Tekil Mesaj gösterimi
  #1 (permalink)  
Alt 07.02.07, 15:26
ZipMaker - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
ZipMaker
İlk KeLBaYKuŞ!
 
Kaydolma: 28.08.06
Erkek
Mesajlar: 12.101
Teşekkürler: 516
Üyeye 12.629 kez teşekkür edildi
Standart Denizin Kalbi

Denizin Kalbi
Mert Şenyuva
--------------------------------------------------------------------------------
Gümüşlükte, saf temiz bir balıkçının aşkı ve denizin kalbine ulaşması...




Sabah daha kimsecikler yokken etrafta yalnız başına göğe yükselmekten canı sıkılmış olsa gerek, Güneş o akşamüzeri sahilde hayran hayran kendini seyreden bir grup tatilci ve turiste hayatları boyunca unutamayacakları bir şov seyrettiriyordu. Uzak, çok uzak diyarlara aydınlığı götürmeden önce göğü pespembe bir boyayla boyamış, parlak ışınları masmavi denizin gözlerini almıştı. Sahildeki turistler kısık gözleriyle güneşin batışını seyrederken, Tavşan Ada’sının arkasından küçük bir kayık çarşaf gibi denizi yırtarak sahile doğru ilerliyordu. Kayıkta genç bir balıkçı ve ağlara takılmış onlarca balık vardı sadece. Kayıkçının buranın yerlisi olduğu, yanık teninden belliydi. Üzerine bir yorgunluk çökmüştü. Sabah güneş daha yüzünü göstermeden çıkmıştı yola. Şimdide güç bela yakaladığı balıkları yok pahasına sahildeki turist avcısı restoranlara satacaktı. Yaşı en fazla 25’ti fakat yaşadıkları, ve ruhundaki fırtınalarla kendini oldukça yaşlı ve olgun buluyordu. “Gümüşlük, ruhunu paraya satmadan önce daha güzeldi… “ diye düşünürken usulca girdi limana…
“Daha geçen gün tanesine 7,5 lira verdim be oğlum yapma sende!” diye sitem ediyordu Sahil lokantasının sahibi. Aslında pazarlık yapmaya, iki kuruşu kurtarmaya ihtiyacı yoktu. Para hırsı mutlu olmasını engelliyordu. “Peki Fethi Ağabey, dediğin gibi olsun.” dedi ve isteksizce gözleri boş bakan balıklarla dolu kovayı uzattı. “Ben senin baban sayılırım Selim oğlum, seni de çok severim bilirsin. Baban seni bana emanet etmişti.” diyerek parayı uzattı. Umursamazca aldı parayı ve “Doğru, haklısın.” diye mırıldandı ve küçük kulübesine doğru yürümeye başladı. “Yemeğe kalsaydın oğlum.” diye seslendi arkasından Fethi. “Yok ağabey, canım istemiyor.” diye cevapladı ve adımlarını sıklaştırdı. Yemek teklifini geri çevirdiği için içinden sevinç çığlıkları attığına adı gibi emindi. Evinin yoluna girmişti ki “Hay Allah!” diye söylendi. “İstiridyelerimi unuttum!” dedi ve limanın yolunu tuttu. Balıkları sattıktan sonra bütün akşam topladığı istiridyelerle ilgilenir, onları temizler, yosunlarından ayıklar ve masasının üzerine koyardı. “Ne yapacaksın oğlum onları, atsan atılmaz satsan satılmaz!” diyen köylüler değil de iki de bir gelip istiridyelerine fiyat biçen, her şeyin paradan ibaret olduğunu sanan turistler daha çok canını sıkıyordu. “ Bu istiridyeyi alıp ne yapacaksınız acaba sorabilir miyim?” diye sorardı her defasında. Kimileri “Hiiiiiç” derdi kimileriyse yüzsüzce “Küllük yapmayı düşünmüştüm” derdi. Selim için topladığı bu istiridyeler çok değerliydi. Onların denizin kalbine giden yolu gösteren işaretler olduğuna inanırdı. Çocukçaydı belki bu inancı ama onu biraz olsun mutlu ediyordu. Çocukluğundan beri dünya üzerindeki her şeyin bir canı, bir kalbi olduğuna inanırdı. O yüzden denizden topladığı bu istiridyeleri özenle temizledikten sonra bir kenara koyar, asla bir bıçakla onları açmaya, canlarını acıtmaya cesaret edemezdi. Babası, İstanbul’a oradan da Almanya’ya göçmüştü zamanında… Ondan, birkaç mektup ve Annesi’nin canını alan bir hasret kalmıştı. Sevgiye doyamadan, kendisini seven iki yürekten de ayrı düşmüştü. Denizden esen ılık meltemler suratını okşadı ve saçlarının içine doldu bir anda. Akıllı sayılmazdı, fakirdi biraz da… Ama ne parada gözü vardı ne de pulda. Sevebileceği bir kalbi arıyordu, onu bulmayı ümit edebiliyordu sadece. Gaz lambasını söndürdü ve tahta yatağına yatıp incecik pikeyi üzerine örttü. Sabah erken kalkıp balığa çıkacaktı.
Gün daha ağarmadan uyandı. Elini yüzünü yıkadı. Aynada suratına baktı. Daha sonra kapıdan çıktı ve Hacı Bakkal’ın önünden geçerek limana indi. “Hasret” adlı kayığı dalgasız denizde bir beşik gibi sallanıyor, sahibini görünce sevinçten kuyruğunu sallaya sallaya zıplayan bir köpeği andırıyordu. Ağları kayığa yükledi ve asıldı küreklere. Aynı yolu belki binlerce kez geçmişti ve binlerce kez aynı rotayla çıkmıştı bu koydan. Suyun berrak ve şeffaf rengi yerini buz gibi tuzlu bir laciverde bırakmıştı. Çapasını attı. Durup etrafına baktı. Sahil bir hayli uzakta kalmıştı. Koskoca mavi bir sonsuzluğun ortasında o kadar savunmasız, o kadar yalnız ve o kadar küçük hissetti ki kendini bir an, dalıp bu sonsuz mavinin kalbine ulaşmak ve bir daha yüzeye çıkmamak geçti içinden. Sonra bir küfür savurdu ve balıkların gelip ağına takılmasını izlemeye koyuldu. Ne zamanki balıkların sayısını kafi gördü, o zaman ağı topladı. Üstü başı sırılsıklam olmuştu ve vuran sert rüzgardan dolayı üşüyordu. Alışkındı, aldırmadı ve küreklere asılarak her gün yaptığı gibi kimsenin bilmediği o koya doğru ilerlemeye koyuldu. Orası kendi ruhuna sahipti halen, el değmemişti ve doğaldı. Kıyıya yaklaşınca suya atladı ve kayığını karaya çıkardı. Temiz hava ciğerlerine doldu. Sonra gözlerini kapadı ve bu güzel mi güzel koyun kalp atışlarını dinlemeye koyuldu. Sonraki tatmin oldu ve ilerideki kayalıkların dibindeki minik istiridyeleri toplamaya koyuldu. “Mutluluk gerçekten varsa, böyle bir şey olmalı…” diye düşündü ve bir türkü mırıldanarak işine devam etti.
Kulübesine döndüğünde akşam yeni inmişti Bodrum’un bu şirin kasabasına. Ayın aksi denize vurmuş, Yunanistan’la Bodrum’un arasında büyülü bir köprü kurmuştu. Kullanılmaktan eskimiş bir bezle istiridyelerini temizlerken bir gölge gelip durdu önünde. “Cebi dolu bir turisttir herhalde.” dedi acı acı gülümserken. “Ne kadar güzel şeyler ya, şunlara bak sanki nefes alıp veriyorlar” dedi yumuşacık bir ses, bembeyaz ipekten yumuşak bir dokunuşla önündeki istiridyeyi kaldıran el. Biraz önceki umursamaz halinden eser kalmamıştı Selim’in. Bir an için nefessiz kaldığını hissetti. Tıpkı yakaladığı balıklar gibi boş bakışlarla süzdü karşısındaki en fazla 19 yaşındaki, beyaz elbisesinin içinde beyaz bir meleğe benzeyen kızı. “Bunları satıyor musunuz?” diye sordu kız. Selim önce kiminle konuştuğunu bilmek istedi. Yutkundu ve “Adınız ne acaba?” diye sordu. “Melike” diye cevap verdi kız umursamazca ve ekledi, “Toplu halde alsam bana indirim yapar mısın acaba?”. Selim bütün alıcılara sorduğu soruyu güzelliğiyle kalbini acıtan bu kıza da sordu. “İstiridyeleri ne yapacaksınız acaba?” diye sordu. “Bütün takılarımı kendim yapmayı severim, önceleri bir hobiydi ama giderek bir tutkuya dönüştü bu benim için. Şu sıralar inci bir kolye istiyorum fakat vitrinlerde gördüklerim pek bir ruhsuz geliyor gözüme. Kendim yapmaya karar verdim fakat istiridyeleri nerede bulacağımı bilememiştim. Yani anlayacağınız, sizi bana Allah gönderdi” dedi ve küçük bir kahkaha koy verdi. Selim şaşkındı. Ne yapacağını bilemedi. Yıllardan sonra soğumuş, açık denizlerin rüzgarında sertleşmiş kalbi ilk defa ısınır gibi olmuştu ve karşısındaki kız onun en değerli hazinesine talip olmuştu. Selim kalbini gördüğü ilk anda verdiği bu peri kızına istiridyeleri vermeyi reddetti. “Kusura bakmayın hanım efendi” dedi, ağzı kurumuş suratı terden sırılsıklam olmuştu. “İstiridyeler satılık değil ne yazık ki” dedi. Melike’nin yüzü gölgelendi, suratı asıldı. “Değeri neyse verirdik, istiridye bulabileceğim tek kişi siz değilsiniz bunu da bilin.” Dedi küstahça ve arkasını dönüp yürümeye başladı. Muhtemelen zengin bir ailenin çocuğuydu. Babasının sunduğu kolyeleri beğenmeyip kendi kolyelerini yapma arzusu da küçük bir şımarıklığın işaretiydi. Selim ardı ardına sıraladı bu olumsuz düşünceleri, bazılarına inanmasa da… Gecenin karanlığında ilerlerken Melike, Selim’in kalbini de yanına almış, götürmüştü.
O günden sonra her sabah bir saat dakikliğiyle balığa çıkan Selim’in yüzünü göremez oldu ahali. Önceleri evinden bile çıkmıyordu Selim. “Birkaç gün bekleyeyim o da evine döner bende hayatıma dönerim..” diye avuttu kendini. Evet bir aşk istiyordu belki, sevmek, inanmak istiyordu ama o kızı kendi hafif çirkin yüzüne, fakir ve yıkık kulübesine yakıştıramıyordu. Neden sonra, bir gün çıktı kulübesinden. Gözleri uykusuzluktan şişmişti. Hediyelikçileri geçtikten sonraki kahveye oturdu ve bir çay söyledi. Şekerleri atıp karıştırırken gözlerini denize kilitlemişti. Kalbinin çarpıntısı geçmek bilmiyordu. Birden bir iki adım ileride, plajda güneşlenen onu gördü. Melikeydi bu evet, birkaç gün önce tanıştığı o bakmaya kıyamadığı kızdı. Melike’nin yanında Selim’in kalbi yatıyordu. Heyecandan ne yapacağını şaşırdı. Melekler gelip Selim’in kulağına “Belki be… Belki…” diye fısıldadı. Selim, biraz daha düşündü ve, “Ne olacaksa olsun be!” diye söylenip ayağa fırladı. “Çayı hesabıma yaz Hüsnü ağabey!” diye seslendi çay ocağına ve Melike’ye gözükmeden sandalına doğru yürüdü ve denize açıldı. Hava biraz bulutluydu Güneş bir görünüp bir kayboluyordu. Uçsuz bucaksız mavilikte var gücüyle asılıyordu küreklere ve kimsenin bilmediği o cennet köşesi koya gidiyordu. Sevdiği kızla birlikte kalbini de geri almayı ümit ediyordu.
Sahile döndükten sonra var gücüyle çalıştı o gece Selim. Bir sanatçı kadar yetenekli elleri yoktu belki ama bir sanatçıdan bin kat büyük bir kalbi, bin kat büyük bir aşkı vardı. Bunca yıldır biriktirdiği o güzelim istiridyeleri bir bir parçaladı Selim, her kopan parça saplandı yüreğine… “Affedin beni” diyerek ağladı bir yandan… 10 tane inci tanesi bulmak için 100 tane istiridyeyi öldürdü o akşam Selim… Ve o 10 tane istiridyenin de usulca kalbini söktü yerinden… Gözleri yaşlıydı… Sabaha kadar uğraşıp peri masallarından çıkma bir inci kolye yaptı… İçine göz yaşını koydu, aşkını, hasretini, özlemini koydu. “Bu kolye ona yakışır ancak, bu kolye onun boynunda anlam bulur” dedi kendi kendine. Güneş denizin içinde sönmek üzereydi. Yarın tekrar küllerinden doğmak üzere bu diyarlara veda ederken güneş, koşar adımlarla çıktı kulübesinden Selim. Heyecanlıydı çok ama umutluydu da… “Sevmek güzel şey, ümitli şey…” diye tekrarlıyordu içinden. Birkaç sene öncesine kadar salaş bir kahveyken şimdi seçkin bitkisel çay seçenekleri bulunan fakat ruhuna satan onlarca dükkândan birine dönüşen Ali’nin kafesinin önünden geçerken durakladı. “İstiridyelerin canlarını fark eden o, bu ruhsuz kafede ne yapıyor?” diye sordu. İçi burkuldu… Gitmek istedi, kaçmak istedi. “Düşündüğün gibi değil, o sana göre değil!” dedi bir ses içinden… “Ona kolyeyi ver!” diyen ses baskın çıktı fakat. Çıplak ayaklarını tahta merdivenlere dayadı ve ilerlemeye başladı. Yalnızdı Melike. Adımlarını sıklaştırdı Selim. Yanına yaklaştı ve omzuna dokundu. “Melike…” diye fısıldadı. Genç kız döndü ve heyecandan titreyen bu genç adama küçümseyen bir bakış attı, “Ne o? Parasız kaldın da istiridyelerini satmaya mı geldin? Yok öyle beleş oğlum, hadi başka kapıya!” diye kustu kinini bir anda. Selim şaşırdı, dondu kaldı. Arkasında sakladığı kolyeyi çıkardı ve Melike’nin önüne bıraktı. Kız kolyenin güzelliğinden büyülenmiş gibiydi. Fakat belli etmedi döndü ve küçümser tavrını sürdürerek, “Eee napayım ben bunu?” diye sordu Selim’e. Selim, “Sen hiç âşık oldun mu?” diye sordu usulca… Melike yüksek sesle bir kahkaha attı… Kahkahalar kulaklarını acıttı Selim’in, yüreğini ezdi… “Demek âşık oldun bana ha? Bu da bana evlenme teklifin mi yoksa sana âşık olmam için verdiğin rüşvet mi?” dedi ve gülmeye devam etti… Bir gözyaşı daha döküldü ayaklarının dibine Selim’in “Sen sevmek nedir bilmemişin ki hiç…” dedi ve başını önüne eğdi. “Ya git işine be balıkçı mısın balık adam mısın nesin… Sen sevgini kendi seviyende birine ver!” diye bir bıçak gibi sapladı sözcükleri Selim’in kalbine… Artık ne kalbi kalmıştı Selim’in nede istiridyeleri. Bir hiç uğruna kaybetmişti onları… Gözü yaşlı bir şekilde terk etti orayı… Ay ışığının kılavuzluğunda bağıra bağıra ağlayarak terk etti limanı ve yalnız kalabileceği tek yere doğru yöneldi… Kayığın ucunda parçalanan dalgalar beyaz beyaz, köpük köpük dağılıyordu… Tıpkı biraz önce Selim’in kalbine başına gelenler gibi… Koya geldiğinde burnunu çekmeye devam ediyordu.
Bir keçi kıvraklığıyla sandaldan sahile atladı ve tepeye doğru koşmaya başladı.. Bodrum’un rüzgârları kulaklarında uğulduyor, kalbini acıtan o kahkahaları örtmeye yetmiyordu fakat. Zeytin ve mandalina ağaçlarının arasından Dolunayı karşısına alan bir yamaca geldi. Gümüş ay ışığı önünde uzanıyordu. Deniz sakindi fakat olacakları tahmin etmiş olacak ki, huzursuzdu. Rüzgâr şiddetini artırmaya başlamış, dalgalar yamacın dibinde parçalanmaya başlamıştı… Birkaç martı sesi duydu… Kalbi yoktu, ruhu ağır yaralıydı… Canlıydı istiridyeler aslında, dostuydu onun… Bir hiç uğruna canını almıştı onların… Şimdi kulübenin tabanında mağrur parça parça yatıyorlardı. Bu görüntüyü yakıştıramadı onlara… Sonra Melike’nin sözleri ve suratına geri fırlattığı kolye… Denizin kalbini oluşturan minik beyaz incilerden oluşmuş bir kolye… “Denizden geldin, denize gideceksin…” diye mırıldandı Selim… Gözlerini kapattı, kolyeyi öptü, öptü ve koluna doladı… Derin bir nefes aldı… Ayın ışığı engellemek istedi onu…Yetişemedi… Rüzgar havada tutmak kurtarmak istedi, gücü yetmedi… Ruhunu yitirmiş, kalbi kırılmış bir beden sessizce bıraktı kendini havaya ve bir mermi gibi denizin kalbine saplandı… Üzüntüsünden yerinde duramaz hale geldi deniz… Dalga dalga kıyıya vurdu kendini… Gemilerin güvertelerine tırmanıp intihar etmek istedi… Gözyaşları beyaz köpüklerin arasına karıştı… Ay ışığı güneşe haber vermiş olsa gerek, o sabah yüzünü göstermek istemedi bulutların arasına saklandı… Selim’in saf tertemiz ruhu göğe yükselirken gözlerini kaçırdı güneş, boğazı düğümlendi… Usul usul, ağlar gibi yağmaya başladı yağmur… Oraya ait olmayanlar, yazın son gününde yağmura yakalanmalarına lanet edip, orayı terk ettiler.
Alıntı ile Cevapla
Sponsor