerekir: Bir yaşam biçiminde dünya ile dil'i birbirinden ayırmak nasıl olanaksızsa, dil ile toplumsal olayları birbirinden ayırmak da olanaksızdır. Toplumsal ilişkiler ve davranışlar da dilin bir parçasıdır; nasıl ki, dil toplumsal ilişki ve davranışların bir parçasıysa. Bu bakımdan, sosyolojinin görevi, yalnızca bir kültürün dilini anlamak değil, onun yaşam-biçimini de göstermektir; tıpkı, Wittgenstein'ın bizim yaşam-biçimimizi açıkladığı gibi. Dili açıklamakta, yaşam-biçimini açıklamak aynı şeydir. Ancak bu noktada şu soru ortaya çıkmaktadır: Acaba bilinen yaşam-biçimleri hep aynı yaşam-biçimi midir, yani tüm insan toplumları ortak bir yaşam-biçimine mi dayanır? Winch bu soruya olumlu yanıt verir (Wittgenstein'ın yanıtı ise belirsizdir) ; ancak bu ortak yaşam-biçimi temeli üzerinde daha az temel nitelikte yaşam-biçimleri görülür. “Wittgenstein'ın düşüncesine yeni bir şekil verilebilir: Bilim felsefesinin, sanat felsefesinin, tarih felsefesinin, vb. görevi “bilim”, “sanat'”, vb. yeniden yaşam-biçimlerinin özgül niteliklerini açıklamaktır. “Bilgi kuramının görevi ise bir yaşam- biçiminin neleri içerdiğini açıklamaktır.” Sosyolojinin görevi ise; “ilk yaşam-biçimi”ni, toplumsallığın temelini oluşturan şeyi keşfetmektir. Yaşam-biçimi tüm anlayış ve açıklamaların son-noktası olduğundân, bilgi kuramının görevi “ilk yaşam-biçimi”ni açıklamak olmalıdır. Felsefe, sosyolojinin bir "bölümüyle çakışır. «Ancak, uzun vadede, genel olarak toplumsal olaylar hakkında bir tartışma sosyoloji kapsamına olmaktan kaçınılamaz. [...] Öte yandan, genel olarak toplumsal olayların doğasının anlaşılmasının, yani `yaşam-biçimi' kavramının açıklanışının bilgi kuramının. konusu olduğu da gösterilmiştir. Winch’in görüşlerinin ilk betimlenişi açısından bakıldığında, “ideoloji” ve “rasyonalizasyon” kavramlarını eleştirmesi kolayca anlaşılır. Çünkü günlük bilgilerin ve günlük dilin amaçlarına uygun işlediği fikri, bir ölçüde, toplumun ve bireyin kendisini en iyi kendisinin anlayacağı görüşünü içerir. Oysa görüşlerinin ikinci betimlemesi açısından bakınca , Winch’in bu kavramları eleştirisi ile ileri sürdüğü diğer fikirler arasındaki ilişkiyi anlamak güçleşir. Şöyle denmektedir: Yaşam biçimi kavramı , dil ile toplumsal ilişkilerin bir bütünlük oluşturduğunu ya da aynı şeyin iki yüzü olduğunu ifade eder.Toplumsal ilişkileri değiştirmeden dili değiştirmeye, dili değiştirmeden de toplumsal ilişkileri değiştirmeye olanak yoktur. Bunu nedeni , dil ile toplumsal ilişkiler arasında karşılıklı bir nedensel ilişki bulunması değil , bazılarının dediği gibi , ikisi arasında bir iç bağlantısı olmasıdır. Bizce bu görüşlerin ideoloji ve rasyonalizasyon kavramlarıyla çelişen bir yanı yoktur. Marxizm'e göre, bir toplumun belirli bir toplumsal ve ekonomik yapıya sahip olması için, dilin bir bölümü belirli bir biçim arzetmelidir. Dilin (yani ideolojinin) değişmesiyle, toplumsal ve ekonomik yapının değişmesi birlikte yürür. Psikanalistlere göre de, belitli davranışlar, bu şekilde davranan kişiler davranışlarını belirli bir biçimde betimlemediği sürece, olanaksızdır. Davranışlarının `rasyonalize' edilmiş bir betimlemesini vermelidirler. Betimlemeyi değiştirmek, davranışı değiştirmek demektir. Davranışlarını `rasyonalize' etmeyi bırakan kişi, artık eskisi gibi davranmayacaktır. Gerek ekonomik temel -ideolojik üstyapı ilişki- sinin, gerekse rasyonalizasyon- davranış ilişkisinin nedensel yorumunu yapanlar olmuştur. Ancak bütün yorumlar nedensel değildir. Örneğin Louis Althusser Marxizm'i, Jacques Lacan da psikanalizi yukarıdaki ilişkileri nedensel olarak almaksızın yorumlamışlardır. İleri sürdükleri savlar Winch'in savlarına hiç benzememektedir, ancak ,bize göre bağdaşmaz nitelikte de değildir. Yaşam-biçimi ve ideoloji kavrâmları bağdaşır nitelikte olduğu halde, Winch tartışmaksızın bunların bağdaşmazlığını varsaymaktadır.
N.R.HANSON
Winch doğa bilimlerine hiç değinmemiştir. Ryle ve Toulmin ise doğa bilimlerindeki kavram değişmelerini ve bunların günlük dille ilişkilerini araçsalcı (enstrumentalist) ' bir anlayışla açıklamaya çalışmışlardır. Ancak Oxford felsefesinin çıkış noktalarından hareket edildiğinde zorunlu olarak Ryle ve Toulmin'in görüşlerine varılacağı söylenemez. Oxford felsefesinin doğa bilimlerini ele almada izleyebileceği yollardan biri, doğa bilimcilerin kullandığı doğa bilimsel dili araştırmak olabilir. Bu dil, Oxford felsefesinin olağan yöntemiyle ele alınabilir; yani, dilin yanlış- anlaşılması gibi bazı sorunlar çözülür; ama ilke olarak “herşey olduğu gibi bırakılır” N:R. Hanson'un Patterns of Discovery [Buluş Yolları] (1958) adlı kitabının çıkış noktası da budur. Hanson şöyle yazar: Bilim felsefecisi, aynı zamanda doğa bilimcisi de değilse, ancak yasaların fiziksel sorunların çözümündeki ve fizikçinin zihnindeki işlevini anlamaya ve açıklamaya çalışabilir. Bu, aksi halde çok karmaşık ve zihin bulandırıcı görünen olaylara bir yapı kazandırmak için mekanik yasalardan nasıl yararlanıldığını göstermekle aynı şeydir. Daha ileriye gitmek - dinamiğin yasalarının gerçek niteliği üzerine ya da yasalardan nasıl yararlanılması gerektiği hakkında felsefi önermelerde bulunmak fizikçinin yapmak için eğitildiği şeyi yapmaktan farksızdır. Hanson, buradan kalkarak, örneğin, nedenselliğin olaylar arasında evrensel bir bağlılaşım olarak anlaşılabileceği; bir doğa yasasının kesin bir tanımının yapılabileceği (Hanson'a göre, bir doğa yasası bazen bir tanım bazen de deneysel bir genelleme işlevi görür) ; bir gözlemin duyu-organlarınca belirlenen bazı duyumların bir yorumu olduğu; “buluş bağlamı”ının rasyonel unsurlar içermediği şeklindeki bazı pozitivist görüşlerin eleştirilmesine yönelmiştir. Belirtmek gerekir ki, Oxford felsefesine özgü, yani `bu böyledir çünkü doğa bilimcileri böyle demektedir' tarzındaki vurgulamalardan arındırıldığında da Hanson'un savları hayli güçlüdür. Gözlemlerin ne olduğu ve bilimsel “buluşlarını” nasıl yapıldığı üzerine tartışmalarında Hanson, psikolojik sabit-imgeler kavramından, en azından iki şekilde görülebilecek ördek-tavşan, pelikan-antilop, vb. imgelerden hareket eder. Sabit-imgeler kavramından yararlanarak görmenin bir anlamda yapılaştırmak ya da kurmakla aynı şey olduğunu göstermeye çalışır. Ancak görme olayında söz konusu olan önce çizgilerin görülmesi, sonra da bu çizgilerden bir imge kurulması değildir. Görülen doğrudan doğruya yapı ya da imgedir.
«Görmekle gibi görme'yi özdeşleştirmek . amacında değilim. Bir röntgen tüpünü görmek, röntgen tüpüne benzeyen, metal ve camdan yapılmış bir tüp görmekle aynı şey değildir kuşkusuz. Bir çocuk, sıradan .bir insan görebilir: Kör değildirler. Ama onlar fizikçinin gördüklerini göremezler; fizik- çinin gördüklerine kördürler." Bu görüş Hanson'u; kullanılan kavram aygıtıyla görülen nesneler arasında bir ilişki olduğu varsayımına götürür. Bazı kavramları kullanmak, dünyaya belirli bir yapı-vermek ve dünyayı belirli bir şekilde görmekle aynı şeydir. Burada Wittgenstein'ın yaşam-biçimlerine dayanan görüşler karşımıza çıkar. Han- son da zaten sık sık Wittgenstein'a atıfta bulunur. Hanson «buluş bağlamı>ını da sabit-imgelerle açıklar. Bir varsayıma ulaşmak, önce bir yığın çizgi arasında belirli. bir örün- tünün varolduğunu hissetmek, sonra bu örüntüyü çeşitli yöntemlerle görmeye çalışmak ve nihayet ansızın görmek gibi bir süreçtir. Bütün veriler (başlangıçtaki çizgiler) birden bire belirli bir biçime bürünür; verilerin belirli bir biçime sahip oldukları görülür. Hanson, pozitivistlerden ve Popper'den farklı olarak, buluş sürecinde bir akılsallığın bulunduğunu savunur. Bir kuram ortaya atmak, belirli bir kavram-aygıtı kullanmak ve bu da dünyayı belirli bir şekilde görmek demektir. Farklı kuramlar geliştirmek, bir resmin farklı yönlerini görmeye benzer. Ancak dünyanın bir yönünün değil, tümünün görüldüğü savunulur. Hanson'un bu görüşünden ilginç bazı sonuçlar çıkar. Düşük hızlar söz konusu olduğunda görelilik kuramının yerini klasik mekaniğe bıraktığını savunan fizikçilere göre, görelilik kuramının bittiği yerde klasik mekanik başlar. Kuvantum fiziğindeki karşılaşım ilkesinin bazı yorumlarına göre de, klasik fiziğin bittiği yerde kuvantum fiziğine seçilmelidir. Oysa Hanson'a göre, farklı kuramlar dünyaya farklı yapılar verir; dolayısıyla bir kuramdan başka. bir kurama geçiş olanaksızdır. Kuramlar arasında kesin bir ayrılık söz konusudur. Ancak iki kuram arasındaki sınırda, hangi kuramın ve hangi kavram-aygıtının kullanıldığının pratik bakımdan bir önemi olmadığı söylenebilir. Bu durumda, ördekle de tavşanla ' da aynı işi görmek mümkündür. Anlaşılacağı üzere, Kuhn (ve hatta Feyerabend) ide N.R. Hanson arasında oldukça geniş bir görüş birliği vardır. Kuhn, paradigma değişmesini anlatırken, bu olayı sabit-imgeler olayında bakış-açısı değişikliğine benzeterek Hanson'a atıf yapar; paradigmanın ne olduğunu açıklarken Wittgenstein'a atıfta bulunduğu gibi. Bizce, Kuhn ile Hanson ve Wittgenstein arasındaki benzerlikler, Kuhn'iın dile getirdiğinden çok daha büyük ölçüdedir. Örneğin, Kuhn Wittgenstein'ın yaşam-biçimi kavramından hiç söz etmez, ancak bu kavramla Kuhn'un paradigma kavramı arasında büyük bir benzerlik vardır. Yine de, Kuhn ile Oxford felsefesi eğilimli bilim felsefecileri arasında derin bir uçurum bulunur. İkinciler, farklı dil-oyunları ya da yaşam-biçimleri arasındaki ilişkilerin ne olduğu sorusuna. bir yanıt getirmemişlerdir. Farklı dil-oyunları arasında bir bildirişim olabilir mi? Bir dil-oyunu ne ölçüde değiştirilebilir? Bir dil-oyunundan başka birine geçiş mümkün müdür? Bu soruların yanıtını vermezler. Kuhn'un “Felsefe herşeyi değiştirir” der. Zira, Kuhn'a göre, paradigma değişmeleri felsefi savlara dayanır.
MICHEL POLANYI
Polanyi ( 1891-) belki de en çok, bilim dünyasının özerkliğini savunduğu, “özgür” ve bunun karşısında “toplumca planlanmış” bilim tartışmasıyla ünlüdür. Polanyi'nin felsefesinin burada üzerinde durmayacağımız politik ve dinsel yönleri de vardır. Polanyi, her zaman söyleyebildiklerimizden daha fazlasını bildiğimiz görüşündedir. Bütün bilgilerimizi belirtik hale getiremeyiz. Daima örtük bilgilerimiz ( atacit knowledge ) de vardır (Bkz: Polanyi'ye de atıfta bulunan Kuhn'un Paradigmalar bölümünde ele aldığımız görüşleri) . Kitaplarından biri The Tacit Dimension [Örtük Boyut] (1967) adını taşır. Örtük bilgi üzerine savları birkaç çizgiyi izler. Kullandığı savlardan biri şudur: Daha önce görmüş olduğumuz bir kimsenin yüzünü, ayrıntılarını bilmeksizin tanırız. Oysa, tanımanın, gözlerin, ağzın ve burnun biçimini bilmemize bağlı olması gerekir. Bir yüze baktığımız zaman, o yüzdeki ayrıntılara dikkat etmeyiz. Dikkat etmediğimiz bu ayrıntılar hakkında örtük bilgilerimizi vardır. Bilgi topladığımız her durumda, belirtik bilgiler yanısıra örtük bilgiler de ediniriz. Eğer bilgi varsa, örtük bilgi de vardır. Polanyi bu görüşüne gerekçe olarak, daha önce Platon'un ortaya atmış olduğu bir sorunu gösterir: Bir sorun nasıl çözülür? “0'na [Platon'a] göre, bir sorunu çözmeye çalışmak saçmadır; çünkü kişi ya neyi bulmaya çalıştığını bilmektedir ve dolayısıyla ortadâ bir sorun yoktur, ya da neyi bulmaya çalıştığını bilmemektedir ve dolayısıyla bir sonuca ulaşması beklenemez” Bu örnek, bilgilerimizin tümünün belirtik olmasının olanaksızlığını gösterir. l~ilgilerimizin tümü belirtik olsa, sorun çözme ve yeni bilgiler edinme anlaşılmaz hale gelir. Ancak, belirtik hale getirilmemiş oları bilgi, bir ölçüde kişiseldir. (Polanyi'nin 1958'- de yayınlanan Personal Knovledge [Kişisel Bilgi] adını taşıyan bir kitabı daha vardır) . Bu fikir, bazı pozitivist görüşlerin eleştirisini içerir: “Pozitivist bilim felsefecilerinin seksen yıldan beri uğraştıkları bilgilerin geçerliliği konusunda . kişisellikten tamamen arınmış ölçütler bulma çabası, boşunadır.»
Örtük bilgilerin varlığı, bilimsel bilgilerin nasıl aktarılacağı bakımından da anlam taşır. Bilgi-aktarma olayı bir anlamda otoriter olmalıdır. Öğrenen, öğretenin bilgilere tümüyle egemen olduğunu varsaymalı, yani onu tam bir otorite olarak kabul etmelidir. Zira öğrenenin öğretenin belirtik olarak söylediklerini hemen o anda sınamasına olanak yoktur. Sınamayı yapabilmesi için öğretenin anlattıklarının içerdiği örtük bilgilerin de aktarılmış olması gerekir.
Polanyi, Aydınlanma Çağı'nın, kişiye yalnızca kendi aklına güvenmesini öğütleyen ilkesinin yanlış olduğunu ileri sürer. O'na göre, gözlem yoluyla her isteyenin bilimsel kuramları sınayabileceği görüşü de yanlıştır.
“Yaygın olan bilim anlayışına göre, bilim, her isteyenin doğrulayabileceği gözlemlenebilir olgular bütünüdür. Hastalık tanısı gibi uzmanlık bilgisi gerektiren durumlarda bunun doğru olmadığını görmüş bulunuyoruz. Bu anlayış, fizik bilimler bakımından da doğru değildir. Herşeyden önce, astronomi ya da kimya bilimine~ değgin bir önermenin sınanması için gerekli araçları sıradan insanlar kullanamaz. Diyelim ki, sıradan bir kimse bir kimya laboratuvarını ele geçirdi. Hiç kuşku yok ki, herhangi bir gözlem yapmaya fırsat bulamadan oradaki araçları bozacaktır. Bilimsel bir önermeye ilişkin bir gözlemde bulunmayı başardığını varsayalım. Gözlem, önermeyle çelişir nitelikteyse, haklı olarak, deneyin bir yerinde hata yapmış olduğuna hükmedecektir.
|